7. İSLAM COĞRAFYASINDA DEVRİMCİ OLUŞUMLAR: FÜTÜVVET

0
45
Bazaar

Kur’an’ın çeşitli ayetlerinde:

Feta ve Fetayet sıfatı Kur’an’ın Nisa, Yusuf, Kehf, Enbiya surelerinin çeşitli ayetlerinde Put kıran ve her türlü baskıya karşı inancını koruyan ve mücadele eden anlamında kullanılıyor.

Fütüvvet kelimesi Arapçadır. Sözlüklerde “feta” kelimesi delikanlı, yiğit, eli açık, cömert, gözü pek, iyi huylu kişi olarak geçiyor. Çoğulu ise “fityan”dır.

Fütüvvet ve feta kavramlarından hareketle gelenekte bu kavramların atfedildiği birçok mesel mevcut. Hz. Ali ve birçok kişiye Feta sıfatı yakıştırılır.

Bugün birçok Alevi-Bektaşi cemevinde ya da kabrinde ya da ziyaret yerinde “La feta illa Ali la seyfe illa Zülfikar” yani “Ali’den başka yiğit, Zülfikar’dan başka kılıç yoktur” ibaresini görmek mümkündür. Zaten Fütüvvetnamelerin bir çoğunda Hz. Ali’ye özellikle atıf vardır. 

Kuşeyrî fütüvveti şöyle tanımlar: “Fütüvvet putu kırmaktır. Her insanın putu da kendi nefsidir. Her kim hevâ ve hevesine karşı gelirse hakikatte fütüvvet sahibi olur.”

Sülemi, fütüvveti peygamberlerin ve önemli kişiliklerin halleriyle sembol olmuş özellikleriyle tanımlamayı tercih ediyor: “Âdem gibi özür dilemek, Nuh gibi iyi, İbrahim gibi vefalı, İsmail gibi dürüst, Musa gibi ihlaslı, Eyüb gibi sabırlı, Davud gibi cömert, Hz. Muhammed gibi merhametli, Ebu Bekir gibi hamiyetli, Ömer gibi adaletli, Osman gibi hayalı, Ali gibi bilgili olmaktır.”

FÜTÜVVET İLKELERİ

Fütüvvetten ilk söz edenler Cafer-i Sâdık (ö. 148/765), Fudayl b. Iyâz (ö. 187/803), Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855), Sehl b. Abdullah (ö. 283/896) ve Cüneyd-i Bağdadi (ö. 297/909) gibi sufilerdir ki bu şahıslar bu kavramın hicri 2. Yüzyılda anlam ve yaygınlık kazandığına da işaret eder.

Fütüvvet ilkeleri kaba olarak şöyledir:

  • İsar (Diğerkâmlık): “diğer insanlara maddi veya manevi kişisel çıkar gözetmeksizin yararlı olmaya çalışma”, “başkalarının yararını da kendi yararı kadar gözetme”, “başkalarını düşünme” ve “fedakârlık” yani Karşılıksızlık olarak da kısaca ifade edilebilir bu. İng.  Altruism.

Buna İbn Arabi şöyle temas ediyor: Allah’ın bu karşılıksızlığı fütüvvet olarak tanımlanır. Müslüman bir kişinin, mülkün sahibi olan Allah’ın bu karşılıksızlığından alacağı ders –iyilik, vefakârlık ve fedakârlık olarak insana dönen bu hal– fütüvvetin adıdır.”

Diğerkamlığa dair bir örnek olarak bir muhabbetten şöyle bahsedilir:

Hac esnasında Şakik-i Belhi, İbrahim B. Edhem ile karşılaşır. Edhem’e geçimini nasıl temin ettiğini sorar. Edhem “Elime bir şey geçince şükrediyor, geçmezse sabrediyorum,” der. Şakik “Belh köpeklerinin de yaptığı budur. Buldukları vakit riayetkâr olur, bulamadıkları zaman sabrederler” deyince Edhem, Şakik’e sormuş. Şakik ise “Bulduğumuzda dağıtırız, bulamadığımızda şükrederiz,” diyor.

İsar yani diğerkamlık anarşizmin önemi kavramlarından biri olarak ifade edilen Karşılıklı yardımlaşmadan bir nebze farklı bir kavram olduğunu düşünürdüm. Fakat “Mutual aid” karşılıksızlık anlamına da gelen bir kavram. Kropotkin’de bu karşılıksızlığı görmek mümkün.

İsar açık bir şekilde karşılıksızlık fikrine ve davranışına işaret eder.

  • Cömertlik,
  • Hoşgörü ve Bağışlayıcılık,
  • Tevazu,
  • Dostluk İyi Geçinme ve Şakalaşma,
  • Ahde Vefa (Sözünde durma),
  • Hizmet,
  • Nefis Mücahedesi.

Tüm bu prensipleri ve daha fazlasını kendisi de Melami olan El-Sülemi’nin kitabından görmek mümkündür.

Sülemi eserinde 124 prensipten örnekler verir ama aslen bunu 740 tane olduğu da söylenir.

İbn Arabi ise gerçek feta ancak Melamilerdir, der.

Melamet ve melametilerin prensipleri ile Fütüvvetin prensipleri hemen hemen aynıdır ve aynı şekilde ifa olunmuştur.

İlk haliyle Ahi-fütüvvet erbabının melameti fikriyattan da gelen etkiyle dünyevi hiçbir otoriteyi kabul etmemeleri ve iktidar-otoriteden uzak durmaları ancak “La ilahe illallah” ile yani Allah’tan başka bir ilah tanımamakla açıklanabilir.

“La İlahe İllallah”, “Allah’tan Başka İlah Yoktur” demek Allah’ın hâkim ve her şeye kadir olmaklığı, evvel ve ahirliği, her şeyde, her anda, durumda haberdar ve bilgisi olduğu anlamına, ondan başkasına kul olmamaya ve ona eş koşmamak gerektiğine işaret eder.

İnfak tartışması zaten bilinen bir vakadır. Bu zaten dayanışmanın bir diğer adıdır.

Zekat ve infak etmenin İslam’ın en önemli ayakları olduğu ve mal biriktirmenin günah olduğu işlenir. Bu fikrin dayandığı birçok ayetin içinde öne çıkan ayet Enfal suresinin 28. Ayetidir.

Mesela : “Biliniz ki mallarınız ve çocuklarınız birer fitnedir (imtihandır). Allah’a gelince büyük mükâfat, O’nun yanındadır.” ayeti adalet ve mal biriktirmeye karşı bir şekilde okunabilir.

Bu hem mal biriktirmek ve hem de adalet için önemli bir prensibe gönderme olmalıdır.

FÜTÜVVET VE MELAMİLİK

İlk Melamiler arasında ismi geçen Ebu Osman el-Hıri’nin ana tarafından büyük babası olan Sülemi’nin Fütüvvet ve Melamilik üzre iki eserinin olması tesadüfî değildir.

Esnaf birliklerinin Ahilik olarak addedilmeden önceki fütüvvet anlayışında fütüvvet ehlinin kendine özgü dünya görüşü ve hayat anlayışı mevcuttur. Kişinin nefsini kınaması ve yermesi (levm) anlayışına dayanır ve bu tarza “melamet” ya da “melameti” denir. Fütüvvet ehli cömert ve yiğit olur ama takdir, teveccüh beklemez ve bu yolla şan, şeref sahibi olmaktan sakınır. Sadece ve sadece Allah rızasını dikkate alır ve dünyevi menfaat ve şerefe meyil göstermez.

Birçok Melamet ehlinin fütüvvet yolunda bulunduğu bilinen bir şeydir.

Fütüvvet törenleri

Ritüelleri Bektaşi ve Ahi ritüelleri ile benzerliğe sahiptir. Bunlar şerbet içme, şed kuşanma, şalvar kuşanma, kardeş tutma, Fütüvvet Hutbesini’ni okuma vb.dir.

Giyim: Siyah elbiseler giydikleri, sarı ve kızıl elbise giyinmedikleri, sarıklarının yedi ya da dokuz arşın olduğu belirtiliyor.

Fütüvvette yasaklı olanlar

Burgazi fütüvvetnamesi’nde yasaklı olanların listesi şöyle: Müslüman olmayanlar, fitne fesat çıkaranlar, falcılar, kriminaller, yalancılar vb. (Böyle bir liste yüzyıllar boyunca değişmiştir fakat yukarıda sıraladıklarım -Zımmiler hariç- hiç değişmeden kalanları işaret ediyor.)

Devletle İlişkide Olmamak Prensibi Dünyevi Fütüvvet Ehli…

Fütüvvet fikrini yayanın İsmaililer olduğunu yazar Neşet Çağatay. Bunu Hasan Sabbah’ın Melikşah’a mektubunda dahi anlamak mümkündür.

Fütüvvette olan kardeşliğe alınma töreni (kadehten içme, şalvar giyme, arkaya vurma, saç kesme) eski Sami kavimlerinin geleneklerinden gelen ve Hıristiyanlığa da giren geleneklerle benzerlik arz eder.

Yüz yıllarca Anadolu ve Avrupa’da hakimiyet kurmuş Bizansın Bizans Loncaları ile Fütüvvet arasında hiçbir ilişki olmadığını iddia etmek mümkün değildir.

İzleri daha önceden olmasına rağmen Fütüvvetin siyaset ve devletle hemhal olduğu an Abbasiler dönemine denk geliyor. Aslında Orta Doğu’da ayyarlar, rindler, civanmerdler (İran’da) vb. ismi ile telakki edilen fütüvvet birlikleri varlıkları itibarı ile politik birer oluşumdur.

Halife Nasır ise eski Fütüvvet teşkilatını kendisinden şalvar giyenler ve fütüvvetin başı olarak tanıyanlar dışında kalanları lağvetmiş yani yasadışı ilan etmiş, birçok hükümdara da şalvar giydirmiştir. Tüm İslam dünyasında bunu yaymaya ve hükümdarları şalvar giydirip, Ka’s-el Fütüvve’den içmeye davet etmiş, sufileri de etkisi altına almayı başarmıştır.

Mikail Bayram, Nasır’ın Sünnilikten Şiiliğe intisab ettiğini ve ilginçtir emri altında çalışan âlimler olan Şihabeddin Sühreverdi, Evhadüdedin Kirmani, Ebu Cafer Muhammet Berzai, Mecdüdedin Bağdadi’nin hepsinin Sünni olduğunu iddia eder.

İbni Bibi’ye göre Halife Nasır, Meşhur sufi “Avarif al-ma’arif” ve “Kitab-al-Fütuvva”nın yazarı Şihabeddin Sühreverdi’yi Rum, Ermeni ve Diyarbekir diyarlarına saltanat ve hükümet fermanıyla kılıç, yüzük vb. hediyelerle Sultan Alaeddin Keykubad’a gönderir. Padişah ve heyeti onu Aksaray’da karşılar ve Padişah Sühreverdi’nin elini öper.

Ama bunlar fütüvveti yöneticiler düzeyinde ele alındığında gözle görülen temalar. Devletler her zaman Fütüvveti gördüğümüz gibi bir araç olarak toplumu denetlemek ve kontrol altında tutmak maksadıyla kullanmaya çalışmışlar ve kimi zaman ilişkileri bu minvalde olmuş ama kendi başlarına birer oluş olarak Fütüvvet ve onla beraber onun devamı olarak sonraları Ahi örgütlenmesi devlet ve devletlü ile ilişkileri benimsemeyen bir özelliğe sahip olmuş, özellikle belli bir döneme kadar çeşitli Ahi birliklerinde bu anlayış hakim olmuştur.

Osmanlı ve Çeşitli Oluşumlara Dair Kısa Notlar

– Fuat Köprülü’ye göre Yeseviye, Kalenderiye ve Haydariyenin karışmasından Babailik meydana gelmiştir. Buna Vefailiği de eklemekte beis yoktur.

Babailiğin ise Vefaiye’den geldiğini Cemal kafadar ve Ayfer Karakaya-Stump çalışmalarında iddia ederler.

Baba İlyas, Ertuğrul ile beraber Anadolu’ya gelmiş. Babiler Selçukludan kaçarak Karaman bölgesine yerleşmiş. Bir kısmı ise Osmanlı beyliği olarak duruyor. Yani bahsi geçen şahsiyetler Selçuklu’dan kaçan ve yeni beylikler kuran insanlar.

– Edebali’nin ise bir Vefai şeyhi olduğu iddia ediliyor.

Bundan hareketle Osmanlı beyliği ya da İmparatorluğu denen kuruluşun kendisi baştan itibaren Sünnilikle ya da “ortodoksi” denen şeyle ilişkisi çok tartışmalıdır. 

– Ayrıca bu oluşuma İmparatorluk denmesi ancak Fatih Mehmet ile başlar. Bu süreç yani İstanbul’un alınması sonrasına kadar bir devletten bahsetmek çok zor ancak devletin nüvesi olarak telakki edilebilir.

– Ö.L. Barkan, Bacıyan-ı Rum’u bir tarafa koyarak Abdalan-ı Rum ve Ahiyan-ı Rum hakkında “Türk ve İslam dünyasının her tarafında şubeleri bulunan ve bugünkü Komünist yahut freemason” teşkilatlarına benzeyen tarikatlar olduğunu söyler. Osmanlının bu örgütlenme vasıtasıyla yayılma imkânı bulduğu iddiasındadır o. Ahi Birliklerinin önemini sadece kasaba ve kentler değil köylerde de örgütlenmesi dolayısıyla hatırlatır.

Barkan Dervişlerin yani -Haydari, Kalenderi, Cavlaki ve Işıkların Abdalan-ı Rum, Ahiyan-ı Rum dervişlerinden farklı olduğunu da iddia eder.

– Orta Çağ Türk devletleri aslen kabile “devletleri” olarak ifade edilmelidir. Bu kabile “devletleri”nin aynı zamanda göçebe ve yarı göçebe “devletler” olduğu da göz önünde bulundurulursa aslında devlet adına pek fazla bir şey kalmaz. Onlar Anadolu Selçuklu Sultanlığı ve Osmanlı Beyliği boyunca da faal olarak var olmuş ve varlıklarını aslen özerk olarak korumuş kabile beylikleri, sancakları, otonomları olarak da adlandırılabilir.

– Osmanlı Beyliği’nde bazı savaşçıların uç beyleri olarak atanması da ilk defa I. Murad döneminde gerçekleşmiştir. Bu, öncelikle durumunun bilincinde olan bir merkezi iktidar ile rolleri merkez tarafından ve onun karşısında belirlenen uç savaşçıları arasında ima ettiği sosyo-politik ayırım bakımından önemlidir.

Alişan Şahin

Views: 19

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz