Tolstoy’un Devlet Şiddeti ve Riyakârlığını Kınamasına Dair Detaylı Bir Fotoğraf – III

0
1171

İktisadi Kölelik

Hopton’un ifade ettiği gibi Tolstoy için, şiddetin devlet sisteminin bir ürünü oluşu gibi, istismar da ekonomik sistemin bir ürünüdür ama ekonomik istismar aslında şiddettir, yalnızca “daha sinsi ve tam da dolaysız fiziksel şiddet kadar bariz değil ama aynı ölçüde kısıtlayıcı olduğundan, etkisi daha da fazla hissedilen” bir şiddet türüdür.[1] Tolstoy devletin yasal şiddet tekelini fakir vatandaşları üstünde, ayrıcalıklı olanların servetlerini korumak için kullandığını öne sürer. Yazılarında bizzat şahit olduğu böyle birkaç iktisadi istismar örneği anlatır ve bu vakaları, devlet gücünün zararları üzerine, bunlardan kaynaklanan düşüncelerini aktarmak için çıkış noktası olarak kullanır.[2]

Tolstoy, nasıl teşkil edilmiş olurlarsa olsun, tüm devletlerin istismarcı olduğunu iddia ediyordu, otoriter Rusya, liberal rejimlere göre daha görünür yöntemler kullanıyordu ama aralarındaki tek fark buydu. Aslında eleştirisi bugün kapitalizmi iyicil yatırımlar kisvesine bürünmüş bir kölelik düzeni olarak görenler tarafından rahatlıkla benimsenebilir. Aşağıdaki sinik cümle, mesela, 21. yüzyılda etkisinden neredeyse hiçbir şey yitirmemiştir:

“Günümüzün köle sahibi, dışkılarını temizlemek için lağım çukuruna yollayabileceği bir köle John’a sahip değilse bile, yüzlerce John’un öylesine ihtiyaç duyduğu beş şilinge sahiptir ki bununla günümüzün köle sahibi bu yüzlerce John arasından herhangi birini seçebilir ve bir başkası yerine onu seçerek ve lağım çukuruna inmesine izin vererek, onun velinimeti olabilir.[3]

Günümüzün köleliği, özgürleşme öncesi Amerika’da olduğu kadar açık ve görünür olmayabilir ama yine de köleliktir. Aslında iktisadi kölelik tarih kitaplarında anlatılan kölelikten daha kötüdür çünkü seçme hakkı aldatmacası ardına gizlenmiştir ve doğal hatta faydalı sayılır. Günümüzün köle sahibi, artık zengin sömürgeci değil ama iyicil iş sahibi, hissedardır. Gerçekten de herhangi bir (yerel ya da günümüzde küresel) topluluğun en fakir üyelerinin pek az seçim şansı bulunur: “Karınlarını zar zor doyurmak uğruna kendilerini özgür addeden insanlar, serflik döneminde ne kadar zalim olursa olsun hiçbir köle sahibinin kölelerini göndermeyeceği işlere kendilerini teslim etmek zorunda olduklarını [düşünür].”[4] Fakir çalışanlar sadece sofraya ekmek koyabilmek adına onur kırıcı koşullarda çalışmak mecburiyetindedir. Aydınlanmış devletin savunduğu ve yasalarıyla koruduğu iktisadi model, “şu ya da bu şekilde, çalışanın her zaman vergileri, toprağı ve gereksinimlerini karşılamak için ihtiyaç duyduğu maddeleri kontrol edenlere köle olmasını” garanti altına alır.[5] Günümüzün çalışanı, geçmişin kölesinden daha iyi durumda değildir ve devlet sistemi vaziyetin böyle kalmasını garanti eder.

Zenginleri korumaktan başka hangi nedenle, örneğin toprağın özel mülkiyetini savunmak için, yasalara (dolayısıyla şiddete) başvurmak gerekir? Yalnızca doğru kullanılmayan geniş toprak parçalarının, çalınmış mülkün, sert yasalarla korunmaya ihtiyacı vardır. Tolstoy’a göre, “İnsanın kendi emeğinin ürünü olan ve ihtiyaç duyduğu şeyler, her zaman gelenek, kamuoyu, adalet ve karşılıklılık hisleri tarafından korunur ve şiddet kullanarak korunmaları gerekmez,”[6] ama “yakınlarda yaşayan binlerce insanın yakıtı yokken, tek bir mülk sahibine ait onbinlerce dönüm orman arazisinin şiddet vasıtasıyla korunması gerekir.”[7] Özel mülkiyet yasaları, yalnızca aslında sahip olmamaları gerekenleri kendi zimmetlerine geçirenleri korur. Yasalar zenginleri korur.

Tarih boyunca, toplumda çalışmanın yükünün eşitsiz dağılımını mazur göstermeye çalışan yeni bahaneler aranılıp durmuştur. Bu nedenle “eski zamanlarda, başkalarının emeğinden faydalananlar, önce başka bir ırka ait olduklarını, sonra da Tanrı’nın onlara belirli bir görev, başkalarının esenliğini sağlama –diğer bir deyişle, onları yönetme ve terbiye etme- görevi verdiğini ileri sürmüşlerdir.”[8] Mazeretler biyolojik ve teolojikti. Ancak zamanla bu mazeretler gitgide geçerliliğini yitirdi.[9] Tolstoy, bu yüzden yeni bahanelerin yaratılması gerektiğini ve bu kez açıklamanın “bilimden” geldiğini ileri sürer.[10]

Tolstoy’a göre, “eğitimli denilen insanların hiçbirinin çalışmamasının” (ve beraberinde getirdiği, nüfusun geri kalanının köleleştirilmesinin) yeni mazereti şöyleydi: “Varoluş mücadelesinde yer alma yönündeki ortak insanlık sorumluluğundan kendilerini özgürleştirmiş olan bizler, ilerlemeye yardımcı oluyoruz ve bu yüzden insanlığa büyük faydamız dokunuyor; bu öyle büyük bir fayda ki insanların emeklerini kullanarak verdiğimiz zararı dengeliyor.”[11] Başka bir deyişle, görünüşte eşitsiz olan bu iş bölümü, toplumun bir bütün halinde ilerlemesi için mümkün olan en mükemmel iş bölümüdür. Toplum farklı elemanların farklı işlevler üstlendiği doğal bir organizma gibidir, bu yüzden mevcut iş bölümü ulaşılabilecek en doğal iş bölümüdür; sağlıklı, organik bir toplumun doğal denge halidir.[12]

Elbette Tolstoy’a göre adaletsiz bir iktisadi sistemin bu “bilimsel” mazereti tek kelimeyle, ondan faydalananlar tarfından uydurulmuş bir başka kurnaz yalandır. Öncelikle, bu teori “insan toplumlarının doğal özellikleri”ni değil, yalnızca “özel bir durumu” kendine temel almaktadır.[13] Bir toplumun böylesine eşitsiz bir iş bölümüne varması evrensel bir gerçek değildir, yalnızca belirli bazı koşullarda ortaya çıkabilir. Bu koşulların ayırt edici özelliği, çoğunluğun yaşamını sürdürdüğü kuralları belirleyen ve bu kurallara uyulmasını sağlamak için zor kullanan güçlü bir devleti yöneten ayrıcalıklı bir azınlığın mevcudiyetidir.

Bu koşullar altında hiçbir iş bölümü “doğal” olarak tanımlanamaz. Eğer görevlerin bölüşümü, akıl ve vicdan rehberliğinde kendiliğinden olursa, bu iş bölümü hakçadır ama herhangi bir zorlama işgücünün tercihlerini çarpıttığı an, sonuç “başkalarının emeğinin gaspıdır” ki bu da doğal ya da adil olmaktan çok uzaktır.[14] Tolstoy her zaman bir iş bölümünün bulunmuş olduğunu teslim eder ama bu iş bölümünün kabul edilir olup olmaması, neyi temel aldığına bağlıdır. Eğer akıl ve vicdan temelindeyse, işçilerin özgür ve rasyonel tercihine dayalıysa o zaman iş bölümü adildir; ama eğer şiddet yüzünden çarpıtılmışsa, hakkaniyetli olamaz.[15]

Ayrıca bu iş bölümünün bilimin gelişmesine ya da insanlığın ilerlemesine olanak sağladığını ileri sürmenin de bir faydası yoktur, çünkü yeni teknolojiler işçilerin durumunu, en az iyileştirdiğini ileri sürdükleri kadar, kötüleştirmektedir:

Bir işçi, yürümek yerine trene binebilse de, ormanının yanmasına sebep olan, ekmeğini burnunun dibinden çalan ve onu rayları işletenler karşısında neredeyse köle durumuna düşüren tam da bu tren raylarının varlığıdır.[16]

Bilimin mümkün kıldığı yeni bilgi ve teknolojiler, köleleştirilmiş işgücünden daha çok zengin azınlığın erişimindedirler ki bu da “bilimsel ilerleme”den kölelerden ziyade ayrıcalıklı köle-sahiplerinin çıkarı olduğu anlamına gelir.

Yani mevcut iktisadi sistemdeki konforlu konumlarını haklı çıkarmak için sosyoloji yasalarına başvuranlar yalnızca talihli yalancılardır.

“Bütün bunları biz yapmadık, kendi kendine gelişti,” diyebilirler, “Tıpkı bir şey kırdıklarında çocukların, kendisi kırıldı demeleri gibi. (…) Ama bu doğru değildir.”[17]

Masum olmadıklarını anlamak için bu insanların yaşam biçimlerini gözlemlemek yeterli olacaktır. Müreffeh yaşantılarının devletin uyguladığı iktisadi ve siyasi şiddetle hiçbir bağlantısı olmadığını düşünmek isterler, ayrıcalıklarının kendi kendine ve insanlar arasındaki gönüllü bir anlaşmanın sonucunda ortaya çıktığına ve uygulanan şiddetin de kendi kendine, genel, yüce hukuki, siyasi ve iktisadi kanunların bir sonucu olarak var olduğuna inanmak isterler. Keyfini sürdükleri avantajların, tam da ağaçları büyüten ve oduna çok ihtiyacı olan köylüyü, kestiklerini, ne ağaçların büyümesiyle ilgilenen ne de oduna ihtiyacı olan zengin toprak ağasına teslim etmeye zorlayan şey olduğunu görmemeye çabalarlar; yani köylü eğer odununu vermezse kırbaçlanacağı ya da öldürüleceği gerçeğini…[18]

Ama gerçek böyle değildir. Kendilerini gerçeklerden sakınmaya çalışsalar da unutmak için ellerinden geleni yapsalar da bu zengin azınlık ve tumturaklı sözlerle savundukları devlet sistemi, kitlelerin iktisadi istismarından sorumludur.[19]

Şedit Seçkinleriyle Şedit bir Makine

Özetle komşularına karşı savaşlar çıkardığından, kendi halkına yasalar dayattığından ve iş gücünü istismar ettiğinden, devlet vahşi, acımasız ve habis bir makinedir. Devlet öldürür, soyar ve köleleştirir. Dolayısıyla, “(S)Özde iyi yönetilen ülkelerde şahit olduğumuz halkların esenliği, şiddet egemen olduğundan, yalnızca bir görüntüden, hikâyeden ibarettir. Esenlik görüntüsünü bozabilecek her şey, bütün açlar, hastalar, mide bulandıracak denli kötücül olan ne varsa, görülemeyecekleri bir yere gizlenmiştir.”[20] Kutsal gibi görünmek için elinden geleni yapsa da devlet düzeni, İsa’nın akılcı öğretilerinin bütün anlamını ihlal eden kötücül bir sistemdir.

Dolayısıyla devlet, “bütün parçaların tamamen en tepede bulunan belirli kişilerin ya da belirli bir kişinin kontrolünde olduğu koni benzeri” bir organizasyondur; koninin tepesiyse, “diğerlerinden daha kurnaz, arsız ve ahlaksız olanlarca ele geçirilmiştir.”[21] Öyleyse bir “demokrasi”de bile kimse kendini iktidardakilerin dürüst, “vatandaşların bütününün temsilcileri” olduğu düşüncesiyle kandırmamalıdır, çünkü onlar yalnızca “başkalarına şiddet uygulayan bir grup adamdır”.[22] Demokratik olsun olmasın, bir devletin liderleri yalnızca zorba olabilir: “İktidarı ele geçirip, elde tutmak için, iktidarı sevmek gerekir,” ancak iktidar aşkı “kibir, kurnazlık ve acımasızlık”la birlikte gelir.[23] Devletin yapısından ötürü, tepesine ulaşmak için, kişinin ahlaksızlıkla ve kötücüllükle birlikte ortaya çıkan özelliklere sahip olması gerekir.

Her durumda iyi insanların bu tepeye ulaşabileceğini varsaysak bile bunlar hızla yozlaşacaklardır çünkü devlet mekanizması ahlakın en temel ilkesinin çiğnenmesini zorunlu kılar:

İktidar sahibi olan herkes, kötü insanların iyilere şiddet uygulamasına engel olmak için kendi otoritelerinin gerekli olduğunu ileri sürer, böylece kendilerinin başkalarını kötülerden koruyan iyi kişiler olduğunu farz eder. Ama hükmetmek demek güç kullanmak demektir ve güç kullanmaksa şiddete maruz kalan kişinin yapılmasını istemediği ve suçlununsa, şiddet kendine uygulanacak olsaydı kesinkes karşı çıkacağı şeydir. Dolayısıyla hükmetmek, kendimize yapılmasını istemeyeceğimiz bir şeyi başkalarına yapmak, yani yanlış yapmak demektir.[24]

Dolayısıyla yalnızca kötüler hükümran olabilir. Hiçbir iyi insan bir devletin başı olamaz. Diğer bir deyişle, devletin doğası gereği, “kötüler daima iyilere hükmeder ve şiddet uygular.”[25]

Devletin mevcudiyeti, şiddeti ve adaletsizliği önlediği gerekçesiyle haklı gösterilir, ne var ki devlet varlığıyla şiddete ve adaletsizliğe yol açar. Tolstoy, Eugen Schmitt’in bir karşılaştırmasını ödünç alır, “Vatandaşlarına bir tür emniyet sağladıklarını söyleyerek kendi varlıklarını meşrulaştıran hükümetler, anayollarda güvenle seyahat etmek isteyen herkesten düzenli olarak vergi toplayan Calabrialı soyguncu şefe benzer.”[26] Devlet kendini vatandaşlarına, onları güvende tutma sözü vererek pazarlar, ama güvenliklerine tek gerçek tehdit devletin kendisinden gelir – ve beklenileceği gibi, eğer vatandaşlar vergilerini ödemez ve devlete boyun eğmezse muhtelif kanunlar, güvenliklerinin gerçekten de tehlikeye girmesini sağlar. Üstüne üstlük sistem çok kurnazca tasarlanmıştır: bir kez kurulduğunda, devlet (Calabrialı soyguncu şef gibi) varlığını kolaylıkla sürdürebilir çünkü vergiler, varlıkları bu vergilerle sürdürülen silahlı birliklerce toplanır.[27]

Devlet varlığını, iç çekişmeleri ve şiddeti engellemekle meşrulaştırır ama bu süreçte kendine şiddet üzerinde, bu kez hiçbir aracı gücün denetlemediği, bir tekel kurma hakkı tanır; böylece üstünlüğünü özgürce kullanır ya da kötüye kullanır ve bundan ötürü ortadan kaldırması gereken zalimin ta kendisi gibi davranır, hem de çok daha geniş bir düzlemde…[28] Ancak zorlama yalnızca ötekiler güçsüzken işe yarar; bir gün güçsüzler kuvvetlenecek ve öçlerini, kendilerini denetim altında tutmakta kullanılan aynı acımasız yöntemlerle alacaktır.[29] Diğer bir deyişle devlet şiddeti, yalnızca daha çok şiddete yol açar ve bundan kaynaklanan kısırdöngü toplumu İsa’nın öğretilerinden gitgide daha da uzaklaştırır.

Özetle Tolstoy için devletin şedit olmaması mümkün değildir ve dolayısıyla akıl dışıdır. Hristiyan devletler de bu yargıdan kaçınamaz: sözde Hristiyanlığı benimsemiş bütün devletler hem kendi halklarını, hem de komşu halkları iradelerine rağmen hareket etmeye zorlamıştır.[30] Hem yapısı gereği hem de onu yönetenlerin ahlaksız ve çıkarcı olmama ihtimali bulunmadığından, devlet kaçınılmaz olarak şedit ve zorbadır.

Örgütlü Aldatmaca

Doğasından kaynaklanan şiddete ilaveten Tolstoy devletin bir diğer temel özelliğini, onun aldatıcı yapısını da şiddetle kınar.[31] Bu bölümde Tolstoy’un neyi aldatmaca olarak değerlendirdiği ve bunun devlette hangi biçimlerde ortaya çıktığı ele alınacak.

Devlet Yetkililerinin Riyakârlığı

Tolstoy için devlet şiddetinin nedeni devletin varlığının ta kendisi olduğundan, örneğin savaş, barış konferanslarıyla ve paktlarıyla ortadan kaldırılamaz; savaş belasının ortadan kalkması için, devletin kendisinin ortadan kalkması gerekir. Uluslararası antlaşmalar ve paktlar savaşı ortadan kaldırabilirmiş gibi yapmak, düpedüz riyakârlıktır, der Tolstoy. Hem böylesi antlaşmaların uygulanmasını kim sağlayacaktır?[32] Kendi ordularıyla başka devletler mi? Bunun savaştan ne farkı olabilir ki? Barış antlaşmaları mevcut devletlerarasında işbirliğine dayanır, ancak Tolstoy’a göre savaş çıkmasının birincil nedeni bu devletlerin varlığıdır.[33] Ayrıca bu antlaşmalara hiçbir zaman dürüstçe uyulmaz, çok geçmeden devlet yöneticileri şu ya da bu savaşın, aslında şu ya da bu antlaşmayı ihlal etmediğini öne sürmenin bir yolunu bulurlar.[34] Amacının barış sağlamak olduğunu söyledikleri antlaşmalar imzalarlar ama aylar sonra halklarının karşı karşıya kaldığı şu ya da bu yeni tehdidin, antlaşma koşullarının istisnası olduğunu ve savaş araçlarıyla bertaraf edilmesi gerektiğini iddia ederler.[35]

Sözde barışı garantilemek için yapılan ikili ittifaklara gelince, bunlar bariz bir biçimde savaş ittifaklarıdır.[36] Tolstoy, 1893’te henüz kurulan Fransız-Rus ittifakı için düzenlenen kutlamalar hakkında bir makale yazar ve bunun, devlet liderleri bir barış ittifakıymış gibi yapsa da aslında Almanya’ya karşı askeri niyetlerinin açık bir ilanı olduğu uyarısında bulunur.[37] Yoksa niye askeriyeye milyonlar harcanmaya devam edilsin ve niye basın bu ittifakın getirdiği askeri avantajın altını çizsin ki?[38] Bu ittifaklara girilmesinin sebebi tam olarak getirecekleri askeri avantajdır, bunlar açıkça gelecekteki savaşlar için hazırlıktır.

Ancak devlet yetkililerinin ve onlarla ilişkili seçkinlerin riyakârlığı yalnızca uluslararası alanla sınırlı değildir. İster savaşla, isterse de iktisadi kölelik gibi daha yerel meselelerle ilişkili olsun, mevcut düzende yalnızca kendi ayrıcalıklarını ellerinden almayacak değişiklikler önerirler.[39] Getirdikleri değişikliklerin zayıflığını, “kültürü” ya da “uygarlığı” korumak gereksinimiyle savunurlar.[40] Mevcut devlet ve onun iktisadi sisteminin “kültürün” kaynağı olduğunu söylerler, bu yüzden bu eşsiz kültürel mirası yok etme tehlikesi yüzünden fazla radikal bir değişiklik getirmemeye dikkat etmek gerekir. Ama akıl yerine şiddetin ürünü olan ve baskıya yol açan bir kültür, Tolstoy’un saklamaya ve korumaya hazır olacağı kültür değildir.

Müreffeh zenginler ayrıca, hiçbir şeyin zaten özünde fazla değiştirilemeyeceğini iddia etmek için, yukarıda sözü edilen doğal iş bölümü gibi, “demirden yasaları” anımsatırlar. Kimi, resmi Hristiyanlıktan ilham alarak, herkesin kaderinin farklı olduğunu öne süren teolojik bahaneye yaslanır; kimi devletin tarihsel bir zorunluluk olduğuna dair Hegelci düşünceye işaret eder; kimiyse toplumun biyolojik bir organizmaya benzediğine dair bilimsel görüşü öne sürer – ama hepsi halkın koşullarını gerçekten iyileştirecek tek değişikliği, devletin lağvedilip İsa’nın akılcı öğretilerinin içtenlikle uygulamaya geçirilmesini, neden gerçekleştirmediklerini açıklamak için ardına saklanacak sahte bir teori bulacaktır.[41]

Tolstoy, bu “demirden yasalar”ın hiçbirinin, değiştirilemez olmadığını savunur. Aksine toplumun mevcut durumu, “yalnızca insanların koyduğu vergilendirme, toprak ve hepsinin üstünde, […] mülkiyetle ilgili kanunların sonucudur.”[42] Yani, “köleliği üreten, sosyolojik bir ‘demirden yasa’ değil, sıradan insan yapımı yasalardır.”[43] İnsan yapımı yasalar tam olarak halkı köleleştirmek için oluşturulmuştur ve halkın koşullarının kökten biçimde iyileştirilemeyeceğini iddia etmek, seçkinlerin statükoyu korumak için kullandığı bir başka riyakâr ifadedir.

Öyleyse açıkçası yetkililer inandıklarını söyledikleri Hristiyandeğerleriyle yaşamamaktadır. Hristiyanlık insanların eşit olduğunu söyler ama bu seçkinler, kendi çıkarlarına olan bu adaletsiz sistemi meşru göstermeye çalışmakla meşguldür.[44] Üstelik, riyakârlıkları “halkı yozlaştırır, hayata küstürür ve gaddarlaştırır”, çünkü “insanların bilincinden iyi ve kötü ayrımını siler ve böylece onların kötülükten uzak durup iyiliği aramalarına mani olur; insan yaşamının gerçek özünden onları mahrum bırakır ve böylece her türlü gelişime engel olur.”[45]

Üst sınıfların Hristiyanlık adına cüretkârca sahnelediği sorumsuz yaşam tarzı, onları örnek alanların bilinçlerini yozlaştırır. “Yaşam biçimlerini değiştirip” İsa’nın mantıklı öğretilerinin ışıldayan birer yol göstericisi olmak yerine, bu seçkinler “mümkün olan her yolla bilinci bastırıp, köreltmeye çalışır.”[46]  Nihayet riyakârlıklarının doruk noktasına ulaştıklarında, insanları böylece gaddarlaştırdıktan sonra, “aynı insanları ortaya sürerler […] halkla acımasız şiddetten başka bir yolla başa çıkılamayacağının delili olarak!”[47] Seçkinlerin riyakârlığının, kendi kendini doğrulayan öngörüsü böylece tamamlanır.

Alexandre J. M. E. Christoyannopoulos

Çev. Yasemin Reis


[1]     Hopton.“Tolstoy, God and Anarchism.” s. 39.

[2]     Örneğin: Tolstoy. “The Kingdom of God Is within You.” bölüm 12; Tolstoi, “What to Do?” bölüm1 -2; Tolstoy. “The Slavery of Our Times.” Bölüm 1.

[3]     Tolstoy. “The Slavery of Our Times.” s. 95.

[4]     Tolstoy. “The Slavery of Our Times.” s. 71.

[5]     Tolstoy. “The Slavery of Our Times.” s. 100.

[6]     Tolstoy. “The Slavery of Our Times.” s. 117.

[7]     Tolstoy. “The Slavery of Our Times.” s. 117.

[8]     Tolstoi.What to Do?s. 143.

[9]     Tolstoi.What to Do? Bölüm 26.

[10]    Tolstoi.What to Do? Bölüm 26.

[11]    Tolstoi. What to Do? Bölüm 145.

[12]    Tolstoi. What to Do? Bölüm 28-30.

[13]    Tolstoi. What to Do? s. 76.

[14]    Tolstoi. What to Do? s. 173 ve çoğunlukla bölüm 31

[15]    Tolstoi. What to Do? Bölüm 32.

[16]    Tolstoi. What to Do? s. 183-184.   

[17]    Tolstoi. What to Do? s. 133.

[18]    Tolstoy. “The Kingdom of God Is within You.” s. 315-316.

[19]    Tolstoy. “The Kingdom of God Is within You.” s. 315-318.

[20]    Tolstoy. “The Slavery of Our Times.” s. 113-114.

[21]    Tolstoy. “Patriotism and Government.” s. 516.

[22]    Tolstoy. “The Kingdom of God Is within You.” s. 162.

[23]    Tolstoy. “The Kingdom of God Is within You.” S. 164.

[24]    Tolstoy. “The Kingdom of God Is within You.” s. 265.

[25]    Tolstoy. “The Kingdom of God Is within You.” s. 267 (vurgularkaldırıldı)

[26]    Tolstoy. “The Slavery of Our Times.” s. 124-125.

[27]    Tolstoi. What to Do? s. 106.

[28]    Tolstoy. “The Kingdom of God Is within You.” s. 186-187

[29]    Kennan. “A Visit to Count Tolstoi.”; Tolstoy.“The Kingdom of God Is within You.” s. 269.

[30]      Tolstoy. “The Law of Love and the Law of Violence.” bölüm 2.

[31]    Bundan dolayı eleştirinin iki ana çizgisi, Kinna tarafından işaret edilmiş olan devlete yöneltilen iki biçimdeki anarşisteleştiri –Devlet şiddeti ve aldatma – Tolstoy tarafından da vurgulanmıştır.  Ruth Kinna. Anarchism: A Beginner’s Guide. Oxford: Oneworld, 2005, s. 46.

[32]    Tolstoy. “The Kingdom of God Is within You.”s. 160; Tolstoy. “Be Think Yourselves!” bölüm 5.

[33]    Brock.Pacifism in Europe to 1914 460.

[34]    Tolstoy. “Be Think Yourselves!” s. 226-227; Tolstoy. “Patriotism and Government.” bölüm 5.

[35]    Tolstoy. “Patriotism and Government.” bölüm 5.

[36]    Tolstoy. “Patriotism and Government.” bölüm 5; Tolstoy. “Christianity and Patriotism.” bölüm 5.

[37]    Tolstoy. “Christianity and Patriotism.”

[38]    Tolstoy. “Christianity and Patriotism.” s. 442.

[39]    Tolstoy. “The Slavery of Our Times.” s. 91; Tolstoy. “The Kingdom of God Is within You.” s. 237.

[40]    Tolstoy. “The Slavery of Our Times.” bölüm 7; Tolstoy. “The Kingdom of God Is within You.” s. 398.

[41]    Tolstoi. What to Do? Bölüm 38.

[42]    Tolstoy. “The Slavery of OurTimes.” s. 101.

[43]    Tolstoy. “The Slavery of Our Times.” s. 101.

[44]    Tolstoi. What to Do? Bölüm 26.

[45]    Tolstoy. “The Kingdom of God Is within You.” 1 378.

[46]    Tolstoy. “The Kingdom of God Is within You.” s. 181.

[47]    Tolstoy. “The Kingdom of God Is within You.” s. 287.

Views: 158

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz