Anlatımız Sivrihisar’da toplanmış erenlerin Rum’a izinsiz giren Hacı Bektaş’ı yakalayıp getirmesi için bir ereni görevlendirmesiyle sürer (bak Güvercini Avlamak bölümü). Görevlendirme yeterliliği ya da yetkinliği göz önüne alan topluluğun ya da erenlerin isteğine bağlı olarak gerçekleşir. Bu bir atama ya da seçim midir? Birbirlerinin ayrımlı yetenek ve güçlerini ayrıntılarıyla bilen, tanıyan bir toplulukta seçim edimi pek yoktur. Çünkü her seçim uygunluğu ya da uygunu değil zorunluluğu öne çıkarır. Seçilen şey bir sınırlılığın, bir zorunda kalışın zorlamasıdır. Böylesi seçimler, belki de her seçim içinde bir güdüklüğü, bir eksik oluşu taşır. Seçimler “kırk katır mı, kırk satır mı” ya da kötülerin iyisini (ehven-i şer) bulmaya yöneliktir. Seçimler topluluk açısından demosun işleyişinden kentin dikeylikle işleyen toplumsalcı demokrasilerine bir yöneliştir. Seçimler çokluğu teke indirgeyen edimlerdir. Dışlanan her zaman çokluktur; onların istemleri, istekleri, dilekleridir (arzularıdır). Ortada zorunlu bir görev, çoğunda görevler vardır. Güçleri ayrımlı olan topluluk üyeleri gönüllülük temelinde istekte bulunacaklardır. Sonuç olarak da bir kişi görülmesi gerekli işe soyunacaktır. Bu göreve istemli oluşta isteyenin gücünü bilişine, topluluğun istekliyi tanıyışı, bilişi, kezlerce onun edimlerini deneyimleyişi eklenir. Uygun olmadığı düşünülen bir istekli topluluk adına değil, topluluk tarafından benimsenmez. Böylesi durumlar az yaşanır. Bunu engelleyen de kişi ile topluluğun istemlerinin, bilinçlerinin, bilinçdışının kaynaşmış olmasıdır. Bu kaynaşma kesinlikle özdeşleşmeci, eşdeşleşmeci, özümsemeci değil, ayrılıkları, ayrımları koruyan ve ayrılıklardan elbirliği, işbirliği, güç birliği yaratan bağlar, ilişkiler, edep denilen davranış kalıpları ve erkan denilen yöntem, yol, yordamlarla sağlanır. Topluluklar onlarca ayrımlı kişilerin eşgüdümlü bir irfan ya da bilme, anlama, ekin kaynaşıklığı kurabilmeleri ucundan canlı kalır. Bunun da “ilksel ile çağdaş demokrasilerle” yakın uzak ilişkisizliği ortadadır. Bütün bunlar taptırıldığımız demokrasi ve onun seçimlerini, seçimleri izleyen atamaları sorgulamamızın zamanının çoktan geçtiğini göstermez mi? Ayrıca bütünsel bir kent, bütünsel bir yönetim, bütünsel bir ülke ve onun işleyişine, işletilişine bir şaşmaz göksellik sağlama peşindeki sosyal bilimlerini sorguya çekmenin geciktirilmişliğini düşünmek de aynı gecikmişlik özürünü taşıyan insanları töhmet altına ya da devletlerin yasaları karşısında suç olmasa da, düşünen, duyan, duyumsayan toplulukların ortak anlayışlarınca özürlü iş işleyenler -kabahatlılar- durumuna sokmaz mı?
Jean Baudrillard’ın 1980’lerin sonlarına doğru yazdığı kitabının sorularıyla koşuttur bu sorular. Bu da en azından benim uçuk aykırılıklarla işimin olmayabileceğine ilişkin minik bir im, bir gösterge olabilir. Baudrillard sosyalistler ve kullandıkları sosyolojinin neleri kapsayabileceğini şöyle sorgular:
Oysa sosyalizme inananlar bütün bunlara karşı çıkmaktadır –aynısı bütün sosyologlar için de geçerlidir- (ve ben de zaten bu yüzden onlarla ilgili olarak bugün [1988?] siyasetin ne anlama geldiğini bilmediklerini söylüyorum). Şöyle ki, onlara göre her toplum toplumsal özelliklere potansiyel olarak sahiptir, yani kendi ürettiği değerlerle dayanışma içinde olmanın yanı sıra bizzat ürettiği kolektif öneriyle de uyum içindedir. Bu durumda sorun, toplumu kendi ürettiği projeyle uzlaştırmak ve toplumsallaşmak isteyeni “toplumsallaştırmaktan” ibarettir. Değerler düzeyinde karşılaşılan her türlü ikiyüzlülüğe ve her türlü yüzeysellik stratejisine son verilmelidir: toplumsal ilişkinin azami düzeye çıkarılması, kolektif sorumluluğun ( ve aynı zamanda denetimin de tabii) yoğunluğu, kültürün yüceltilmesi gibi. Her şeyi şeffaflaştırmaya çalışan, inanılmaz saflıktaki sosyalist düş böyle bir şeye benzemekte. Oysa şimdiye kadar hiç bunlara inanan bir grup olmuş mudur? (J. Baudrillard, İlahi Sol, s. 73, ç. O. Adanır 2015. )
Çok basit, çok yalın görünen bu topluluksal işleyişte en gelişkin “demokrasi ilkelerinden” daha ince, daha güzellikçi (estetik), daha gerçekçi bir ilke vardır. Topluluk ancak zorunlulukların karmaşasında ayrı yetenekteki üyelerinin özgürce, aynı anda gönüllüce bir işi işlemesiyle ayakta kalabilir. Bu ilke bir topluluk olmanın, bir toplu yaşamı sürdürmenin zorunlu bir gereğidir. Çünkü bu düzeyde “son çözümlemede” gereklilikler kişilerin özgürlüğünü bir parçacık da olsa engellemez.
Örneğin Atina’nın Solon zamanındaki 12 “demos”u ile yapısal, ilişkisel, işlevsel, ilkesel benzerlikler çoktur. Demos’u topluluk, bir yerleşimdeki bağımsız ve özerk bir topluluk, işlerini gönüllülük temelinde yapan özgür insanların eşit ve yatay olarak örgütlendiği, birbirine bağlandığı bir topluluk olarak okuyabiliriz. Demokrasinin dilsel soyağacındaki “demo-” kökü, 12 yerleşkeli (mahalle) Atina’da ilkönce kentin büyütülmesine, sonra da tek elden yönetilmesine neden olan yayılmacı anlayışların egemen olmasıyla bozulmuştur. Bu yayılmacı anlayışların yaslandığı soyağaçları ise kadınların, kölelerin, yabancıların Atina kentinin işlerinde zorunlu olarak çalışmalarına karşın söz ıssı olamayışlarına çıkar. Demokrasi ilk başta bu sınırlılık, dışlanma, tek yanlı bir zorlama ile yaralıdır (malüldür), yaralanmıştır. 12 Demoslu kent başlangıçtaki özerk yerleşkelerde yaşayan toplulukların işbirliğinde, örnekçiliği (temsilciliği) uygulayarak dikey bir örgütlenmeye geçmiştir. Çünkü büyümüştür, genişlemiştir, yayvanlaşmıştır; bu kendine yetmezlik içinde yayılmacı dilekler, istekler, tasarılar edinmiştir. Böylece devlet ve toplumu biçimlenmeye, işlemeye başlamıştır… Böylece bir yerleşkede işleyen ortaklaşa karar alma süreci, elbirliğiyle sürdürülen yaşam, son olarak da yerleşkenin işlerinde “agorada/yerleşkenin ana alanında” söz söyleme yetkisi örnekçilere devredilerek yönetenler/ örnekçiler ile yönetilenler/ siyasette, ortak karar almalarda söz hakkı olmayanlar ayrışması eylemsel (fiili, de facto) olarak yerleşmiştir.
Oysa topluluk düşüncesi, kararları, işleri örnekçilere devredilemez. Örnekçe ya da temsil (misal/misli-katı olan) göklere çıkarılan sınıflı, dikeydizili düzenlerin temel kuramıdır. J. Baudrillard (karşı çıktığım kavramlarla da olsa) Fransa’daki durumu 1990’lara doğru, 1848’lerin, 1871’lerin Fransa’sına karşın içler acıtıcı bulur.
Kitleler temsil edilemez, çünkü toplumsal olan ve siyaset, temsiliyet ve yasama alanlarına aittir. Bu edilgin sayılamayacak kitlesel duyarsızlık, çok iyi bir güdümleyici olan tepkisizliğe dayalı meydan okuma hakkında ne biliyoruz? Kitle denilen şeye bir anlam kazandıran toplumsal, hiç anlama sahip oldu mu acaba? (J. Baudrillard, İlahi Sol, s. 35, ç. O. Adanır 2015.)
(Yukarıda yazdığım öbekte üzerinde düşünülmesi ya da karşı çıkılması gereken “soyağacı” benzetmesi olmalı. Birilerinin ereklerine, amaçlarına göre biçimlendirilmiş araçlar olan dilin kavramları içinde kalakalmak… Çünkü bu bakışla gerçekliği bırakalım geniş bir yönden kavramayı, kavrayışımızda kavranılan şey de daha başından yamuktur. Çünkü topluluğa ilişkin hiçbir şey ağaçsal değil, tersine ayrıkotsudur ya da köksapsaldır (Deleuze-Guattari’nin “rhizom”u). Bir başlangıcı, bir sonu, bir nedeni, bir sonucu, kökü, gövdesi, kolu, dalı… olmayıp karmaşıklıktaki oluş ve bozuluşlarla, denk gelişlerle (rastlayışlarla) sürer gider. Bu yüzden dili, kavramları, tanımlıkları (terim) en uygun göründüğü kullanım yerlerinde bile sorgulamalıyız, bozmalıyız, yeniden yeniden oluşturmalıyız. Çünkü değişmez olan bir şey ancak kurgudaki saymacadır. Değişmez, değiştirilemez Dil de bir saymacadır.)
Anlatımızdaki tümcelerin muradı da yukarıdaki çözümleme ve yorumsal birleştirmelerdeki savlarla ilerler, durmadan yeni anlamlar üretir.
-Bir kimse ola kim doğan şekline uruna vara onu oturduğu yerde avlayıp getire, dediler.
Burada yalnızca bir görev saptaması vardır. Yaslandığı varsayım da doğan donuna girebilen erenlerin çokluğudur. Bunu toplulukta bulunan her eren bilir. Yine bildikleri bir şey de bu gücü olgunca (kamilen) taşıyan erlerden bir er vardır. O ün vermezse başka bir er “benem” diye ünleyecektir.
Ortalarında Hacı Denizli [Dogrul] derler bir er vardı. Bayezit Sultanın ulu halifelerinden idi. Ruma İraktan gelmiş idi. (…) etti: -Müsaadenizle ben varayım, doğan şekline urunup anı yakalayıp getireyim, dedi.
Bu kısacık, 6 tümcecik sayılabilecek öbekte sayısız bilgi, kavram, tanımlık, anlam kümesi var. Örneğin topluluğu imleyerek içlerinde değil, “ortalarında” diyebilme güzelliği… Ancak ben yalnızca Denizli/Doğrul sözcükleri üzerinde durmak istiyorum. Denizli<Tonguzlu (burunsal /n/ ile donuzlu seslendirmesiyle okunmalı) sözcüğünün sonradan aldığı biçimdir. Domuzlu anlamına gelir ki, bunun bir erene vurulma olasılığı çok düşüktür. Çünkü Musevilik ve İslam’da bu hayvan yenmesi yasaklar çizelgesinde yer alır ve bir aşağılama, sövme (küfür, küffara, kafirlere katma sözcüğü. Hoş birçok Batı dilinde de domuz aynı göstergeyi içeren) sözcüktür. Aytekin’in okumasıyla “Denizli” olan sözcük Gölpınarlı okumasında “Dogrul”dur (Gölpınarlı, Vilayetname, s. 19). Bu ayrımı ortaya çıkaran da ilk baştan yazmadaki “sağır nun” yazacıdır. Yazaç burunsal /n/ okunduğu gibi /g/k/sonradan /ğ/ sesleriyle de okunabilir. Ancak bu kesimdeki anlam bağlanışları izlendiğinde bu sözcük “Dogrul” olur. Doğrul Doğu türkçesinde (kaşgarca>çağatayca>özbekçe) şu anlamdadır:
“togrıl: Yırtıcı bir kuş. Bin tane kaz öldürür, ama yalnızca bir tanesini yer. ‘Bir erkek adı’ olarak togrıl buradan hareketle kullanılır” (Kaşgarlı Mahmud, Divan, s. 575).
Doğrul>doğan kuşudur oğuzcada. Ancak oğuzca özel adlarda tuğrul olarak yaşar (Selçukluların Tuğrul Bey’inde olduğu gibi. Yine oğuzca özel adlardaki doğan adı da aynı anlamdadır. (Aşağıda alıntılanan kesimde yazmada aynı yazaçlarla, bir elin becerdiğince benzer yazılan bu üç kullanış Aytekin tarafından olgun bir güzellikle arka arkaya sıralanır (yazı aktarımını yapan elin özgürlüğü hakkıyla): Doğan-Tuğrul-Denizli. Böylece “Denizli” okunuşunu da elindeki ya da çalıştığı Velayetname yazmasına dayandırarak aklar; böyle de okunabilir der sanki…) Az da olsa bazı halklar oğuzcanın etkisiyle doğan>togan değişimini yapmıştır. (Zeki Velidi Hoca, soyadını seçme konumunda olduğu ya da hakkı olduğundan kendine kendi ana dili olan başkırtçadaki “Togan”ı seçmiştir.) Zaten Velayetname’nin yazı aktarımını (transcription/yazıçevrimi/yazıçevirisini) yapan Aytekin de öbekteki diğer okumalarında bu sözcüğü doğan olarak okumuştur: “ doğan şekline urunup anı yakalayıp getireyim, dedi.” Sonra Hacı Dogrul’un bu gönüllüğüne, bu ortaya çıkma yürekliliğine topluluk onay verir. Çünkü görev kendisinde en yetkin, en olgun yetenekleri taşıdığı bilinen kişiye verilir. Başka bir eren de bu onaya karşı gelmez. Çünkü o eren de bilir ki, olgun olan çoğunda tehlikesine bakmadan ortaya gönüllü olarak atılan olur. Sonra hayırlılar, dualar, alış vermeler, söylemeler, dileklerle görev alan kişi onaylanır:
Andan Ru[m] erenleri “Nola kuvvetin olsun, [sana işinde kuvvet ve başarı dileriz. Gerçekleşsin bir Tanrı!] dediler.”
Hacı Doğrul’un doğan donuna bürünmesi, adının imlediği özelliklerine içkindir. Adcılık da o çağların inanılan bir bilgi yordamıdır. Doğrul da kişiliğinde doğanlığı, avcılığı, güçlü bir yakalayıcılığı, kapıcılığı taşır. Bu özelliği Kaşgarlı da vurgular: ‘Bir erkek adı’ olarak togrıl buradan hareketle [doğan kuşunun bin kaz avlamasından dolayı] kullanılır.” Ancak bu yetenek (don değiştirme) bizce bugün bilinir, inanılır, olası değildir. Bugün bir “hurafe/ boşinan, boşinanç sayılır. Onu anlamaya çalışmamız da boşuna bir uğraş olarak kalır. Çünkü anlağımız, anlak yeteneklerimiz bilimsel anlayışların egemenliği altındadır. Bilim çağının anamalcılıkla derinleşmesi, insanı oluşturan koşulların devlet, anamal biriktirmeci düzen, bilimcilikle sarmalandığını da gösterir. Bilim sanıldığınca bağımsız, genel bir insanseverlikten, insaniçincilikten yana değildir. Bilimin Hiroşima’sı, Nagazaki’si bunu da imler. Onun yöntem, varsayım ve önermelerinin dışına çıkabilmemiz şimdilik olanaklı değil. Bir şeyi anlamak, onu açıklamak da bilimci bakışların egemenliği (sultası) altındadır. Bir şeyi bugünün bakışlarıyla açıklamaya çalışmak ilkönce tarihdışılıktır (anakronik), zamandışı bir evrenselciliktir. Bu yüzden Castaneda gibi bir bilge, bir dıştabırakılandır ( harici, sapık, heretik, outsider). Çünkü bir dönemde baskın tek anlayış varsayılanın, çağdaş “toplumsal” düzümlerin ya da bilimsel normların dışında olan kişi, bir sapıklığa düşmüş, sapmış, sapık sayılır. İnsanbilim ile toplumbilimin “topluluk içinden bakış/emik bakışlı gözlem ile katılımcı gözlem”lerinin sınırlamalarını kaldırarak kendini sapkınlıktan koruyamamıştır bazı bilgeler. Sapıkların devlet ile toplum/ kamu tarafından bilim tapınakları olan üniversitenin (uni+univers+univer-site>tekçi, türdeş, evrenci kent) içine girmesine elbette yüce bilimsellik adına izin verilemez. Yani her şeye açık seçik açıklama ve açımlamalar getirebilen saltıkçı kurgucu bilimsellikte (a prioriler, ad hoclar, dogma ve doxalarla yapılan açıklamacılıklar: hipotezler/ savlar, kuramlar, kanıtlamalar…dizgeleriyle) şöyle denilemez:
Velinimetini (usta/pir/mürşid)tarif ederken Don Juan[bir Yaque bilgesi], “diablero” kelimesini kullandı. Daha sonra öğrendiğime göre diablero sözcüğü sadece Sonoralı Kızılderililer[Meksika] tarafından kullanılıyor. Karabüyü yapan, kendini köpek, tilki veya herhangi bir yaratığa dönüştürebilme gücüne sahip olan insanlara deniyormuş. … Kızılderililerin, diablero’ların varlığı hakkındaki inançlarını sorgulamaya karar verdim. (…) ‘Diablero’nun, istediği her türlü forma girebilen bir keşiş olduğunu söylüyorlar. … bu tamamen bir saçmalık. Buradaki yaşlı insanlar , diablero’lar hakkında birçok hikaye anlatırlar. Bizim gibi gençlerden bunları duyamazsın.’ ( …) ‘Bu zamanlarda hiç diablero var mı, Dona Luz?’ ‘Bu tarz şeyler çok gizlidir. Artık diablero olmadığını söylüyorlar fakat ben şüpheliyim çünkü bir diablero’nun aile üyesi, o diablero’nun ne bildiğini öğrenmek zorunda. Diablero’ların kendi kanunları var. Ve bunlardan bir tanesi de sırlarını akrabalarından birine [ya da yetenekli bir çırağa] öğretmek zorunda olması.’ (C. Castaneda, Don Juan’ın Öğretileri,s. XXVII,XXIX ç. D. Taneri 2014.)
Bütün bunların yüzünden bir açıklama çabasına girmeden anlatımızı okumayı sürdürelim:
Hacı Denizli, heman saat doğan şekline urunup havaya pervaz urdu. Nazar saldı. Hava yüzünden gördü kim Sulaca Kara Üyüğün üzerinde güvercin donunda bir kimse var. Zamiri heman oldur, dedi. Dahi hava yüzünden pençesin açıp Hünkarın üzerine indi. Ol pençesiyle çarpacak sırada, Hazreti Hünkar Hacı Bektaş Veli kaddesallahu Sırrelziz geri adam donuna girdi. Hacı Tuğrulu inerken kaptı. Öyle şiddetli sıktı ki, Hacı Denizli’nin aklı gitti.
Hazreti Hünkar elinden bıraktı biraz yattı. Ta kim aklı başına geldi. Kalktı, gördü kim, Hünkar karşısında oturur. -Biz eksiklik ettik, siz erenlerden kerem, deyip ileri geldi. Hazreti Hünkarın elini öptü. Ayağına düştü. Miskinlik eyledi. Önünde kisvetin kodu, dahi geri çekildi. El kavırışıp [kavuşturup] yerine geçip durdu.
Burada azbir soluklanalım. “Bin kaz öldürür ama birini yer” betimlemesinin dışındayız çünkü. Hacı Doğrul ya da Hacı toğrul bir doğan kuşu değildir. Doğana dönüşmüş bir erdir. Ereği, niyeti de doymak değil, Fatma Bacı’nın Hacı Bektaş diye seslendiği bir ereni cırnağına alıp topluluğa getirmektir. Ama Hacı Bektaş tez elden güvercinlikten doğanla baş edebilecek bir dona, insan donuna dönüşerek onu boğazından yakalar. Hacı Doğrul güçler çekişmesinde kendinden daha güçlü bir erenle el boğaza karşılaştığını bir solukta anlar. Güç de sınırlıdır. Güçlülük de el gibi üstünlük ya da artıklık taşır. Doğa böyledir. Etoburları otobur yapmaz. Olsa olsa canlılar zorunlulukta eşzamanlı etobur ile otobur olabilir. Bazıları da bu biçem değiştirmeyi beceremezse yok olur gider. Canlının yapacağı, zorunlulukta kaldığında biçem değiştirmektir. Doğaya uymaktır. Bu kendiliğinden durgunlaşma (teslim, selamete erme) bir boyun eğiş değildir. Doğanın o durumunu kavrayıp yasaya uyma, boşuna bir erk tüketimini, yitimini de önleyebilir. Bu bir canlılık, güdülenme, içtepisi, bilinç, ayrımına varış, kavrayış yordamıdır. eşsüremli olarak bir yaşamı sürdürme kurnazlığıdır da. Çoğu durumda gerçekliğin benimsenmesi, yaşamı sürdürmede geçerli bir yordamdır. Doğrul da “miskinlik” eder. Özür diler. Erenlikteki derecesini kavrar ve yaptığı oranlamada kendisinden güçlü olandan saygıyla “aman” diler. Bir boyun eğiş içinde değildir; yasanın istemeyle tanınması eşzamanlı bir saygı, bir “miskinlik gösterme” eylemidir. Velayetname yazarının I. Kant’tan çok çok önce bu ilişkiyi dile getirişinin dolaylı açıklığı çok güzel bir denk düşmedir:
Saygı bir duygu olsa bile, etkilenmekle [edilgin olarak] duyulan bir duygu değil, aklın bir kavramı aracılığıyla kendi kendine yaşanan, bundan dolayı da eğilimin ya da korkunun yarattığı ilk türden bütün duygulardan türce ayrılan bir duygudur. Kendim için bir yasa olarak tanıdığımı, saygıyla tanıyorum. Bu da, duyularıma başka herhangi bir etkileme aracılığı olmadan, istememin [irade, istenç, Wille] bir yasa altında bulunduğu bilincinden başka bir şey demek değildir… Aslında saygı, ben sevgimi yıkan bir değerin tasarımıdır; dolayısıyla ne eğilim ne de korku nesnesi sayılabilecek bir şeydir, hernekadar bunların her ikisine de denk düşen bir şey taşıyorsa da. Saygının nesnesi yalnız ve yalnız yasadır, hem de kendi kendimize, üstelik kendi başına zorunlu imişçesine kabul ettirdiğimiz yasa. … yine de istememizin sonucudur, ilk bakımdan korkuya, ikinci bakımdan ise eğilime denk düşer. … Doğal yeteneklerimizi genişletmeyi de ödev saydığımızdan, yetenekli bir kişide sanki bir yasanın örneğini görüyoruz, (eğitimle onun gibi olmayı tasarlıyoruz), bu da saygımızı oluşturuyor. Ahlaksal denen her ilgi yalnız ve yalnız yasaya saygıdır. (I. Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, s. 17, ç. İ. Kuçuradi 1995.)
Hacı Doğrul, Hacı Bektaş’ın ululuğunu birçok boyutuyla kavramıştır. Bundan ötürü aman dilemek bir yönüyle de doğayı, yasayı onaylamaktır. Doğanın kendi benini aşan gücünü bilmek ve tanımaktır. Bu da istemeyle, bilinçli istemeyle kurulan bir saygı duyuştur. Doğada eşitlik yoktur. Eşitlik insan anlağının kurduğu dilekçi bir denkliktir. Birin, biriciğin yoksunluklarını, yetmezliklerini topluca ortadan kaldırma çabasıdır. Olsa demektir. Ulaşılması olanaksız bir ülküdür (ideal). Olsa demek olanın içinde hiç de önemsiz, boşuna bir dileme sayılmaz. Olanı olacağa evirten gizil bir gücü (virtuel) bir an eyleme itebilir. Eylem ise güncel olandır; güncellenmiş olandır.
Andan Hazreti Hünkar etti: -Ya Hacı Denizli, er ere böyle gelmez, öyle kim, siz bize zalim donun[d]a geldiniz. Biz size mazlum donunda geldik. Eğer güvercinden daha mazlum don bulasız [bulsaydık] ol don ile gelürdük, dedi. (…) (Vilayetname (iç kapak Velayetnâme)), s. 71-74, yazı aktarımı S. Aytekin 1995.)
Güçlü olan, eren olan olağan dünyada, sıradan dünyada olanaklı olan en güçsüz biçimlenmeyi değil, tersine en arılıkçı, suçsuz, en kusursuz, en özürsüz biçimlenmeyi ya da yasa olanı seçer. Hacı Bektaş’ın çağında canlılığı kavrayış, dört derececi bilgi kuramında (toprak-bitki-hayvan-insan) hayvan benzetmeleriyle anlatılıyor, açıklanıyor görünüyor. Hacı Bektaş’ın Hacı Doğrul’a içerlemişlikli (serzenişli) konuşmasında ise “mazlumluk/ özürsüzlük” belirleyicilik kazanıyor. Güvercin özürü bulunmayan, özürsüz sayılan bir kuştur. Kendini insana yakın bulmuş gibi insan topluluklarının yakınlarında yaşar (kaya güvercini dışındaki toplaklar). Birçok dinde güvercin aynı imgelerle anlatılır. Güvercin özürsüz, arı duru bulunur ve ona dokunmak “günahtır”. Doğan ise ikilikli düşüncede özürsüzün/zayıfın öteki ucudur: “Zalim”. Acı çektiren, kıyan, doymak için öldürürken bile kıyım yapandır. Arapça özürsüz (mazlum, zulme uğramış) sözcüğünde ise bu “zulm/zulm eden” içkindir. Çünkü dilin arkasındaki anlayışta “zulum” ya da eylem öndedir; Hobbes’tan çok çok öncesindeki bu insan anlayışı birçok topluluğa egemendir. Günümüzde de dünya düzeninde katlanıp güçlenerek işleyişini sürdürmektedir bu anlayış. Yapılan savaşlar, geliştirilen yüksek derecede etkili kıyım silahları yalnızca caydırıcılık için mi vardır? Caydırıcılık için bile olsa, dünya birleşmiş uluslar düzenindeki silahlanma pazarının en öndeliği, bu kıyımcı anlayışın, ordular büyütmeci anlayışın varlığını imlemiyor mu? Bu sorular geçerli, akar olan anlayışları benimsemeye bir çağrı değil. Tersine insanın ve toplaşmalarının yamuklaştırılmış doğasını değiştirecek her minik deviniye, istemeye, dilemeye bir yücelemedir.
İster bir anlatıcının imgeleri, ister bir romancının bilimsel kurgusu, ister bir biliminsanının bilimsel bir anlatısı, isterseniz dünya içi ya da dışı bir giz olarak okuyun Bulgakov’un Ölümcül Yumurtalar’ını, yapıt insana insanın gücünün ayrımlarını ve sınırlarını gösterir bir açıdan. Yapıtın türlü “bilimsel sayıltıların” ve “bilimin sınırlarının” bir betimlesi olduğu, bunların en azından şimdiki uslamlamaya (mantık bilimine) uygunluğu, Velayetname’de anlatılan binlerce olay, oluş için de söylenebilir. Bunun tek engeli birci “bilimci” bilginin inananı/ tapıcısı olmaktır.
Tüm dünyada uzun süre 1928 yılındaki felaket ve ışın hakkında konuşulup yazıldı, ancak sonraları profesör Vladimir İpatyeviç Persikov’un ünü bir sis perdesiyle örtülüp, bir nisan gecesinde keşfettiği kızıl ışının söndüğü gibi söndü. Artık profesör olan zarif Pyotr Stepanoviç İvanov [İpatyeviç’in çalışma ortağı ve doçenti] zaman zaman denese de, ışın bir kez daha elde edilemedi. (…) İvanov’un çabalarına karşın lensler aynadan yansıyan ışın demetleri ile ikinci kez birleştirilemedi. Besbelli, bunun için bilgi haricinde, dünyada yalnızca İpatyeviç Persikov’un sahip olduğu daha özel bir şeye ihtiyaç vardı. Moskova, Ekim, 1924. (Mihail Bulgakov, Ölümcül Yumurtalar, s. 124, ç. Tuğba Bolat 2015)
Views: 44