Site icon İtaatsiz

Topal Kuşlar – Remzi Gürkan

-Anne bak, kral çıplak!

-Yavrum, mesele kralın çıplak olması değil; kral olması.

Akılla ahlakın bütünüyle birbirinden ayrıldığı ve birbirini karşı­sına aldığı trajik bir çağda yaşıyoruz, endüstriyel kültürün vic­danı olmaktan hayli memnun görünen solun ucuz yaveleri Marks’ın sözünü ettiği afyon muamelesi görüyor; her topluma lâ­zımlar: “Irkçılık almış başını gidiyor, bir şeyler yapmak lâzım.” Hangi ırkçılık yükseliyor acaba? Los Angeles, Fransa ve en son karikatürlerle ilgili olaylara bakıldığında görünen gerçekten ırk­çılık mıdır; yoksa Batı (makina) medeniyetinin kendi dışıyla kurduğu ve artık kanıksama noktasına getirildiğimiz ilişki biçi­mi midir? Irak ve Afganistan işgalcileri aynı ırk mıdır? Sorunu endüstriyel sistemde değil kapitalizmde gören sol, halkın afyo­nudur günümüzde; anne bak , kral çıplak anlayışıdır. Sol dedi­ğin, kralı 200 yıldır soyuyor, soy Allah soy, ne ki kral yine kral. Bizim kralın elbisesiyle bir sorunumuz yok; kralın, krallığın kendisiyledir derdimiz; makinenin kendisine karşı çıkıyoruz. Duvarlar yıkıldı, o duvarlar gerçekten var mıydı? Duvarın o ya­nında da , bu yanında da takır takır makinelerdi çalışan. Kapitalizm ya da sosyalizm -hele bilimsel olanı-: götler ayrı ayrı olsa da çıkan bok aynıdır; hakimiyet kayıtsız, şartsız makinenindir her ikisinde de çünkü.

Az gittik, uz gittik, ne olduysa oldu; kendimizi birden küresel çağda bulduk; bir medeniyetler çatışması lafıdır gidiyor. Ezberimiz bozuldu. Ben kimim, neyim, ne oluyorum sorusu yeniden revaçta, güncellik kazandı.

Asimile olduysan, yeni deyişle entegre olduysan, uyum sürecinden filan geçtiysen “sen kimsin?” sorusuna verilecek psikolojik, sosyolojik, felsefi, tarihsel, ekonomik, kültürel ya da etnik bir yanıtın vardır, yoksa git markete sana uygun bir kitapta yazıyordur kim olduğun, olmadı sor sosyal mühendislere söylesinler sa­na kim olduğunu. Orada herkese ve her keseye göre kimlik var; seç birini genel-insan ol, kurtul. Yok entegre olamadıysan, genel-insan olamadıysan, gel şöyle, sen bir garipsin. Egemen uygarlık bütün dünyayı “garp’lılaştırdıysa sen artık gurbettesin. C. Süreya’nın dediği gibi “gur­bet yavrum, garba düşmektir gurbet”.

Gurbet zulmettir, güneşin battığı yerdir, endüstri uygarlığıdır. Gurbet yoldur; Bektaşîlikte Selçuklu yıldızı ile sembolize edilen yönlerin anlamlarında Batı’nın “yol” olarak gösterilmesi ilginç ol­sa gerek?

Vatan ve hürriyet sözcüklerini Türkçe’ye kazandıran N. Kemal İngiltere’de bir kütüphanede, kütüphane memurunun kayıt ya­parken sorduğu hangi millettensin sorusunu bir türlü yanıtlayamaz. Önce Osmanlı’yım diye yanıtlar. Ama o senin devletinin is­mi der kütüphane memuru; ben sana hangi millettensin diye so­ruyorum. N. Kemal düşünür, Müslüman’ım der. Kütüphane memuru yine itiraz edecektir: O senin dininin ismi. N. Kemal’in Türk’üm demek en son aklına gelir. Bunda fazla şaşılacak bir şey yok aslında: Batılılaşma akımının öncülerinden N. Kemal’in bir türlü “millet” kavramını anlayamaması içinde yetiştiği, büyüdü­ğü kültüre bu kavramın büsbütün uzak ve yabancı olmasından kaynaklanır.

Dünyadaki bütün milletler bir Batı (makina) dayatmasıdır: İnsan kümelerini millet olmaya zorlamışlardır, ama iş Türk’e gelince bu hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde böyledir. İlk dönem Türk milliyetçiliğinin bayraktarlığını yapan isimlere bir bakın is­terseniz.

Türkleşme sürecini alabildiğine hızlandıran Alman devleti ol­muştur; Rusya devletine karşı böylelikle güçlü bir cephe oluştu­rabileceklerini öngörmüşlerdi. Nitekim ders kitaplarına Türk ibaresi ilk kez bir Alman işbirlikçisi olan İttihat döneminde girmistir. Böylece ilkin kolejler, modern as­keriye ve tıbbiye ile başlanan batılılaştırılma sürecinde yeni bir aşamaya gelinmişti. Kolejler işbirlikçi aydınlan ve Batılı şir­ketlerin acenteliğini yapacak ve onların buradaki işlerini takip edecek kişileri ye­tiştiriyordu kısaca. Yapılan bir araştırma­ya göre 1900 yılında sadece Amerikan kolejlerinin sayısı 600 idi. Modem askeri­ye ise Resneli Niyazi’nin geyiğinin önder­liğinde memlekete hürriyet getirdi: Hal­kın Almanya’nın çıkarları için dilediğince savaşabilme, ölebilme, mahvolabilme ta­lepleri hemen yerine getirildi. Artık dile­yen herkes özgür bir şekilde yeni efendi­lerinin kölesi olma hakkı kazanmıştı. Mo­dern tıbbîye ise ilk iş olarak binlerce yıl­dır devam edegelen geleneksel tıbbı bun­lar kocakarı masalı diyerek betona göm­dü. Halk hekimlerini şarlatan ilan etti. Bundan böyle herkes Batılı ilaç şirketleri­nin ilaçlarını torba torba almak zorun­daydı; başka türlüsü yasaktı, insanın köleleştirilmesinin bütünüyle ta­mamlanması onun zihninin ele geçirilme­siyle olur. Zihinsel faaliyetin en önemli aleti ise dildir. Türkçe ise şifahi bir dildi, yazı dili değildi, bir muhabbet ve aşk di­liydi, asla bir bilim ve felsefe dili değildi. Türkçe konuşanların “medeni dünyaya” kazanılması için ilkin Türkçe’nin bir bi­lim ve felsefe dili haline getirilmesi gerek­liydi. Başka türlü medenileşemezdik. İttihat darbecilerinin ilk iş olarak “yazıya” Batı’dan noktalama işaretleri ithal etmesi ilginçtir, yani 1908’den önce noktalama işaretleri kullanılmıyordu, Enver Paşa noktalama işaretlerinin kullanılmasını mecburi kılmıştı. Noktalama işaretleri devrimi diye anılır, unutulmuş devrimlerimizdendir.

Olmadı, noktalama işaretleri devriminin üzerine bir de harf devrimi yapıldı. Bu, matbaanın ülkeye gelişini 150 yıl durdu­ran bir halka karşı devrimcilerin kazandı­ğı büyük bir zaferdi; önce matbaa sonra harf; inanılacak gibi değildi; devrim hızı­nı kesmedi, devrim üzerine devrim yıllarıydı, fakat nedense düzen ayar tutmuyordu bir türlü. Muasır medeniyet için

Türkçe bir bilim ve felsefe dili haline getirilmeliydi; dil kurumu kuruldu. Kurumun işi Batı’daki bilim ve felsefe kavramlarına Türkçe karşılık uydurmaktı, eğer karşılık uydurmakta zorlanırlarsa kavramı olduğu gibi kullanıyorlardı. Türkçe asla bir medeniyet dili olmadığından bu yeni kavranılan, kendine yabancı gelen yeni dil sistematiğini kusuyordu.

İstanbul’da sosyete plajında kara donuyla denize giren Türkçe’ydi aslında. Diğer diller medeniyeti sular seller gibi yutmuş­ken Türkçe gidiyor Almanya Cumhurbaş­kanının bahçesinde piknik yapıyordu. Böylece Avrupa’yla Asya arasında bir köprü olma görevini layıkıyla yapıp yapa­mayacağı konusunda kafalarda bir soru işareti bırakıyordu. Fakat yöneticilerimiz muasır medeniyet seviyesine ulaşma, Av­rupalı olma, Doğu’yla Batı arasında bir köprü olma hedefini yine de kolay kolay bırakmayacak, kapıdan kovulsalar baca­dan gireceklerdir.

Peki Avrupa nedir? Avrupa endüstri me­deniyetinin ismidir. Endüstri medeniye­tinden önce Avrupa diye bir yer yoktu. Mitolojideki Avrupa ile bugün Avrupa denilen kara parçasının bir alakası yok­tur. Coğrafi olarak baksak “eğer kıtalar jeolojik veya tektonik kriterlere göre ta­nımlanıyorsa bütün kıtalar ayrı bir plaka­dan oluşur”. Fakat Avrupa ayrı bir plaka­dan oluşmaz. “Güney ve Kuzey Amerika bile ayrı plakalardır. Afrika, Avustralya, Antarktika, Hindistan hep ayrı plakalar­dır. Avrupa ise ne Asya’dan böyle ayrılır ne de Afrika’dan.” Bugün Avrupa denen bölgenin ileri sürülen sınırları ekonomik veya kültürel bakımdan da bir sınır oluşturmaz. Öbür yandan ABD ya da Kanada Avrupalı sayılır. Bütün bunlardan anlaşı­lan şudur: Avrupa endüstriyel medeniye­tin adıdır; bu medeniyete dahil olduysan sen de Avrupalısın demektir. Makine me­deniyeti ister sosyalist, ister kapitalist ol­sun Avrupa medeniyetidir. Adına küreselleşme denilen şey bütün dünyanın Avrupalılaştırılması sürecidir. Makina medeniyetinin dünya çapındaki egemenliğinin sağlanmasıdır. İdeolojisi ‘g e n e l i n s a n’ ideolojisidir, herkesi genelinsan yapacaklar, o yüzden saldırıyorlar.

Her şeyi bir yana bırakalım; gariplere ya­şama hakkını hatta ölme hakkını bile çok görüyorlar, öyle ki soluk alıp vermek için bile mumdan kayıklarla ateş denizin­den geçmeleri lâzım. Çok mu abarttık: Medyaya yansıdı; Ebu Garip cezaevinde intihar etmeye ip bile bulamıyorlar. Neredeyse bütün dünyanın “yaban eller’ e dönüştüğü yerde garibin durumu ünlü meseldeki topal kuşları andırmakta sanki: ” bir bilge yolda iki ayrı cins kuşa rastlar, nasıl olmuş da bu iki ayrı cins kuş birbir­lerini kendi türlerine yeğlemiştir. Biri ley­lek, biri karga; neden kendi türleriyle de­ğil de birbirleriyle uçmayı yeğler? Sonun­da iş anlaşılır: her iki kuş da topaldır.” Garipler de hangi ırktan, sınıftan, kültür­den olursa olsun, makinanın sakatladığı insanlar değil mi?

Eğer devrim, bir topluluğun özgür yaşa­mın maddi imkanlarını ele geçirmesiyse; bunun öznesi içimizde saklı kalan özgür­lük kıvılcımlarıdır.Gariplerin metropol­lerde yaktığı ateş ise bir nevi medeniyetin idrar tahlilidir. Bu ateş dünyanın bütün tahakküm ve kölelik üreten bayraklarını içine aldığı zaman, işte asıl o zaman ada­let tecelli edecektir.

Remzi Gürkan

Visits: 83

Exit mobile version