Oğuz Destanlarını Yeniden Okumak – Aruz’a Sözlükçe (Ö-K) BayRam Bey

0
2255

“Kara en başta bir yas rengi. Yas kesinlikle bir olumsuzlama değil. Bu yüzden de kara renk bir olumsuzlama değil. Yine yas rengi olarak gök için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Bunun yanında Türkmenlerin beğenisinde göz rengi olarak önde geliyor.”

Ögsüz (ad. sıfat.)

*Ög-, *og- kökü oldukça işlektir. Türkmencede birçok sözcük bu kökten türetilmiştir. Ancak dilbilimde birçok sözcüğün soyağacını çıkarmanın öyle dayandırılacağı sağlam bir taban bulunamaz. Anlama yetisi düşünüsel inanca, dinsel inanç, özler, değişmezler, durağanlık ve süreğenliklerle dopdolu B. Ögel Türk diliyle ilgili bir şeyleri savunurken ve bir şeylere karşı çıkarken şöyle der: “… filolojinin en güç dalı etimolojidir. Yalnız dil bilgisi değil; tarih ve kültür meselelerinde de derinleşmeği gerektiren bu tür araştırmalar, sonun<ç> elde etme bakımından ilim adamlarını her zaman kesin olarak tatmin etmeyebilirler. (s. 327.) Oğuz boylarının adları oldukça eski çağlarda meydana gelmişler ve zamanla bazı değişimlere uğramışlardı. Bu eskiliği bize gösteren en güzel delil, boyların adlarının ortaçağda bile çok az kullanılan ve adeta unutulmuş, ekler ve köklerle yapılmış olmasıdır. (s. 328)” (B. Ögel, Türk Mitolojisi, 1. c.).

Ortaçağda yazan bazı yazarlarca ve 1930’ların başından beri /g/ > /k/ değişikliği başta medreseler ve okullar olmak üzere devletin bütün kurumlarında zorlanmaktadır. Çoğumuz konuşurken öksüz yerine sanki bir şeyler geri yerine geliyormuş gibi “ögsüz/ öğsüz” deriz. Bu söyleyişe karşı çıkamayız. İlkin bunun ayrımına bile varamayız. Çünkü aynı işleyiş bizim anlağımızda da çalışır. İkincisi *ök- ek aldığında çok zor söylenir. Oldukça çaba gerektirir. Dil zora gelmez. Dil ayrımlarını, ayrışmalarını, kıvrımlarını, ayrımlanmalarını, katlanmalarını yeniden yeniden yenileyip akar. Her sözde bir aynılaşma, özdeşleşme değil hiç yitmeyen bir ayrımlanma, ayrımlaşma sürer. Bu yüzden sesin rengi boyası, kokusu, bir yeğinliği, sertliği, yumuşaklığı, ezgisi, yeni anlamlar doğurur. Anlamları bu ayrımlar genişletir, daraltır, somutlar, soyutlar, inandırıcı, kanıtlayıcı, apaçıklaştırıcı kılar. Bu yüzden yüz yüze konuşma olmazsa dil de donuklaşır, geriler. Konuşma ilk elde iki kişinin konuşmasıdır. Anlaklar arası bir aralık yoksa, bu aralık dildışı öğelerle de bütünlenip doldurulmuyorsa dil durağanlaşıp edim içinde bir etkinlik ve edilginlik olmaz. Dinle, deriz. Bir es verişin ardından, işittin mi, deriz. Yanıt çoğunda bir sözcük bile değildir: hı hı! Dil bir araç olarak yaşamın başka öğeleri, nesneleri, edimleri, eylemleri tarafından doldurulmuştur. Dil böylece gerçekleşmeye, kendini gerçekleştirmeye başlamıştır.

‘Ög’ün anlamı anadır. Özdür, ilkedir, ölçü ve düşüncedir. Oluş, doğuş, yükselme, karşılaşma, karşılaştırma, uyum, dengelenme, dengeleme, dengedir. Ög ustur; anlama, anlamlandırma, imgeleme, açımlama, birleştirme, belleme, öğrenme yeteneğidir. Ög uzdur; yatkınlık, beceriklilik, güzellik, iyiliktir. Ög doğadır, doğaüstüdür. Evrendir ög. Bir “ög”le bir dil yaratılmış, bir dilde bin ög türetilmiştir: og-/ ov-, ogıl/ogul, ogul -arılar için-, ogılçuk, oglan, oglak, ög, ög/öv, ög/öy-, ögin/ övün, ögle, ögren-, ögret-, ögretmen, ögrenci, ögün, ögüt…

Oguz adı bazı Batılı biliminsanlarınca öküz olarak anlamlandırılmıştır. Ok+uz: ereğini vuran ok, uslu, kutlu, dayanıklı, güçlü anlamlandırmaları da vardır. Ağız: ilksüt, ırmak: öz olarak anlamlandırmalarına da rastlanır. Z. Gökalp Fransız bilim çevresinden esinle “ok+öz”ü, Oğuz’u “ok oymağı” olarak anlar. “Yalnız altı öz totemlerden oluşan adlarını bırakmışlar ya da unutmuşlardır. Çünkü boy örgütü güçlenerek öz örgütünü gölgede bırakmıştır.(s. 40.) Oğuzların genel totemi ok’tur. Oğuz=Ok+Öz çözümlemesi de gösteriyor ki Oğuz, ‘Ok Oymağı’ demekti (s. 52). ” (Z. Gökalp, Türk Uygarlığı Tarihi, haz. Y. Çotuksöken 1991.)

Dil bir olaydır. Deleuzecü anlamdaki sosyal bir olayın bütün öğeleriyle bezenmiştir. “68 Mayıs’ı Yaşanmadı” adlı denemede F. Guattari’yle birlikte söyledikleri dil için de geçerlidir.  “Fakat olayın kendisi nedenselliklerle bir yerinden çıkma veya bir kopuş halindedir. Bu yasaya göre bir yerinden çıkma, bir çatallanma, yeni bir olabilirlikler sahasını açan sağlam olmayan bir durumdur. Prigogine bu durumlardan, fizikte dahi, küçük farklılıkların birbirlerini ortadan kaldıracağına yayıldıkları, ve birbirinden tamamen bağımsız fenomenlerin rezonansa, birleşmeye girdikleri durumlar olarak söz eder (s. 239).” (G. Deleuze, İki Delilik Rejimi, çev. M. E. Keskin 2009.)

Öykülerde *ög-, *og- köklerinin aynı kesimde, aynı bağlamda  geçmesiyle birlikte anlam belirginliği, anlam ayrımlaşması, genişleme, duygu çoğalması, duyumsamada derinlik, katmanlaşma gibi dil öğelerinin çoğaldığı yerler var. İlk örnek  Deli Dumrul’dan: “gözün kimi tutarısa/ gönlün kimi severise/ sen ona vargıl/ iki oglancugı ögsüz komagıl//” (Tezcan: 120). Ögsüz kalmak yalnızca anasız kalmak mıdır? Öyleyse nasıl olur da, eşi tarafından ben ölünce sen başkasıyla evlen diye yönlendirilen bir kadın yaşadığı sürece iki og-lancugı ögsüz bırakabilir? Öyleyse öglü olmak yalnızca analılık değildir. Öglülük bir yetkinlik, yeterlilik, tümlük oluş durumudur. Aynı anlam başka öykülerde berkitilir. Basat’ta “karındaşum kıyanı öldürmişsin/ agca yüzlü yengemi tul eylemişsin/ ala gözlü bebeklerin ögsüz komuşsın/” (Tezcan: 154) derken öglülüğün bir dirlik ya da yetkin, uz bir dirilik olduğu iyice belirgenleşir.

Ögsüzlik ögsüz olanın dilini kekreleştirir. Onun sözü kekre otu acısıdır. Çok etkilidir. Bütün acıların içinde öne geçer. Sanki ögsüzün yıllardır biriken acıları bir sözcüğe, bir tümceye, bir bakışa akar birden. Segrek’te öğsüzlüğü anlamamıza yardım eden bir deyiş var. Böylece çetin doğa ve topluluklararası koşullarda ögsüzlük ögsüzü bol insanlar tarafından ayrımına varılmış, gözlenmiş, anlamlandırılmış, anlatılmıştır. “yemek içmek etdiler segrek mest oldu taşra ayak yoluna çıktı gördi kim [bir] ögsüz oglan bir kızanı [ile] çekişür mere ne oldunuz deyü bir şapla birine bir şapla birine urdı eski tonun biti ögsüz oglanun dili acı olur biri eydür mize mizüm ögsüzligümüz yetmezmi bizi neye urursun hünerin var ise kartaşun alınca kalesinde esirdür var anı kurtar” (Tezcan: 168).

Öğsüzoğlan bir kır çiçeğidir de. Şubat ortasında karlar arasından kendine boy gösterebileceği denli bir avuçluk bir kara yer bulur. Çiğdemlerin ön bildiricisidir. Ulak. Öğsüzoğlan yeryüzüne çıktıktan sonra o parlak turuncusuyla çiğdemler onların yüreklendirmesiyle çiçek gösterir. Tek tük. Öğsüzoğlan kardelengil ocağının en yürekli türüdür. Kuzey yarıtopağında /yarıkürede geniş bölgelerde baharın ılıklığını bile beklemeden akpak çanak yapraklarıyla mor, sarı bezekli çoğalma organlarını kara, kışa aldırmadan açıverir. Aşık Veysel’in kararsız kalarak, ikircikli söyleyişi beni kızdırır. “Çiğdem derki ben alayım [uluyum]/ ” savı, her yönüyle tutarlıdır. Çiğdem Öğsüzoğlan’ın kız kardeşidir çünkü.

Pençik (ad.)

Farsça penç ü yek sözlerinden beşte bir anlamına gelen sözcük. Bu kavram İslam anlayışında savaşlardan, yagmalardan, ılgarlardan, akınlardan elde edilen vurgun malların yani çapulun devlete –beytül mal- düşen bölümünü gösterir ki Ortaçağın sonlarına doğru Osmanlılarda yalnızca tutsak alınan kız ve oglanlardan devlete düşen payı imlemektedir. Pençik vergisi Osmanlılarda savaşlarda ve akınlarda ele geçirilen tutsakların iyesi sayılanlardan pençik yasası gereğince alınan vergiydi. Ayrıca bu vergi köle pazarlarında satılan tutsakların, kul ve karavaş denilen erkek ve kadınların iyelerinden pençik emini tarafından alınırdı. Pençikçi ise savaşta ele geçirilen tutsaklar, çocuklar ve malların iyelerinden vergi toplamakla görevli ve yetkili kişilerdi.

Devlet olmadan kaydedici yazı ve yazıcı olamazdı. Bunu çok yinelediğimin ayrımındayken bile F. Köprülü’nün bu konudaki kısa vurgusunu aktarmadan geçemeyeceğim: “Söylendiğine göre, Cengiz Han mühür ve yazı kullanıldığını, ilk olarak, Naymanlar ülkesinde görmüştür. Emrindeki Müslüman tacirler, bugünkü şarklı tacirler gibi, çok uzak ülkeler ile ticari münasebetlerde bulundukları halde, yazı yazmak bilmezlerdi. Nayman hanlarının hizmetinde bir Uygur mühürdar vardı. Cengiz Han onu kendi hizmetine aldı, imparatorluğunda Uygur yazısının kullanılmasını tamim etti ve bu yazının oğullarına ve diğer asil genç Moğollara öğretilmesini emretti.” (F. Köprülü, Tarih Araştırmaları I, s. 247.)

Öykülere bunların yüzünden pençik kavramı girmiş bulunuyor. Bu kesin. Ancak bunu bilmeden, duymadan; bunlara özenmeden pençik ayırma söyleminin kendiliğinden kurulması olası değil. Yazıcıların her topluluğu yazılı, sonsal olarak da devletli görmeleri denli bir doğallık olamaz. Bu da bilinçli olarak yazıcıları boyların her dış uruğun yağmalanması sonrasında Bayındır Han’a pençik çıkarma zorunluluğuyla karşı karşıya kaldıkları algısıyla baş başa bırakmış olmalı. Bu varsayım yazıcıların beğenilerinden, düşünüsel inancalarından doğallıkla  kendiliğinden de doğabilir. Arapçanın serabında olduğu gibi algı ve duyum bozulmasının temelinde güçlü istek, güçlü yoksunluk ve duygusu bulunabilir.

Destan, ortak yaratılmış anlatı türlerinde Türkmenlerin Anadolu’da duyulan ilk anlatıları arasında Hazreti Ali cenknameleri (cenkname), Battal Gazi destanı (Battalname), Danişmend Gazi destanından (Danişmendname) sonra Dede Korkut öyküleri gelir. Bunların yazıya geçirilme zamanlarını bir yana bırakırsak pençik konusu bu anlatılarda yer alır. Daha ortada kurulmuş bir devlet yokken bile anlatıcılar/ yazıcılar yagmalardan, savaş çapullarından pençik ya da devlet payı ayırırlar. Çünkü anlatıların değil, yazıcıların zamanı devletlidir. Danişmend Gazi’nin beyliğini kurmadan önceki yıllarda elde ettiği yagmalarda devlet payı elbette Anadolu Selçuklularına ya da İran Selçuklularına çıkarılmaz. Çünkü bunlar çekişen güçlerdir. Yazıcı o zaman ne yapsın, bir çözüm olarak devlet payını Bağdat’taki Abbasi halifesine yollar. “Bu yana Melik Danişmend Gazi gaza malından üç yüz yük hazine bagladı. Dahı Dukiyye kalcasına göndürdi. Andan buyurdu kim yüz yükini Malatiyye’ye iletüp fukaraya bahş ideler ve yüz yükini dahı halife’ye göndireler ve yüz yüki dahı tokat’da tura, vakt-i hacetde müslümanlara vireler.” (Danişmendname, haz. N. Demir, s. 214).

Osmanlı devletinde pençiğin ortaya çıkışı için hoş bir kaynak Seyid Ali Sultan velayetnamesidir. “Yıldırım Han Gazi, bir şeb alem-i manada iki cihan fahri Muhammedü’l Mustafa aleyhisselatü vesselamı gördi. Eyder:  ‘Ya  Yıldırım Han, din-i mübin uğrına kaim olan gazilerin aldığı mal ve esirde beytü’l-mal-ı Müslimin hakkı vardır. Çıkarsunlar sen anı zabt eyle. Seyyid Rüstem Gazi’yi ol mal üzerine nasb ve ta’yin kıl!’ deyu buyurdukda Yıldırım Han eyitti: ‘Ya Resulullah beytü’l-mal-ı Müslimin kaçda biri aid olunacakdır? Emr buyurunuz bilelim’ didi. Resul aleyhisselam emr buyurdu ki: ‘Ciğer köşem Seyyit Rüstem Gazi’ye bildirilmişdir. Sen heman ona bir name gönder Gendüsi Gelibolı’da otursun. Anda karar eyleyüb  beytü’l-mal-ı Müslimin ayırsun. Zira anlar Gelibolı’yı feth eylemişlerdir’ deyub gözden nihan oldu. (s. 165). Meğer ol gice Resul aleyhisselam ana dahi zuhur idüb ‘ey ciğerköşem beş esirde birini beytü’l-mal-ı Müslimin hakkını çıkarub sen zabt eyle, ba’dehu Yıldırım Han’a teslim eyle!’ deyu buyurdı. (s. 166).” (Seyyid Ali Sultan Velayetnamesi, haz. R. Yıldırım.)

E. Werner’e göre Osmanlılarda pençikin aslı ise (asıl kaynaklara başvurmadan aktarırsam) şöyle: “ ‘Esirler arasından genç oğlanları topladılar. Sonra beşte birini (pençik) alıp kapıya teslim ettiler. (…) … bazı tarihçileri ‘yeni birliklerin’ kuruluşunu 14. yüzyılın 60’lı yıllarına yerleştirmeye ve Kra Halil Hayreddin Paşa ile Konyalı ‘ulema’ Molla Rüstem’i bu işin örgütçüsü olarak görmeye yöneltti. Uzunçarşılı’ya göre, bu ikisi 1364/65’te yalnız savaş esirlerinin birliklere alınmasını öngören bir kanun çıkartmışlardır.” (E. Werner, Büyük bir Devletin Doğuşu, çev. Y. Öner, O. Esen.)

Bütün bu açılımlardan sonra Beyrek’e gelirsek olanların anlatıcının ya da yazıcının imgeleminden bir sel gibi boşaldığı ortaya çıkar. “kafirün kelisasın yıkdılar yerine mescid yapdılar keşişlerin öldürdiler ban banlatdılar aziz tanrı adına kudbe okıtdılar kuşun alakanını kumaşun arusını kızun gökcegini tokuzlama çargab çuha hanlar hanı bayındıra pencik çıkardılar” (Tezcan: 95).

Renk (ad.)

Öykülerde bol sayıda renk adı geçer. Ağırlıkla somut varlıkların bir özelliğinden türetilmiş sıfatlardır bunlar. Bunu yazmak bir buluş değil elbet. Öne çıkarmak istediğim nokta öykülerin topluluk çevresinde, ki onlar Türkmenlerdir, renkler yaşam ortaklığı içinde bulundukları  hayvanlardan, çadırlardan, giysilerden, doğadan çıkarılmış olmasıdır. Özellikle atları nitelemekte yararlanılan renkler oldukça çoktur. Atların görünüşünden çıkarılan renkler doğaya, insanlara, bitkilere, giysilere yansıtılmıştır ki bu adlandırmaların bugün dilden düşmesi, anlamlarının belirsizleşmesi uygarlıkların belki de tek bir uygarlığın durmaksızın yayılması genişlemesiyle insanın neler yitirdiğinin bir belgesidir.

Boz rengin, öykülerde geçmese de bir kır rengin, onların birleştirilmesiyle oluşturulan bozkır adının, onların ayrımlandırılmasıyla oluşturulan bakla kırının (öykülerde geçmez), kır atın (öyk. geçmez), boz atlı Hızır’daki atın nasıl bir renk olduğunu  bu dili bir anadan, bir topluluktan öğrenmiş kaç kişi anlıyor, biliyor ki? Bildiğimizi düşündüğümüzde de bunun uygun bir bilig ya da biliş olduğunu nasıl anlayabiliriz ki!

Aşağıda öykülerde (Tezcan, Boeschoten, DKO, 2001’de) gözüme çarpan renk anlatımlarının geçtiği bazı tümceleri sıraladım. Amaç gri derken, bordo derken, parlament mavisi, kobalt mavisi, prusya mavisi, kardinal kırmızısı, siyah, beyaz, laciverd, mavi diyegelirken ve diyegiderken nelerin üzerine kül serptiğimizin, nelerle bu dille biçimlenmiş, bu dille işleyen anlakların anlama yetilerini, imgeleme güçlerini, usa vurma ya da uslamlama becerilerini, etmelerini eylemelerini gerilettiğimizin, engellediğimizin bir ayrımına varışı sezdirmek. Ya da en azından böyle bir soru, ondan da önemli olarak bir sorunsal kurulmasından pay kapmak.

Ag/ ak:

“benden alcak kişileri ag otaga kızıl otaga kondırdı benüm suçum ne oldukim kara otaga kondurdı dedi (s. 36) ag ellerin ardına baglayalum (…) ag etinden kan çıkınca dögdiler (s. 45) ag yüzlü ala gözlü gelinler/ gederise benüm geder/ (…) ag sakallu kocalar/ gederise menüm geder (s. 47) ag bürçeklü anan yeri behişt olsun (s. 67) deli karçar dahı ag ban evini ag otagını kara yerün üzerine kurdurmuş idi (s. 74) nece saht olmayalum sen kızıl kaftan geyersin biz ag kaftan geyerüz (s. 77) ag ormana girmişsin/ ag kavagın budagından (s. 88)  agayılda agca koyun esen olsa/ kuzı verür/ (s. 108) ag yıldırım olub şakıyayım (s. 110) agca yüzlü kızını gelinini yesir eylen demiş (…) ag alınlu bayındır hanun divanına dünin vargıl/ (s. 160) ag yeleklü ötkün ohun mana vergil/ (s. 161), ag tozlu yayı gede oglan/ (…) meydandaki şol oglanı tutun/ karusından ag elleri baglan/ (s. 162) agca yüzlü oglına/ agca koyun şölen verdi/ kızını gelinini ag gögsümde oynatdum (…) agca kala sürmelüde at oynatdum/ ak hisar kalesinün burcun yıkdum/ ag akça getürdiler puldur dedüm/ (…) ak kayanun kaplanunın erkeginde bir köküm var/ (…) ak sazun aslanında bir köküm var/  (s. 181) agca yanal tümen koyunun gezdirmeye/ ag sunkur kuşu erkeginde bir köküm var/ (s. 182) kazan gördikim leşker önince bir ag boz atlu ag alemlü bek demür tonlu oguzun önince geldi (s. 184) bir ak sancaklu alay [geldi] (s. 185) ag boz atımun kuyrugını kesün/ (…) ag çıkarub kara geyün  (s. 191) ”.

Ev diyebileceğimiz çadırların rengi aktır. Ancak olağan olmayan bir durumda bu çadırların dışında başka renkte bir çadır da kuruluyor. Ak gerdek çadırı, kara yas çadırı, kara mutfak çadırı; ak, kızıl, kara toy çadırı gibi. Ag renk begenilir, bol seçimlidir. Beslenmede bile ag koyun eti diğerlerine göre önde tutulur. Düğünde güvegiyle gelin kızıl kaftan giyer. Gelinin ve güveginin yakınları ak, kızıl, sarı, yeşil donanabilirler. Geline kızıl kına vurulurken genç kız ve erkeklerin avuçiçinde küçük bir bölüm kınalanır.

Yas imi olarak ölenin atının kuyruğunun kesilmesi bir gelenek görünüyor. Yine yug aşı ya da can aşına ölenin atı kesilebiliyor. Kadınlar ve erkekler kara giyiyorlar. Bir öyküden devinerek erkeklerin başlarına gök bağladıklarını da söyleyebiliriz. Anadolu Türkmenleri 1970’lere dek bunlara ek olarak yas boyunca giysilerini ters çevirerek giyerlerdi. Erkekler sakal tıraşı olmazlar, kadınlar saçlarını taramaz, yas boyunca yıkanılmazdı. Evde duvara asılı aynalar ters çevrilirdi.

Burada öykü kişilerinden bazıları kendi sopunun dipdedesi olarak aslan, kaplan, ag sungur kuşunu sayıyor. Bir yerde de “atam adın sorar olsan kaba agaç/ anam adın derisen kagan aslan” (Depegöz, s. 153) vurgusu var. Kan Turalı’da da “aslan urugı sultan kızı” (s. 137) kavramları yine aslandan dogmayı imliyor. Bunlar Türk ve Mogol doğuş efsanelerindeki dişi kurt ve köpekten ayrı düşüyor. Sungur alıcıkuşlardan (white falcon>akdoğan -D. Ross-) biri olup  avda da kullanılıyor.

Şimdi ag kalenin neden beyaz kale olmadığını, ag gömlek giymenin de neden beyaz gömlek giyinmekle eş olmadığını, bunların ayrımında, ayrımlarında, kıvrımlarında ne çok şeyin gizlenebilir olduğunu düşünegitsek mi acep? Acep yazabildiysem eğer, bende Türkmenci  damar pek çok değil.

Al:

“oglancugı alca kana bulaşmış yatur (s. 43) al mahmudi şalvarlı (s. 63) acı tırnak ag yüzüne aldı çaldı al yanagun tartdı (s. 77) vay al duvagum eyesi (s. 78) güz alması gibi al yanaklarum yırtayınmı/ çemberüme alca kanum dökeyinmi/ (s. 105) altundagı al aygırı mana vergil (s. 161) oglan oglan ay oglan/ haramzade oglan/ altında al aygırı aruk oglan (…) alca kanın [yer] yüzine tökin dedi (s. 162)  (…) al duvahlu gelin aldı/ (s. 165) ol üzümi sıkarlar al şerab olur (s. 117)”.

Gelinlerin duvaklarının al<kırmızı olduğunu burada da görüyoruz. Gelin ile güveginin kızıl<al<kırmızı kaftanının da al olduğunu düşünüyorum. Al rengin kut getireceği beklentisi var. Dolayısıyla kutsalın rengi al görünüyor (al bayrak, kızıl bayrak, kızıl başlık, Kızılbaş, Kızıllar, al kan, Kızılderili, Kızıl Deli Sultan…).

Ala:

“ala çadırun yer yüzüne dikdürgil/ (s. 37) dürtişüriken ala gönderün ufanmasun/ (s. 49) ala gözli kızın otagı olsa gerek (s. 73) kırk yerde kızıl ala gerdek dikdürdi (s. 132) ala yorgan içinde senünile tolaşmadum (s. 136) ala gözli oglına/ (s. 165) ala gözli begleri yanıma salarıdum (s. 191)”.

Ala rengin açık “kahve rengi/ açık kestane rengi” olduğunu sanıyorum. Bu renk karışık renklerden oluşmaz. Bugün ela ile karşıladığımız bu renk kızıla çalan doruluk olmalı. At donu olarak doru, göz için ala, çadır için ala/ kızıl keçi tiftiğinden dokunmuş çadırı anlıyorum. Kara keçi denilen ancak karadan kızıla dek değişik boyaklarda kılı olan keçilerin yalnızca bir kesiminin “deve tüyü renginde” kılları vardır.

Alaca:

“alaca atlu şökli melek [melik?] katı puşmış (…) kan alaca ordusını çapun demiş” (Tezcan: 160).

Alaca, alacalı, alaca bulaca denilince karışık renklerde, bir nesnede –İ. Sina’da cevherin suretleri- ayrı renklerin bulunuşu betimleniyor olsa gerek.

Boz:

“boz atlu hızır mana geldi üç kerre yaramı sıgadı (s. 45) çapariken ag boz atun büdremesün/ (s. 49) erenlerün meydanı arslanı pehlevanlarun kaplanu boz oglan yetdi (s. 70) bunun adı boz aygırlı bamsı beyrek olsun/ (s. 71) bakdı gördi gendünün deniz kulunı boz aygır bunda otlanup turur (s. 82)”.

Anlamakta kendime hiç güvenmediğim bir renk. Başka yazmalarda Hızır’ın atının donunun ak olduğunu görüyoruz. Gökyay “kül rengi, ağ ile karanın karışmasından meydana gelen renk, toprak rengi, kır, kırçıl,toz ve toprak ve kahve ve kül rengi misillü koyu arbaka ve karamtık renk, hayvanatta sisli kirli siyah (A. Vefik Paşa, Lehce-i Osmani) (…) beyaza bakan mavi renk (M. Mehdi Han, Sengülah), koyu renk, göz rengi, çivit rengi (Ş. Süleyman Efendi, Lügat-i Çagatay ve Türki Osmani)” vermiş. Azerbaycan Halk Lehçeleri Lugati  boz at için “rengi ağdan bir kadir dutkun at” (aktaran Gökyay DKK, 179) demektedir. Anlama yetim iyice dağıldı. Bir de boz ayı, boz eşek, boz it, sırtıboz vardı.  (Türkmenler ayı sözcüğünü bir bilinmeyen ya da açık olmayan nedenlerle pek seslendirmez. Bunun yerine “boz oğlan” derler. Yukarıdaki “erenlerün meydanı arslanı pehlevanlarun kaplanu boz oglan”da büyük olasılıkla bu yasağın etkisiyle bir adlandırma var.)

Sıkıştıkça yetişe çağırdığım K. Mahmud beni biraz yüreklendirdi: “ ‘boz at = boz renkli at’. Bu,  fasih değildir. Herhangi bir hayvan beyazla kırmızı arasında olursa yine böyle denir. ‘boz koy= boz renkli koyun’.” (K. Mahmud, çev. B. Atalay, 2. c., 122).

Bozaç:

Boza çalan renk. “sakallu bozaç torgay sayradukda” (Tezcan: 35)’teki dize bence “boza çalan, bozlak anlamında. Bu –aç eki ‘kıraç’daki işlevinde. Kır gibi, kıra çalan, kırçıl. Sözü zorlarsak kırca anlamında kırlak. O. Ş. Gökyay’ın imlediği dişi turgay, dişi turaç… ve kaynak gösterdiği yazmalar ise Doğu türkçesi ile moğolca. Bir kez daha yinelersem, bu diller her ne denli türkmenceye girdilerse de türkmence o dillerden daha geniş bir sözlü gelenek iyesi ve söz dağarcığı ıssı. Bunu osmanlıcayı doğurmasında ve bir tek örnek bile olsa Dede Korkut’un 12 kısa öyküsünde görebiliyoruz. Demem şu ki fal açışı 20 yy. başında yazan M. A. Hilmi’nin divanından örneklersek “ Hamdülillah can ü dilden Mustafa’dır sevdiğim/ Haydar-ı kerrar Aliye’l-Mürteza’dır sevdiğim//” (M. A. Hilmi, Divan, s. 243) ikiliğinde (beyit) yalnızca 2 türkmence sözcük var. “sevdiğim”leri çıkarırsak geriye sisler içinde belirsizleşen ne idüğü bellisiz bir osmanlıca kalır.

2. Mehmet’in ve oğlu 2. Bayazıd’ın veziri İbn Kemal’in yazısında –ağır bir osmanlıcadır, aslında osmanlıca demek ne denli doğru bunu da bilmiyorum ya- onun bir yana bırakamadığı yüklemlerin nerdeyse hepsi türkmencedir ya da idi, -mişti, -yor, -er, -ir, -ür, etti, eyledi, kıldı, oldu, yaptı… ile biter. İşte bu eylem kipleri, ekleri ya da yüklemler o dili osmanlıca yapıyor. Onlar yoksa arapça ile farsçanın bir türlü dengeye getirilemez, getirilip de anlam çıkaramaz ya da anlamsız bir karışımı olurdu. Dede Korkut’taki kökler, ekler, bitiştirmeler, eylem köklerini bitiştirmeler, ekleri eksiltme, ad durumlarında kısaltmalar, kip varsıllığı, ses varlığı, anlam türetme yeteneği, söz dizimi yoluyla anlam ayrımları yaratma… gibi özellik ve özgünlüklerin görülmesi için bile bu öyküler sınırsız olanakları okuyanlara sunar. “Buyurun, bir de şunu tadın sevdiğim!” der gibi.

Gök:

“atı bahri hotazlı (s. 63) karalu göklü otagı/ (…) anam menüm içün  gök geyüp kara sarınsun/ (s. 108) yanundagu gök polat [kılıcı]nı mana vergil yigit (s. 111) atlasıla yapılanda gök sayvanlı (s. 140) kırk elli yigit kara geyüb gök sarındılar”.

Bir öyküde yas geleneği gereği bir karalı göklü otag kurulur. Bu kara ya da gök renkte bir otag da olabilir görünüyor. Kadınlar ag çıkarıp karaları giyerken erkekler de kara giyip başlarına gök sarınıyor. Gögün polat kılıcın da rengi oluşu bir yüceliği imliyor. Çünkü koyunların, atların, develerin, yurdun ve insanların varoluşunun sürekliliği ancak gök polat kılıçla sağlanabiliyor, korunabiliyor. (Farsça pulat, nitelikli çelik anlamına geliyor. Türkmenler sağlam, zor kırılan taşlara da bir şey eklemeden çıkarmadan polat der. Bu taşları başka taşlara çarptırdığımız zaman gündüzleyin bile görülebilen çıngı, kıvılcım çıkar.) Yaşamın, var olmanın güce bağlanarak güçlülüğün ululanması oldukça anlamlı. Buradan gökle hem gök renginin hem de gökyüzünün anlaşıldığını, bu sözcüğe de sıfat ve ad diyebileceğimiz ortaya çıkıyor.

Ayrıca bugünde bile söylenen bir anlamı daha var göğün. Göğer-den türetilen göğermek (gökleşmek), göğerti (yeşillenmiş, yetişmeye başlamış). Bu söyleyişlerde gök yeşili imliyor. Bazı yazmalarda “yaşıl” söyleniyor ki bu da gökle karşılanıyor. Kişi için gök gözün urukta az karşılaşılan bir renk olması belki de gök ile yeşil gözün ayrımını önemsizleştirdi. Öykülerde kara ile ala  gözlü yavuklu, kız kardeşten geçilmiyor. Beyrek’te bir yerde gök yeşil anlamında geçiyor. “gök çayırun üzerine bir kırmızı otag dikilmiş” (Tezcan: 67) tümceciğinde gök çayır çok açık. Ayrıca gök “olgunlaşmamış” anlamında bugün de söyleniyor. Gök çağla, gök ekin. (Yunus’un o insanın en derinliğini dağlayan dörtlüğündeki gibi. ‘şu dünyada bir nesneye/ yanar içim gögnür özüm/ yigit iken ölenlere/ gög ekini biçmiş kimi//’.)

Öykülerde bazı yerlerde “lacivert” anlamında söylenildiği de oluyor. Güzel anlamında, ulu anlamındaki görklünin de gökten türetildiğini sanıyorum. Yani bir kutlu renk gök. Öykü zamanından önce tanrı adı gök anlamında kullanılmış olmalı. Yine kögercin/gögercin bugün de yaşıyor şükür.

Kara:

“ag otagı koyuban kara otaga giren kızlar (…) yüzüni kara saç örtmeseydi/ agam beyrek diyeydüm ozan sana/ (…) karalu gökli [otagda] otururlar (…) kara sakac altında gömecden ne var (…) kara kıyma gözlerün çöngelmeseydi (s. 86) kara tonlu dervişlere nezir verdüm (s. 104) kargu gibi kara saçım yoldugum/  kara gözden acı yaş dökdün mi kız (s. 91) kara tırnak ag yüzüme çalayınmı (…) kara yerde ag otagı dikem deridüm  (s. 105) altundagı kara aygırı mana vergil yigit (s. 111) kara başı bunaldı (…) ol baglarun  kara salkumlu üzümi olur (…) kara [polat uz] kılıcın sıyırdı eline aldı (s. 117)  karşu yatan kara tagum gerekise/ (…) kara mudbak altında anun şöleni olsun/ (s. 119) cümle kuşlar sultanı çal kara kuş (s. 132) yelisi kara kazılık atına binen yigit (s. 135) kalemciler çaldugı kara kaşlum/ kıvrımsı kırk tutam kara saçlum/ (s. 137) kara göne çeribaşı oldı (s. 183)’te kara yineleniyor.

Kara en başta bir yas rengi. Yas kesinlikle bir olumsuzlama değil. Bu yüzden de kara renk bir olumsuzlama değil. Yine yas rengi olarak gök için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Bunun yanında Türkmenlerin beğenisinde göz rengi olarak önde geliyor. Yine kara kaş, kara saç, hele kıvırcık kara saç çok beğeniliyor. Kara dağ demekle ona bir olumsuzluk yüklenmiyor. Yine Kara Göne, Kara Budak gibi adlarda bir olumsuzluk bulamıyoruz. Kara donlu dervişler de olumsuzlanmıyor. Yelesi kara kazuluk at ise çok beğeniliyor. Kara polat uz kılıç ise beğenmenin yanında sanki ululanıyor da. Yine cümle kuşlar sultanı karakuş/ kartal daha nasıl ululanabilir ki!

Karanın olumsuz bulunduğu durumlar da var elbette. Yukarıda babasından can isteyen Dumrul’la söyleşen Duha Koca oğlu Dumrul’a, Azraile söyle  “kara mudbak altında anun şöleni olsun” derken çok derinde bir yerde Azrail’i olumsuz bir yere, kara çadıra gönderiyor. Elbette kara keçi kılı mutfaklar için çok elverişli bir dokuma. Çünkü havayı nerdeyse tek yönlü –içeriden dışarıya- geçiriyor. Üstüne üstlük yağmur damlalarını da içeri almıyor. Dokumadaki düğümlerin yönü ile ıslanan örgünün gözeneklerini kapatma özelliği bunu ortaya çıkarıyor… Kara çadırın is tutmadığı “Yemen türküsünde” de vurgulanır. “Kara çadır is mi tutar/ Elin kızı yas mı tutar/ (…)”

Birinci öyküde, Bogaç’ta kara çadırın olumsuz sayılmasını gördük. Dirse Han Bayındır Hanın toyuna gittiğinde kara çadıra oturtulmuştu. Gerekçesi Dirse’nin oğlu kızı olmamasıydı. Ayrıca yakın sınırlı (sınır kavramı belirsiz?) müslüman olmayan topluluklar anılırken kara bol sayıda kullanılıyor. Kara domuz yahnisi Beyrek öyküsünde bütün olumsuzluğuyla ortaya çıkar: “mere sası dinlü kafir/ menüm agzuma sögübdürüridin döyemedim/ kara tonuz etinden yahnı yedürdin döyemedüm” (Tezcan: 82). Düğünün kara oluşunda ise bu olumsuzluğu karanın imlediğinden bir ikircik, bir duraksama duymayız artık. “… kız karındaşı bınardan su almaga gelür kardaş beyrek deyü aglar bozlar toyun dügünün kara oldı deyü aglar” (Tezcan: 83). Ancak müslüman olmayan toplulukların beyleri “melik” olarak kavramlaştırılırken bunlar değişik sıfatlar alır. “ag melik çeşme kızına nikah eden (…) sofi sandal melike kan kusturan Alb E[v]ren çapar yetdü” (Tezcan: 65) tümcesinde olduğu gibi. Buradan hristiyanlığın kara ile sıfatlandırılmadığını, meliklerin kişilik özelliğinin ak ya da kara ile nitelendiğini anlıyoruz. (Konu dışı olmasına rağmen Tezcan’ın “E[v]ren”de olduğu gibi bazı tamamlamalarının yersizliğine değineyim. Çünkü “alb eren” de anlamlı bir öbek. Belki de Tezcan’ın burada değilse de her “evreni” kendisine bu denli güvenerek tamamlaması yersiz?) Bazen de melikler doğrudan kara ile nitelenir: “sag tarafda kara tekür melike kıyan selcuk oglı deli tündar karşu geldi (…) sol tarafda bogacuk melike kara göne oglu deli budak karşu geldü” (Tezcan: 66)’de olduğu gibi.

Yine de kara bazı bölüklerde hristiyanları karalar görünmektedir. “kara tonlu azgın dinlü kafirlere bir ogul aldurdunısa/ degül mana” (Tezcan: 42). Bunun anlamının da kesin olarak açık olduğu söylenemez. Çünkü oğlunun yokluğunu görüp derin kaygılara düşen bir ananın sözlerindeyiz. Değil hristiyanlar, onun için kocası da içinde bütün Oğuz’un kara görünmesi doğal bir duygulanımdır. Bundan artık olarak “kara giysili” ile “azgın dinli” deyimlerinin vurgularının kendi aralarındaki bağlama karşın ayrı olduğu ileri sürülebilir. Kara donlu dervişler kesinlikle olumlu bir anlam öbeği. Kafire gelince, elbette küfürden gelmekte. Ancak hristiyanlara göre de müslümanlar ve museviler küfür urugları görülür.

(Din adlarını küçük yazaçla başlayarak yazdım. Çünkü bir din saymacalı özelleştirilirken gerçekte hiçbir din özel, tekcinsli –homojen- değil. Tersine din alanı bir bağdaştırma –sencretism-, birleştirme, eritme, sindirme, ödünçleme, tekcinsli olmayan çokluklar oluşturma alanı. Dolayısıyla müslüman adı dilbilgisi açısından bile gerçeğinde “cins ad”. Bunun ucundan devletin yazıcıları dışında kalan ama yazıyla uğraşan kişiler bunu cins ad olarak görüp küçük yazaçla yazabilir. Bunun en dibinde ise bir bir elimizden çekip alınan değerleri savunma zorunluluğu yatıyor. Bir kurumun gezegeni “bir”leştirme bir boyağa boyama edimine karşı sesimizi hiç çıkarmayacak mıyız? ‘Özel adlar büyük yazaçla başlanarak yazılır’ı kim diyor? Özgürlük değerini savunmak için bu görüş doğru olsa bile buna karşı gelinmeyecek mi? TDK dedi kimin önemi? Okullardaki dil öğretmenleri uysun buna! İsteyen istediği gibi yazıyor zaten; hem de onların kurallarıyla güreş tutmadan, onların minderine çıkmadan! Çünkü yazı kurmaca, uydurmaca bir şey. Sözün kutlarının birinin damlasının bile eyesi değil.)

Kır:

İşte türkmence ile türkçenin anlamını sunmakta eli sıkı sözcüklerinden biri de bu. Yoksa “en birincisi” mi? Bir kez bunun *kır- köküyle de ilgisi varsa o zaman anlama yetisi şaşkınlıktan bir uçuruma uçar. Tıpkı çok derin bir uçuruma süzülerek uçmak gibi.

TDK Türkçe Sözlükte (1988) kır bir renk olarak Şemseddin Sami’nin Kamus’undaki tümceler eksiltilerek yinelenir. Ben aslını aktarayım: “ kır ‘KYR’ s. Kül rengine çalar beyaz, kirli ak: Kırat, kır sakal ||ala kır= Karışıklı renkli kır. ||üveyik kırı Bu kuşun tüylerine benzer renkte. || bakla kırı= Kurşuniye mail kır. ||bozkır=Beyazla boz arasında, boza çalar kır. ||kırçıl= Beyaz benekli kır. ||demir kırı=Siyahı ziyade kır, demir renginde. ||sıçan kırı= Sincabiye çalar kır. ||turna kırı= turna renginde kır. ||kırkıl= Kır sakallı. ||gök kırı= Maviye çalar kır. =s.1. gök rengine çalar beyaz renk, kır rengi: Sakalına kır düşmüş, serpmiş; kırı siyahından ziyade. 2. Kır tonlu at: Onun bir güzel kırı vardır; kıra binmişidi.”    (Ş. Sami Kamus-ı Türkî).  Ayrıca kır-dan türetilen “ ‘KYR’C’ s. 1. Kır halinde işlenmemiş, imar olunmamış, hali ve gayrimümbit: Kıraç yerler; kıraç toprak. 2. Bir şey hasıl etmez, akim (yer).” (Ş. Sami, agy.)

Türkçe sözlükte kıraç-dan kıraçlaşma, kıraçlaşmak, kıraçlık tanımlanmış. Soyacağı sözlüklerinde H. Eren’de bu sözcükbaşı yer almıyor. İ. Z. Eyuboğlu “ KIR I., sümerce kur(kır)dan, kır (yayla, geniş ova, çayırlık, yaylım.). (…) Asya türkçesinde kır (tepe, Çuv. Çağ.) vardır, ilkçağ sümercesi kaynaklıdır. KIR II., gr. kırros (boz, kır renginde)ten kır. Tr.ye sanskr. çara (kır, boz) sözcüğünden de geçmiş olabilir. (…)” (İ. Z. Eyuboglu, T. D. E. Sözlüğü) demektedir ki bana uygun bir açıklama gelmedi. Eğer Eyuboğlu farsça, sogdca gibi dilleri kaynak dil olarak gösterseydi az buçuk olasılık verirdim. Hangi dillere benzediği bile tartışmalı bir dile, sümerceye, grekçeye, sanskritçeye gönderdiği için olası değil bu göndermeler. “En iyisini Tanrı bilir” demiş özetle.

Yaşamı kırda kuran, kırda soluklanan, yiyen içen, sevişip çoğalan insanların dillerinde neden yaşam alanlarını karşılayan bir sözcük olmasın ki? Olmasın ki gidip sümerceden alsınlar! Susuz kalan insan suyu imleyen bir ses, bir sözcük bulmak zorunda değil miydi? Durup bunu sümerler nasıl söylemişler diyebilmesinin olasılığı var mı hiç! Ya da suyu başka dillerden ödünçlemenin ilk koşulu o urugun ödünçleyeceği dili konuşanların boyunduruğuna koşulmuş, vurulmuş olması gerekmez mi? Selçuklu devleti yöneticileri, onların ekinleri ‘ma’dan ‘ab’a geçerken boyunduruklardan ekin boyunduruğunun da değişmiş olması gerekirdi. Hanefi ile Şafi dinsel öbeklerini seçmek onların dillerine, sözcük seçimlerine, yönetme siyasetlerine uygun düşen dilbağını vurmuş olmalı. Ancak onların uyrukları içinde sayısız kişi “ab”lı “ma”lı konuşmadan öldüler. Bu yüzden kır ya da bozkır ad, sıfat olarak türkçe, moğolca, türkmence gibi bütün göçebe urugların dillerinde yer almazsa dil nedir ki. Balıkçı bir urugun dilinde deniz yokmuş, balık yokmuş, kayık yokmuş… da bu sözcükler çok uzak bir dilden ödünçlenmiş olabilir mi hiç! O zaman deniz, ırmak, göl bunalmaktan buharlaşıp kurumaz mıydı!

(Bu konuda N. Marr’cı düşünüyorum. Anladım ki Marr’ı bilmediğim, duymadığım zamanlarda da Marrcı imişim. Kök, ana bir dil arayışlarıyla yüzyıllarca uğraşmış dilcileri anlıyamıyorum. Tek dil kuramlarının ıssıları Tanrı hangi dili konuşuyordu da Ademle o dili konuştu? İbranice, çince, Endenozya’da konuşulan bir dilde, asurca, süryanice, kıptice… diye yanıp tutuşmuş olmalılar. Bunlar aynı zamanda dinsel kuramlardır. Adem’den olma Havva Ana’dan doğmaların Havva’nın dilini konuşurken aynı dili konuşmanın gücüyle Babil’e göksel kule kurmaya kalkıştıklarında Tanrı’nın bu aşağılık yapıyı engellemek için çalışanların her birine ayrı bir dil vermesi… Hayır! Öyle olsaydı Tanrı bu dikilen gökdelenleri bir şekilde yıktıracak bir yol gösterirdi. Başta çok dil vardı. Devletler, sonra anakaralara yayılan devletler doğunca ayrı uruglardan boyun eğdirilmiş uyruk insanlarla birlikte onların türlü dilleri de öldürüldü.)

S. Nişanyan kırı bozkır, ıssız yer anlamında Anatürkçe göstermiş. Renk olarak ise K. Mahmud’un tanıklığında “gri renk, özellikle at rengi|| <ATÜ >> kırat, kırca, kırlaş. ETÜ kır, kırçıl” vermiş. Çok ilgimi çekti, acep K. Mahmud “gri”yi biliyor muydu? Erinmedim –Avşarlar erinenin oolu gızı olmaz, diller- kalktım sağa sola baktım: “kır : Kır rengi. “KR’T” kır at = kır renkli at”. Kaşgarlı Mahmud da işi “dalgacılığa” vurmuş. İşte “yoksa ‘en birincisi’ mi,” derken bunları düşünüyordum.

Öykülerde kırın ad olarak diğer anlamı ise çok açık. “arkıç kırda yaykanur umman denizinde/ sarp yerlerde yapılmış kafir şehri/ s. 137) ak kayanun kaplanunun erkeginde bir köküm var/ ortaç kırda sizün geyüklerinüz durgurmaya” (O. Ş. Gökyay: 137, 139 [ustaya hürmet!]).

Kırmızı:

Arapçanın “kirmiz”isi utancından kızararak devletlerin kurumlarında kırmızıya çalmış. İçine kapatıldığımız bu sınırlarda yaşayan en azından 100 dil konuşulurken neden arabi? Hele hele  Türkmenler neden kırmızı derken kızarmıyorlar? Kendi dillerinde üçbeş “kırmızı” varken, “kirmizi” demekte erekleri, devindirenleri, duydukları hoşnutluk ne? Egemenlerin ekininde uruğun düşünüsel inancasını değiştirmeye yumuşçuluk yapan al bayrak, al duvak, al kan, al basma, kızılbaş, kızıl duvak, kızıl yanaklı, kızıl deve, kızıl kuğu, kızıllar, kızıl elma, kızıl şafak, tan kızıllığı… sözcükleri  dillendirilirken bile neden “red skin” kirmizi derili diye çeviriliyor? Ya da “bu adalar çeşitli av hayvanlarıyla doluydu –bufalolar, elkler, geyikler, keçiler, siyah kuyruklu geyikler, antiloplar ve türlü türlü yağmurkuşları ve yabani kazlarla [yabankazı?]” (E. A. Poe, Bütün Hikayeleri, çev. D. Körpe, 2. c. s. 104) derken “elk”in kızılgeyik olduğunu bilmesine karşın sözcük neden çevirilmeden bırakılıyor?

Mütercim Asım Efendi yaşamı boyunca Osmanlı devletinin ulema sınıfından iğrenerek yaşadı. Hem de kendisi ulemadan –maaşlı müderris, kapıda vakanüvis, kadı…- olmasına karşın. “…ilmiye ricaline hiçbir surette minnet etmediğini söyleyen Asım, şeyhülislam Ataullah Efendi ile o devrin ilmiye ricaline karşı beslediği beşeri düşmanlık hislerini, tarihinde [yapıt], her vesile ile, izhardan çekinmemiş, onların bu hareketini cehaletin ilme karşı beslediği kin ve husumete isnad etmiş, ulema sınıfı denilen bu resmi alimler güruhunun cehalet ve rezaletini, her vesile ile, teşhir ederek, bu sınıfın imparatorluğun inhitatındaki meş’um rolünü aydınlatmaya çalışmıştır.” (F. Köprülü, Tarih Araştırmaları I, s. 354).

Öykülerde yazıcıdan kaynaklı “kırmızı” yalnızca üç (?) yerde geçiyor. Yazıcı kendini zorlarken sözcüğün tadı sası gelmiş olmalı ki hemen al ya da kızılla değiştirmiş. Beyrek’te “gök çayırun üzerine bir kırmızı otag dikilmiş ya rab bu otag kimün ola” (Tezcan: 72) geçmekte. Aynı öyküde “bayrek han dahı ohın atdı dibine gerdegün dikdi adaklusından ergenlik bir kırmızı kaftan geldi” (Tezcan: 77) yazılı. Bundan dört tümce altta Beyrek’in yoldaşları “nece saht olmayalum sen kızıl kaftan geyersin biz ag kaftan geyerüz” diyerek yazıcının İstanbullu kırmızısını kızıllaştırmış. Yine aynı öyküde “banı çiçek kırmızı kaftanın geydi ellerin yenine çekdi [yüzük] gözükmesin deyü” (Tezcan: 91)’de kırmızı yineleniyor. Hepsi bu.

Kızıl:

“gögsi kızıl dügmeli (s. 50) kızıl deve gördüginde bozlaşduran (s. 55) sen kızıl kaftan geyersin biz ag kaftan (s. 77) kızıl kına ag eline yakmaz oldu (s. 77) kızıl altun getürün han kızına tırnak yonun (s. 91) kar üzerine kan tammış gibi kızıl yanaklum/ (s. 137) …” tümcelerinde olduğu gibi kızıl oldukça sık söyleniyor.

Kırmızının özentili, yayılmacı, ülke açmacı (fetihçi) olması yüzünden gülünçleştiğini sanıyorum. Ondan önce benim yüzüm kırmızılaşıyor. Yüzümde söylediğim gibi şöyle tümceler kursam? İstanbul’da Kırmızıtoprak’ta oturuyorum. Eğer bir olanak bulabilirsem Kırmızıdeniz’de bir gemi yolculuğu yapacağım. Ah, hiç olmazsa Kanada’da gezginler için hazırlanmış bir Kırmızıderili çadırı görebilseydim! Kırmızıcık (kızılcık) şerbetine bayılırdım. Erol Büyükburç’un söylediği “Kırmızıcıklar oldu mu/ Şişelere doldu mu/” şarkısına bayılırım…

Views: 107

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz