Barış Soydan’ın Türkiye’de Anarşizm: Yüz Yıllık Gecikme’si[1], anarşist düşüncenin bu topraklardaki serüvenini belirli problemler çerçevesinde ele alan, bir yakın dönem siyasi tarih çalışması. Bu çalışmayla, anarşizmin Osmanlı’daki akıbetinden ‘60’lı ve ‘70’li yıllardaki algısına; ‘80’lerde bir düşünce ve hareket olarak doğuşundan ‘90’lı ve 2000’li yıllardaki gelişimine kadar, bu sıra dışı akımın Türkiye’deki kısa öyküsünün ana çizgileriyle belirginleştirildiği söylenebilir.
Ne var ki bu çalışma konuya vakıf olmayan okurun fark edemeyeceği kimi sorunlar barındırıyor. Büyük ölçüde yazarın tercihinden kaynaklandığı anlaşılan nedenlerle kimi olgular atlanırken, kimi bilgiler de gizleniyor. Gazeteci Soydan, tam da bu nedenle niyetlendiği sorgulamasını tamamlayamıyor. Kitap kendi hedefleri açısından akamete uğruyor. Ayrıntılarına geçmeden önce bir uyarıyı zorunlu görüyorum: Bu yazı, içinde yer aldığım ‘80’li yıllarda yayınlanan ilk anarşist dergiler olan Kara ve Efendisiz’deki deneyimlerime dayalıdır ve bu dönemle sınırlıdır. Amacım Soydan’ın yaptığı çalışmanın değerini küçümsemek değil, göz ardı ettiklerinin önemine işaret etmek. Kuşkusuz deneyim her şey değildir; toplumsal bir sürecin parçası olmak, kişiye, o sürecin deneyimiyle birlikte belirli bir öznel bakışı da dayatır. Bu nedenle öznel yorumlardan kaçınacağım.
Önce kitaba hakkını verelim. Soydan, isabetli bir tutumla çalışmasında esas olarak “Türkiye’de anarşist hareketin neden geciktiği” sorusuyla başlıyor. Zaten kitabının alt başlığı da (“Yüz Yıllık Gecikme”) bunu yansıtıyor. Kitabın ana sorunsalını Önsöz’ün girişinde şöyle ifade ediyor:
Türkiye tarihinin ilk anarşist dergisi Kara, yaklaşık çeyrek asır önce İstanbul’da yayınlanmıştı. … Oysa sıradan gibi görünen bu cümle, Türkiye siyasal tarihinin gizemlerinden birini barındırıyor: Dünyada 200 yıllık tarihi bulunan anarşizm, Türkiye’de ancak 1986’da varlık gösterdi. “Esrar perdesi”, anarşizmin 19. yüzyılda sadece Batı’da değil, Batı dışı bölgelerde de (mesela Mısır’da) etkili olduğunu düşündüğümüzde, daha da belirginleşiyor. Bu kitapta yer alan röportajlar, işte bu esrar perdesini sorguluyor: Anarşizm Türkiye’de neden bu kadar geç zuhur etti? Neden Cumhuriyet tarihi boyunca, geçtik anarşist hareketi, bir tane bile anarşist aydın çıkmadı?(Soydan 2013: 13)
Okurun kitaptan beklentisini artıran bu sorular dizisi, bir dizi olay arasında ilişki kurulmasına zemin hazırlayacak veya anarşist düşüncenin ortaya çıkıp geliştiği kültürel/siyasi ortamın tahlilini mümkün kılacak gibi görünüyor. Soydan Önsöz’ünün sonunda da şu saptamayı yapıyor:
Anarşistler, Türkiye’de muhalif sol söylemin değişip zenginleşmesine büyük katkılar yaptılar, ama anarşizm, aradan geçen çeyrek yüzyılda yaygın bir siyasal harekete dönüşemedi. Oysa anarşizmin efendisiz, mülkiyetsiz, özgürlükçü dünya tahayyülü, solun meşruiyet krizini bir türlü aşamadığı günümüzde her zamankinden daha fazla güncellik taşıyor. (Soydan 2013: 27)
Çok doğru bir saptama! Kuşkusuz bir toplumda anarşist düşünce ve hareketin ortaya çıkmış olması o toplumu kısa sürede başka bir şeye dönüştürmeyecektir. Akıntıya karşı kürek çeken bir avuç insanın iradesi ile toplumun siyasal/toplumsal kurumları karşı karşıya gelecektir. Osmanlı’da olduğu gibi bir anarşist hareket belirdiği gibi kolayca silinip gidebilir de. Açıktır ki geçmişe yönelik olarak sorduğumuz “anarşizm Türkiye’de neden bu kadar geç zuhur etti?” sorusunu, bugünkü anarşizmin veya solun meşruiyet krizinden ayrı düşünemeyiz. Türkiye’de anarşizmin doğuşu bir dönüm noktası olarak kabul edilse bile, vaktiyle onun varlığına engel olan toplumsal süreçlerin işlemeye devam edeceğini, bu sefer de onun meşruiyetinin engeli olarak iş göreceğini kolaylılıkla belirleyebiliriz.
Ancak bu saptama yapılmadığı ve ilgili sorular sorulmadığı ölçüde kitabın kendisi sorunlu hale geliyor. Oysa böyle bir belirlemeden yola çıkarak şu sorular pekâlâ formüle edilebilirdi: Acaba ‘80 sonrası anarşistler bu meşruiyet krizinden etkilendiler mi? Etkilendilerse nasıl etkilendiler? Soydan soruşturmasını “derinleştirip” (aslında internette bir google aramasıyla elde edilebilecek bilgilerle) şunları da sorabilirdi: Anarşist fikriyatı Türkiye’ye ilk kez takdim edenlerden kimileri neden bu düşüncenin arkasında dur(a)madılar? Bu figürler alternatif olarak gördükleri hangi yollara saptılar? Neden başka bir yola değil de o yola girdiler? İşte Soydan’ın mesele etmediği ve sorma fırsatını kaçırdığı sorulardan bazıları. Kitaptaki bilgilere bakacak olursak bu tür soruların sorulmasını gerektirecek bir durum söz konusu bile değil. Eğer Soydan bu ve benzeri konuları mesele etmiş olsaydı, anarşizmin Türkiye’de doğuşundan sonra, aradan geçen çeyrek yüzyıl içinde neden yaygın bir siyasal harekete dönüşemediğinin kimi ipuçlarını yakalayabilir ve çalışmasına güncel/sosyolojik bir boyut katabilirdi.
Aslında Soydan’ın “anarşizmin Türkiye’de neden bu kadar geç zuhur etti?” konusunu önemli ölçüde aydınlattığı söylenebilir. Aynı ölçüde olmasa da “neden Cumhuriyet tarihi boyunca bir tane bile anarşist aydın çıkmadı?” sorusu da yanıtlanmış sayılır. Ama gerisi gelmiyor. Soydan’ın durduğu noktadan “aydın meselesi” anarşistlerin sahneye çıktıkları ‘80’lerde sona ermiş görünüyor. Bu durumdaysa geriye aydınlatılacak tek sorun kalıyor: Bir siyasal hareket olarak anarşizmin meşruiyeti! Sanki anarşist aydınlar siyasal sahnedeki yerlerini aldıktan sonra rollerini kusursuzca oynamışlar gibi. Resmin bütünü gerçekten bundan ibaret olsaydı anarşizmin günümüzdeki göreli güçsüzlüğünü tam olarak açıklayamazdık. Anarşizm bugün eğer beklenen düzeyde yaygınlaşamadıysa, bunun belki de birinci nedeni, söz konusu dergilerde yer almış kimi “aydın”ların anarşizmi, hatta solu terk etmiş olmaları ve bunun yarattığı moral kaybıdır.
Soydan haklı olarak Türkiye’de ilk anarşist aydınların Kara veEfendisiz dergilerinden çıktığını varsayıyor ve aydınlarla ilgili sorularını özellikle bu kişilere yöneltiyor: “Geçmişte Türkiye’nin anarşist bir aydını neden olmadı?” Öyle ya, anarşist bir aydın daha önce kendi türünden birinin neden olmadığını da bilir. Burada bir metodolojik sorun olduğunu sanmıyorum; ne de olsa aydınların tarihini yazanlar da yine mürekkep yalamış kişilerdir! Ancak bir yanılgıya da kapılmayalım: Söz konusu sorunun cevabını bilmek için ille de anarşist olmak gerekmiyor. Bu bağlamda Mehmet Ö. Alkan’ın belirttiği gibi (Soydan : 37) ‘70’lerin başından itibaren anarşist düşünceye yer veren kitaplar yayınlayan ve Karadöneminde sıkça fikrine başvurulan, Türkiye’de Sol Akımlar’ın tarihçisi Mete Tunçay’la da görüşülebilirdi. Diğer yandan bir anarşiste sorulabilecek en önemli soru herhalde kendinden önceki dönemleri nasıl değerlendirdiği değildir. Hatırlatmaya gerek var mı? Siyasi bir aktörün değeri tarihe bakışından değil tarihe yön vermesinden gelir; her ne kadar ikisi arasında bir ilişki olsa da.
Bu yazı bağlamında “aydın” terimine özel bir anlam yüklemeye gerek yok. Terimi bu coğrafyada hala yaygın olan “geleneksel aydın” anlamında kullanıyorum. Geleneksel entelektüelden spesifik entelektüele[2] neden geçemediğimiz ise ayrı bir konudur. Sanırım Foucault’nun (2000) şu tanımı yeterince açık ve birleştirici olacaktır: “Entelektüel bilgisini, uzmanlığını ve hakikatle ilişkisini siyasi mücadele alanında kullanan kişidir.” O halde anarşist aydını basitçe şöyle tanımlayabiliriz: Bilgisini, uzmanlığını ve hakikatle ilişkisini anarşist mücadele alanında kullanan kişidir. Ayrıca aydının üzerinde uzlaşılmış şu özelliklerini de hatırlayalım: Cesaret, eleştirellik, tutarlılık… Şimdi bu hatırlatmanın neden zorunlu olduğunu görelim.
Soydan’ın en önemli kusuru okurun zihninde şu izlenime yol açmasında yatıyor: Yazar anarşist düşünce ve hareketi Türkiye’ye ilk kez tanıtmış, var etmiş ve hâlâ anarşist düşünce ve hareket içinde bir şekilde yer alan, bunun için kafa patlatan kimi aydınlarla görüşerek önemli bir gazetecilik olayını gerçekleştirmiştir! Şeytan ayrıntıda gizlidir. Söz konusu izlenim kimi ayrıntıların okuyucunun bilgisine sunulmamış olmasıyla olanaklı kılınıyor. Kısaca söylersek Soydan gerçeğin tamamını söylemiyor:
Gerçeğin tamamını söylememek de bilerek aldatmadır ve yalan gibi o da istenmeyen sonuçlara yol açabilir. Bu yüzden, bu iki aldatma biçimi arasında ahlaki bir ayrım yapmanın nasıl bir mazereti olabileceğini anlamak zordur. Aradaki tek fark, yalanı ortaya çıkarmanın gerçeğin tamamının söylenmemiş olduğunu kanıtlamaktan daha kolay olmasıdır. (Warburton 2000: 65-66)
Soydan’ın kitabına bakarsak Reha Çamuroğlu’yla bir görüşme yapılmamış gibi görünüyor. Oysa yapılmış! “Ali Kürek”le yapılan röportaj ona ait. Bu yolla Soydan aydınlatırken karartıyor, gizem üretiyor. Kitabın yol açtığı yanlış anlamaları, biraz nostalji olsun diye Kara Bildirge’nin (Bkz. Soydan 2013: 75-78) tarzına öykünerek sıralayalım:
Yanlış anlama 1: “Ali Kürek” adını dün olduğu gibi bugün de kullanan anarşist biri vardır. Öyle görünüyor ki bu izlenim, belki de açıklamayı uygun görmedikleri nedenlerden dolayı Çamuroğlu ve Soydan’ın birlikte yol açtıkları bir yanılsamadır. Bu doğru değildir.Kara ve Efendisiz döneminin anarşistleri Ali Kürek’i önemli ve etkili bir anarşist entelektüel olarak gerçek adı ile birlikte tanırlardı.[3]Soydan’ı okuyanların çoğunluğu, bu konuda bilgilendirilmedikleri için onu ancak tarihsel bir roman karakteri gibi algılayacaktır.
Yanlış anlama 2: Ali Kürek anarşist düşüncelerini bugün de sürdürmektedir. Hadi canım sen de! Aradan çok sular aktı. Günümüzün ana akım medyasının diliyle: Flaş, flaş, flaş … Aleviliğini keşfetti… Kendisi reel politikaya atıldı… Doğru Yol Partisi’nde genel başkan yardımcılığına yükseldi… Mehmet Ağar’ın danışmanı oldu… AKP’nin alevi kotasından milletvekili seçildi… Kendi deyişiyle “bir aydın olarak” MHP ile görüşmeler bile yaptı.
Uzatmak gereksiz. Kendisi kamuoyunda AKP milletvekili olduğu dönemde “onlarca kişinin yakıldığı Madımak Otelinde hâlâ kebap yeniyor; orayı müze yaptırabilecek misiniz” sorusuna verdiği cevapla biliniyor:
Ben böyle müzeler, kırım anıtları, bunları sevmem. Bence benden böyle bir şeyi beklemesinler. Pozitif duygular için binlerce anıt dikmeye hazırım. Ama ben uluslaşma sürecinin hatırlamalar kadar bazen de unutmalarla gerçekleşebileceğine inanıyorum.[4]
İçimizden bir ses, bu yargının acımasız olduğu kadar haksız olduğunu, diyalektik düşünmemiz gerektiğini (ey diyalektik sen nelere kadirsin!), onun değişimine devam ederek eski teorik/politik konumuna (elbette, bir üst seviyede) yeniden dönmüş olabileceğini ve dolayısıyla onun Soydan’la yaptığı röportaja bakmamız gerektiğini söyleyebilir. Olabilir elbette! Bakalım ne demiş:
Şunu görmeliyiz: Birbirimizi öldürme gibi bir şansımız yok. Birbirimizle arkadaşlık, komşuluk etmek, ahbaplık, dostluk etmek durumundayız. Bunun Türkiye’ye çok büyük bir normalleşme getireceği kanaatindeyim. (Soydan : 109)
Görüldüğü gibi “anarşist” Kürek’in dili, ‘80 sonrasının “anarşi ve terör”e karşı geliştirilen normalleşme söyleminin bir kopyası gibi; tek istediği kaynaşmış bir kitle olmamız. Böylece söylem eylemi tamamlıyor. Belki de vaktiyle tıpkı Turgut Özal’ın arzu ettiği gibi dört eğilimin birleşmesini, sadece bir kesimin değil herkesin (anarşistlerin, Alevilerin, solun, muhafazakârların, milliyetçilerin, İslamcıların vb.) aydını olmak istiyor. Ama belli ki “bilgisini, uzmanlığını ve hakikatle ilişkisini anarşist mücadele alanında kullanan kişi” olmak istemiyor. Şimdi bu mülakatın neden hem bir gizeme hem de bir ironiye yol açtığı anlaşılıyor.
Amacımız ne vaktiyle oynanan tarihsel rolü inkâr etmek ne de samimiyetle üretilen metinlerin değerini sorgulamak. Roland Barthes’ın ileri sürdüğü “Yazarın Ölümü” nosyonu “Ali Kürek” imzasıyla yayınlanan metinler için de geçerlidir: Tüm metinler, yayınlandıktan sonra yazarından bağımsız bir yaşantıya kavuşurlar.
Bu topraklar ne yazık ki farklı yollardan yürüyerek benzer sonuçlara (“imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz”) ulaşan aydınlarla doludur. Ancak bu durumun salt bize özgü olduğunu da düşünmemeliyiz. Sorunun evrensel bir boyutu da var. Ulus Baker’in (1998) belirttiği gibi;
‘Der Klassenkampf ist eine vom Aussland eingeführte Theorie’(Krupp, 1937); ‘La Lucha des clasos es une Teoria importado del estranjero’ (General Franco,1936); ‘La lutte des classes est une théorie importée de l’étranger’ (Clemenceau, 1922); ‘Class struggle is a theory imported from abroad’ (W. Churchill, 1941)… Yani, Türkiye’de de, şu ya da bu tarihlerde, olur olmaz kişilerin ağzından hep duyduğumuz bir cümle –sınıf mücadelesi dışarıdan ithal edilmiş bir kuramdır…
Tıpkı politika gibi bir tarih yazımı da “gerçeğin tamamını söylememe” üzerine temellenmemelidir. Böyle bir tarz resmi tarih yazımına özgüdür. Eğer bir tür “kol kırılır yen içinde kalır” mantığı ile hareket edilmişse bu da yanlıştır! Zaten yıllardır bir tür tarih ve politika batağında yaşamıyor muyuz? Keşke Soydan’ın çalışması bu türden hatalarla malul olmasaydı. Aristoteles’in söylediği gibi: “Platon’u severim, o benim dostumdur ama gerçeği daha çok severim.”
Kaynakça:
Baker, U. (1998) “Yerellik: Bir Aşındırma Denemesi”, Birikim (111-112), s. 42
Foucault, M. (2000) Entelektüelin Siyasi İşlevi, çev. I. Ergüden ve O. Akınhay, İstanbul: Ayrıntı.
Soydan, M. (2013) Türkiye’de Anarşizm: Yüz Yıllık Gecikme, İstanbul: İletişim.
Warburton, N. (2000) A’dan Z’ye Düşünmek, çev. Sevda Çalışkan, Ankara: Dost.
[1] Barış Soydan, Türkiye’de Anarşizm: Yüz Yıllık Gecikme, 2013, İstanbul: İletişim Yayınları.
[2] Foucault’ya göre spesifik entelektüelin siyasal rolü “insanların bilincini ya da kafalarında olanı değil; hakikati üreten siyasi, ekonomik, kurumsal rejimi değiştirmek” üzere mücadele yürütmektir.
[3] O dönemin koşulları içinde müstear isim kullanmak doğal, belki de zorunluydu. O koşullarda anarşistler başlarına neler gelebileceğini kestiremiyorlardı. Kamu önünde kendimizi ‘anarşist’ten çok ‘liberter’ olarak adlandırıyorduk.
[4] http://www.milliyet.com.tr/2007/05/27/siyaset/asiy.html
Not: Bu Makale Mesele dergisinin 85’nci sayısında yayınlanmış, yazarın rızası üzre yayınlanmıştır. Barış Soydan’ın yanıtı da aynı dergide yer almış. Onu da ardından yayınlayacağız. Özellikle bizleri alakadar ettiğinden bu tartışmaya ehemmiyet göstermek gerektiğini düşünüyoruz.
Views: 91
[…] Türkiye’de “Anarşist Aydın” Olmak (Rıfat Saltoğlu – 31.12.2014) […]