9. Okuma, yorum
“kazana ben asi olmazam deyu and içdi (…) beyregün sakalını tutdı begler beyrege kıyamadı beyrek aruz kakıdugın burada bildi (150b) (…) aruz gene kakıdı beyregün sakalını berk tutdı beglere baktı gördü kimse gelmez (…) kılıcun tartub beyregün sag uylugın çaldı (…) begler hep taguldı her kişi atlu atına bindi (151a) Beyregi dahı bindürdiler ardına adem bindürüb kuçakladular kaçtılar (…)”
Sav:
Aruz’un beylerle ortaklaşa kararlaştırdıkları eyleme beylerin katılmayışı bir andlaşmanın bozuluşudur. Anlatıcıya, yazıcıya göre bir yeminleşmenin bozuluşudur da. Çünkü yalnızca söz değil, Mushaf’a el basılmıştır. Burada Mushafsız dönemlerde de andın olduğunu, andın ortaklaşa eylemenin yalnızca bir berkiticisi olduğunu önsel olarak kestirebiliriz. Kaldı ki her söz, o sözü vereni, verenleri bağlar. Çünkü töre söz, sözleşme aracılığıyla işler. Devletse yasa ve yasakla. Söz gökseldir, kutsaldır. Topluluğun oluşturduğu ve onun dolayımıyla oluştuğu ortak ve kişisel içsel yargı engelleyici bir neden olmadan sözünde durmamayı kınama ve kişisel iç sızlaması, utanma, kendi kendini değersizleştirmeyle iç içe sarmalar. Bu kişinin toplulukla ve kendisiyle olan barışıklığını, sevincini, erdemliliğini, onurunu bozar. Acunun (dünya) her yerinde geçerli olmasa da kendilerinden bin yıl önceden beri işleyen bir onur, erdem, saygınlık, topluluk tarafından benimsenme, onaylanma anlayışı sonradan sıkıntıya ve mutsuzluğa yuvarlanacak beyleri de bağlamış olmalı. Öykülerdeki Oğuzlara ilişkin erdem vurgusunu Dresden ve Vatikan yazmalarının birinci öyküleri de vurgular. Dirse Han oğlı Bogac Han adlı öyküde Dede Korkut kendisine saldıran boğayı hüner göstererek öldüren adsız çocuğu babasına götürerek şöyle der (öyküde eşzamanlı, eşyerli olarak yer alan üç han –Bayındır, Dirse, Bogac- aynı zamanda hanlığın, beyliğin ne olduğunu da gösterir.): “hey dirse han [bu] oglana beglik vergil/ taht vergil erdemli-dür/ boynu uzun bedevi at vergil/ binit olsun hünerli-dür/ agayıldan tümen koyun vergil bu oglana/ şişlik olsun erdemli-dür” (Tezcan-Boeschoten, agy. s. 39, s. 201.) Çünkü erdem öyküde ve Aristoteles’de olduğu gibi eylemle yaşar ve hünerle, beceriyle, yetenekle sürer. Elbet öykünün devlet olarak adlandırdığı uz rastlantı (şans, talih) da erdem için başka bir koşuldur. “Hatta belki siyaset yaşamının amacı olarak daha çok erdemi sayan çıkabilir. Ama o da pek amaç gibi görünmüyor; çünkü erdem sahibi birinin uyuması da, yaşam boyu eylemsiz kalması, üstelik başına felaketler gelmesi ve büyük talihsizliklere uğraması da olanaklı görünüyor; böyle bir yaşam süren birini hiç kimse –bir tezi sonuna dek savunmadığı takdirde- mutlu saymaz. –Tez: kanıtlanması olanaksız olan bir şeyin öne sürülmesidir.-” (Aristoteles, Nikhomakhos’a Etik, s. 5.) Mutluluk çok açık bir kavram olmasa da, onu kendiliğinden amaç edinen insanın yaşamındaki savları sonuna dek savunması, savları için eylemli olması; sav, hüner, erdem, mutluluk dörtlüsünün bağlarını da bize gösterir.
Beylerin kendi kararlarıyla yapılan bir eylemde Aruz’u yalnız bırakmalarının boyutlarından biri öykünün öne sürdüğü “Beyrek’e acıma” değil, daha sonra olacaklardan, olabileceklerden korkmalarıdır da. Başka bir olasılık ise andlarına, sözlerine karşın eylemi baştan beri olumsuz sayıp dolayısıyla kendi töreleri gereği yapılması gereken bir edimi içsel ve dışsal olarak bırakmalarıdır. Bu terk anlık bir şey olamaz. Boylar birliği yaşamındaki değişikliklerin, ayrışmaların, ayrıcalıklaşmanın, eşitlikten ayrımlara evrilen bir toplu yaşamın tam sindirilememiş yeni değerleriyle de bağlantılıdır. Bir yönüyle de Kazan’ın tasarlayıp örneklediği, komşu topluluklarda ve uzak ülkelerdeki devletlilerin yaşamındaki yönetici azınlıkların görklü yaşamlarına imrenmeyle de ilgilidir.
Oğuz toplulukları içinde de dinlerini yaymayı tek işleri sayan kutsal görevli Hristiyan, müslüman gezginler, tüccarlar cirit atmaktadır. Bunların anlatımlarındaki dünyalar imrendirici, akıl karıştırıcıdır. Bazılarına akıl çelici, bazılarına ise imrenilecek ve olması gereken bir yaşam sunmaktadır.
Bu gezginleri gelenek gereği en başta topluluk beyleri ağırlamaktadır. Yeme içme, konuklama, kılavuz verme, dillerini bilen birini ya da bir dilmaçı yanlarına katma da içinde birçok şey topluluk adına beylerin göreviydi.
Açmalık 6
Dilmaç sonradan türetilen, tasarlanıp önerilen bir sözcük olmamalı. Eyuboğlu da sözcüğün 15. yy.dan bu yana bilindiğini söyler (İ. Z. Eyuboğlu, Türk Dilinin Etm. Sz.) Oğuzcada “dutmaç, evrağaç, sığırtmaç, omaç/oğmaç, yırtmaç, yağlağaç -çörek yağlamada kullanılan ağaç saplı, ucuna tülbent geçirilen gereç- yağlamaç –yağlı çörek-, germeç –çöpte pişirilen tavuk eti-, bazlamaç –bak. derleme sözlüğü-, büzmeç –pli, eteğin kıvrımı, katı-, Gömeç, gömmeç… ve bugün alıştığımız “–mece, -maca” ekli bütün sıfatlar bu –maç, -meç kökenlidir.
Biz de çocukluğumuzda köşe kapmaç derdik, “köşe kapmaca”ya… eylem kökünden “–maç, -meç” takısıyla türetilen bir ad ve bu addan –a, -e ekiyle türetilen niteleyici, niceleyici (sıfat). Çünkü 1950’lerin sonunda Kalecik/Ankara topraklarında yüksek gerilim hattının “Ye”ye benzeyen demir direklerini diken İtalyan teknisyenlerinin köylü işçilerle çalıştığı direk çukurlarında köylülerin “çevirmenlere” çok dilli anlamında dilmaç dediklerini anımsıyorum. Yaşlılar, çukurlarda çalışanlar İtalyanlarla dilleşen genç sayesinde dilmaçı anımsamış olmalı. Bizimki belleğin gücüyle ilgili olmaksızın çocukların hemen bir oyuna daha kavuşması sayesindeydi. Artık “vıcı vıcı, bıcı bıcı –İst. vıdı vıdı, bıdı bıdı-” diye italyanca konuşanlarımız, onların anlattıklarını diğer çocuklara çeviren dilmaçlarımız ya da dilmaçlık yapan oyuncularımız vardı. O zamanda eğer önerildiyse TDK dilmaçı oralara duyurabilmiş olamaz. Çünkü köyler o zamanda o yörede devlete ve toplumuna yılda toplam 360 günden fazla kapalıydı.
Oğuz beyleri ve yabandan gelen tüccarlar
Yabandan gelen insanlarla, kümelerle, Oğuz yurdunu geçerek başka yurdlara giden ilçilik görevlileriyle dostluklar, daha sonraki geliş gidişlerdeki görüşmeler, hatta tüccarlarla kurulan ortaklıklar, paralı kılavuzluk ve dilmaçlıkların yaygın olduğu bir yüzyıldır yaşanılan çağ. Böylesi bir ortamda ilk sırada etkilenecek insanlar da beyler olmalı.
(921’de İbn Fadlan’ın Bağdad-Volga Bulgaryası ilçiliği göreviyle gidişinde görevli kümeyi “Etrek/Atrak/Etrak” adlı bir Oğuz beyi konuklamıştır. –Belki de Fadlan ismi hatırlamadığından yazarken bu ismi uydurdu. Çünkü arapçada “Türkler” anlamına gelen bir sözcük bu. Bir çocuğa Urus denilebildiği gibi Türk de denilebilir. Uruslar, Hazarlar, Araplar adı biraz olası değil-.)
10. yy. bugün kavramakta güçlük çekeceğimiz denli dünyanın geniş bölgelerini yemek kültürlerinden giyim kuşama, dinsel inanç ve tapınma biçimlerinden yönetim biçimlerine, o günde geçerli felsefe ve sanat biçimlerine kadar iç içe geçirmiştir.
Bu öyküde örtük anlatılan önemli bir bezek de yaşama siyasetlerindeki, yönetme siyasetlerindeki değişmelerdir. Sorunlara toplanarak karar verme, alınan kararların ortaklaşa uygulanmaya çalışılması, ortak sürüler, ortak üretim, kişilerin ve ocakların birbirinden ayrı nicelikteki gereksinmelerinin ortak üretilenin niceliğinin sınırlarında göz önüne alınması, ortak otlaklar, ortak su kaynakları, ortak savunma, ortak güvenlik, dışardan alımlarda topluluğun durumları değişik tüm kişilerinin gereksinimlerinin göz önüne alınması, sık sık düzenlenen ortak yemekler, toplu kutlanan düğünler, ortak yaslar… aksamaya, yapılmamaya, önemlerini yitirmeye başlamıştır. Özetle gerçekte var olan ve işleyen bir topluluklar birliği çözülmeye başlamıştır (yağmaya çağrılmamada olduğu gibi).
Bunu alt topluluklardaki çözülmelerin izleyeceği bellidir. Çünkü boylarbirliği devletsiz yapıda ortaklaşa işleyişiyle toplulukların varoluşlarını kuran ve koruyan bir zorunluluktur. Bu alt topluluklara dek inecek bozuluşun onlarca dışsal, içsel nedeninin yanında yerleşilen yerde geçim olanaklarının sürülere, insanlara yetmemesiyle de ilgisi vardır. Yazılı tanıklıklardan öğrendiğimize göre yurdu terk edip komşu Hazar devletinde paralı askerlik yapmaya göçen Kınık boyu (900’lü yılların son çeyreğinde Selçukluların Dukak bey önderliğindeki boyu, Kol 2 Üçok, Dal 4 Denizhanoğulları: Boy 16 Kınık) dönemdeki Oğuz boylarbirliği içindeki çatışma sürecini bilemesek de sonuç açısından bir vargıya ulaşmamıza olanak verir. Boylar arasındaki ilişki bir eşitlik ve ortaklaşa siyaset üretmekten uzaklaşarak ayrımlaşarak parçalı bir topluma ve onun erk örgütü devlete yöneltilmek istendi. Bu da Oğuzların parçalanarak parçalarının bir bölümü eski yurtlarının çevresinde kalmayı seçerken diğerleri de Kuzeyden Balkanlara, Güneyden Horasan’a doğru göç etmesini doğurdu.
10. Okuma, yorum
“(151b) yigitlerüm aruz oglı basat gelmedin (…) agça görklümi aruz oglı basat gelüb almadın (…) kazan mana yetişsün menüm kanum aruza komasun agça yüzlü görklümi ogluna alı versün beyrek padişahlar padişahı hakka vasıl oldu bellü bilsün dedi (…) (152a)”
Savlar :
Dışoğuz beylerinin Aruz’u yalnız bırakmaları, ardından ortaya çıkan kargaşada Beyrek Bey yaralı olarak yanında gelenlerce kaçırılır. Yurdlarına ulaşırlar. Beyrek ağır yaralıdır. Beyrek yoldaşlarını hemen Kazan’a göndermek ister. Çünkü Dışoğuz’un onu izleyerek yurduna baskın yapacağını düşünür. Korkusu Aruz’un oğlu Basat’ın da baskına katılacağı varsayımıyla büyüktür. Çünkü Basat yiğittir. Başka öykülerden öğrendiğimiz üzere Basat çatışmalardan birinde Kazan’ı üç kez atından düşürmüştür. Korkusunun konusu ise Basat’ın Beyrek Bey’in eşini alıp Dışoğuz yurduna götüreceğidir. Neden? Çünkü Beyrek’in eşi Dışoğuz’dandır. Basat’ın öngörülen eylemi ise öyküde açıklanmayan Basat ile Beyrek’in eşinin yakın akrabalığı olabilir.
Bu akrabalığın derecesini Beyrek ve yoldaşlarının Aruz Bey dışında diğer Dışoğuz beylerinin yaralama eylemine katılmadığını görmelerine karşın, Aruz’un yurdundan yaralı Beyrek’i alıp anında kaçtıktan sonra Beyrek’in anlatmasından çıkarabiliriz. Çünkü Dışoğuz beyleri kendi aralarındaki kol bağlarını kopardıklarından, Beyrek’in yurdunu basacak olan Aruz, oğlu Basat, onun yoldaşları, Aruz’un boyunun diğer savaşabilecek kişileridir. Basat da baskında bulunursa eğer, yanında götüreceği ilk şey akrabası olan Beyrek’in eşidir. Çünkü Basat’ın yurduna götürmesi gereken kadın ablası olmalıdır. Baskın bir kurtarma eylemidir. Beyrek eşinin ailesinden/ ocağından yana davranmadığı, üstelik ölümcül yaralandığı için gelinin bu olaydan sonra Beyrek’in akrabalarıyla ilişkisi, konumu, bağları ne olursa olsun İçoğuz’da yağı<yagı/yagu görülecektir. Basat’ın beklenen baskının temel gerekçesi Dışoğuz’un herhangi bir kadınının değil, ablasının, kandaşının, karındaşının, kız karındaşının kurtarılmasıdır. Bu törenin bir buyruğudur. En iyi biçimde de ölüm döşeğindeki Beyrek tarafından anımsanmaktadır.
Aruz’un tümcesinin anlamında açık ancak bizim anlamlandıramadığımız “bizim” ile “güyegümüz” sözcükleri bugün de bazı durumlarda söylenebilmektedir. Ben yerine bir utangaçlıkla belirlenen bir alçakgönüllülük imleyeni “biz”. Güyegüm yerine de güyegümüz… Ancak öznenin bulunuşundan önce de eylemi yapan, bir bağın iyesi olarak ben yerine alçakgönüllü görünmekten çok uygun olarak kullanılan biz, doğrudan bu eyleyenleri imleyen ortak sorumluyu gösterirdi. Öyle ya Beyrek yalnızca Aruz’un değil, aynı zamanda onun ocağının, sopunun, soyunun, Dışoğuz’un da güyegüsü olur.
Kendime dayanaksız olarak çok mu güveniyorum, kuşkusuyla yapraklar çevirirken bu anlamada yalnız olmadığım bir örnek buldum. E. Rossi okuduğumuz öykü üzerine yaptığı özetlemede alıntıladığımız tümceyi “Bütün Oğuzlar’ın en yiğiti olan Beyrek (…) aynı zamanda, Uruz Koca’nın kızını aldığından ona akraba olmuştu…” (E Rossi, agy. s.250.) böyle anlamaktadır. Burada bir ikirciklenme noktası olarak Vatikan yazması ile Dresden yazması arasında bir sorun oluşturacak (Aruz’un yukarda belirttiğimiz sözünde) değişik sözcükler var mı, olabilir. Vatikan yazmasında Aruz’un sözü şöyle: “Baryik dahi bizden kız alubdur güyegümüzdür” (Tezcan-Boeschoten, agy. s. 284.) En azından bir tek kişi olsa da Rossi de benden çok önce bu tümceyi “Beyrek benim güyegümdür…” olarak anlamıştır.
Bu baskın eyleminin çoklu etkisi olacaktır. Eşinin soyunun tarafını tutmayan Beyrek üstünden bütün Dışoğuz “güvegü”lerine gözdağı vermek de içinde başka boylara gönderdikleri gelinlerin yaşamlarını izlediklerine ilişkin bir kanıt eylem gösterilmesi. Böylece törede kız alarak ya da vererek hısımlık geliştiren topluluklar arasında evlilik sonrasında da yerine getirilmesi gereken sorumlulukların olduğunu anlıyoruz. Bu da topluluklar birliğinin dağılmadan kalmasını, yaşamasını sağlayan bir bağdır.
Belirsiz de olsa bu ilişkide Oğuz topluluklarında arı bir ataerkinin (babaşahlılığın) olmadığının, akrabalığın yalnızca erkek soyundan yürümediğinin vurgulanmasını da görebiliriz. Öykümüzde yazıcıların yüzünden ortalıkta görünmeyen kadınlar yine de belirtilmeyen etkileriyle, ağırlıklarıyla öndedirler (bak. aşağıda). Beyrek’in kaygılarında önde gelen kişiler kadınlardır. Öyküde Eşi, gelini, kızları en azından bu kaygı sıralamasında anılmaktadır. Dresden yazmasındaki öykünün tümcesi şöyle (özetlerken atladım): “… basat gelmedin/ elim günüm çapılmadın/ (…) agça yüzlü kızım gelinim inleşmedin/ Agça yüzlü görklümi aruz oglu basat gelüp almadın/ …” (Tezcan-Boeschoten, agy. s. 192) dır.
Öç alma
Beyrek’in ölüm döşeğinde son dilekleri ikidir. İlki öcünün Aruz’dan, Aruzoğlu Basat’tan, Dışoğuz’dan alınmasıdır. Burada siyasal birliğin çoktan gevşediği, son olanlarla birlikte öteki toplulukların siyasi birliklerine karşı yürütülmesi zorunlu kan gütme ya da öç alma edimi istenmektedir. Bu istek de iki kol arasında her türlü yaşamsal bağın koptuğunu imler. Çünkü öç alma sınırdaş topluluklara (Peçenekler, Hazarlar, Kıpçaklar, Samanoğulları vd.) karşı girişilmesi gereken bir töre zorunluluğudur.
Geçmişte Oğuzların Hazarlarla, Peçeneklerle, Kıpçaklarla savaşlarını tarihsel kayıtlarda bulabiliriz. Abbasi devletinin Ortaasya’daki uzantısı Samanoğulları zamanında sınır kaleleri (ribat) Oğuz baskınlarına karşı kurulmuştur. Oğuzların baskınlarının, ılgarlarının sınır topluluklarına ve kentlerine yapıldığına ilişkin tarihsel kayıtlar da var.
Öykümüzdeki öç alma dileği kollar arasında görülse de erkin, yetkinin bir azınlık yönetimine doğru uzun zamandır gizliden evrildiğinin de bir imidir. Zaten Dışoğuz’un yağmaya çağrılmaması ayrımlılaşarak çözülen boylar birliğinin açık ve dolaylı bir anlatımıydı.
Dul kalan kadını eşinin yakınlarıyla evlendirme
Beyrek’in ikinci dileği “agça yüzlü görklümi ogluna alı versün”dir. Buradan Beyrek’le Kazan’ın yakın akrabalığını kavrarız. Çünkü bu dilek dilenmese de törede dul eş ölenin kardeşince, gerekirse ikinci eş olarak alınmalıdır. Eğer ölenin yaşça ve konumca uygun erkek kardeşi yoksa sırada erkek yeğenleri vd. bulunur. Bu gelenek ya da kayın evliliği (leviratus) dul kadınların ve eğer varsa yetim kalan çocukların topluluk içindeki konumlarını, yaşama olanaklarını korumaya yöneliktir. Yalnızca onun getirdiği çeyize, mallarına konma isteğiyle açıklanamaz.
Aynı gelenek birçok budunda/bodunda da görünüyor. Araplarda İslamın ilk yarım yüzyılında o kadar yaygın ve ard ardına dizilidir ki evlilik çizelgesini anlamak çok zordur. Sözgelimi Ali bin ebu Talib ile Fatima binti Muhammed’in kızı Ümmi Gülsüm’ün evlilikleri. “(…) önce Hz. Ömer’le nikahlandı. ve ondan, Zeyd adında bir çocuk doğurdu. Ömer ölünce Cafer et-Tayyar’ın oğlu Avn’a vardı. Avn’ın ölümünden sonra Muhammed b. Ca’fer et-Tayyar’a nikahlanan Ümmü Gülsüm’ün bu kocasından bir kızı dünyaya geldi. Muhammed’in ölümü üzerine Abdullah b. et-Tayyar’a varan Ümmü Gülsüm bu zatın nikahı altında iken vefat etti.” (Y. N. Öztürk, Hazreti Fatıma, s. 139 –aktaran Ö. Uluçay, Hz. Ali, c.1, s. 324-.)
Bu evliliklerde bir neden de kadının babasına ödenmesi gereken başlık olmalı. Aile içinde dul kalan kadın eşinin kardeşiyle evlendirilerek bir açıdan da aile başlıktan kurtulmuş olur. Bunun da altında çoğu durumda ailenin yoksulluğu yatmış olmalı.
Erkek eşlerin onur ve erdemlerinin biri de eşinin ve çocuklarının geleceğini alabildiği kadarıyla güvenceye almaktır. Bu güvenceyi sağlayamayanlar erdem yönünden gelişmemiş, yoksul sayılır. Beyrek’in kaygısı yalnızca bu değil görünüyor. Onun yüreğinde yayılıp güçlenen öç, kin, yağılık duyguları aynı zamanda yenilerde geliştirdiği, yenilerde örnek aldığı sıradüzenli toplumların bir yasasıdır (yağı> düşman, Danişmendlilerin Yağıbasan beyinin adının geldiği kök. Yavuz sözcüğü de buradan –yağı/yagu- köklenerek kötü davranış gösterenleri imler). Yasa diyorum, çünkü yaygın olarak bilinen Sümer/Akad toplumlarının Hammurabi yasalarında bile (İÖ. 18. yy.) kadının bir mal olarak kocasına aitliği belirtilir. Hem de kadın haklarını korumaya alan “paragraflarda”. Ayrıca bu yasalardan yüzyıllar sonra yazıyla kayıt altına alınan (Eski Sözleşme’nin –ahit- bazı kitaplarının en eski kayıtı İÖ. 4 yy.) kutsal kitapların hepsinde de kadının toplum içinde sonralığı, alttalığı kocasının malı olduğu vd. erkeklerin yararlandığı haklardan yoksun kalmaları açık seçik belirtilmiştir.
Eskiden beri birçok devletli parçalı ya da sınıflı toplumda kadının “erkek eşin ve soyunun bir malı” sayıldığı oldukça yaygındır. Oğuzlarda Beyrek’in duygularından ve Basat’ın yapması beklenen eylemlerinden törenin yasalarla koşut olmadığını öne sürebiliriz. Çünkü beklenen eylem sonucunda Basat hakkı ve görevi olan bir zorunlulukla yakın akrabası olan Beyrek’in eşini alıp yurduna götürecektir. Beyrek’in yurdunun, çadırlarının yağmalanması da bir yönüyle gelinin götürdüğü çeyiz gerekçesiyle hak ve görev olacaktır.
Açmalık 7
Oğuzlarda baldızla evlendirme (soluratus) geleneği yalnızca ölen kadının öksüz kalan çocuklarının bakılıp büyütülme sorununun çözümlenemez boyutlarda algılandığı ya da olduğu durumlarda gündeme gelir. Öksüzlerin üvey bir anneye bırakılmak istenmediği durumlar da etkili olur. Baldızla evlendirme aynı zamanda kalan eşin kollanması açısından da değerlendirilir. Kalan eş, ölen eşini çok sevmektedir. Çocuklarla, annebaba ilişkileri toplulukça sevimli bulunmaktadır vd. gerekçeler bu evliliği zorunlu kılar.
Günümüzde Oğuzların torunlarında olduğu gibi kentli bireylerde de bu evlilik bağları dinin buyruklarıyla değil, geçmodernliğin algılama ve uygulamalarıyla nerdeyse “ensest/fücur”la eşit sayılmaktadır. Geçmodernlikte evliliklerin önceki topluluklarda ve toplumlarda yapıldığı gibi sınıflandırılması olanaksızdır. Dışevliliğin ya da içevliliğin tanımlanması için önsel olarak bir soy öbeğinin bulunması gerekir. Geriye iç ve dış evlilikleri inanılan ve yükünmelerinin yerine getirildiği din ve sağaltım açısından bir değerlendirme yapma kalır. İçevliliği anımsatan evliliklerin kötülenmesi, yadsınması İslam açısından olanaklı olamaz. İslam Peygamberi’nin çevresinde bile yeğen evlilikleri yaygındır. Geçmodern sağaltım ise akraba evliliklerinin uygunsuzluğunu doğacak çocukların sağlıksız, engelli olacağı kuramıyla açıklar. Çeyrek yüzyıl öncesine dek ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturan köy ve kasabalarda yeğen evlilikleri yaygın olmasına karşın “sakat çocuklar” kuramının örnekleri başka ülkelerden kadın ya da erkeklerle evlenen çiftlerin çocuklarının örnekleri kadar ya vardır ya yoktur.
Açmalık 8
Dede Korkut Oğuzyazmalarında (Oğuzname) eşit topluluklara dayanan siyasal biraradalığın sürdüğü dönemlerde kadınlar da öykülerde etken güçler olarak yer alır. Taş Oğuz’un Asi Olduğu… adlı öyküde Kazan yağmalatma toyunun sonuna doğru birlikte katıldıkları eşinin elini tutarak oturduğu yemek çadırından dışarı çıkar. Öykü böylece hiç olmazsa “harem selam” bölmesine ayrılmış çadırlarda geçmez. Bu tutum öyküde şöyle anlatılır. (“kaçan kazan evin yagmalatsa helalınun elün alır taşra çıkarıdı.” (Tezcan-Boeschoten, agy. s. 188.)
Bu bir imdir; imlediği ise konukların yemek yediği, eğlendiği bütün çadırlarda bulunan her şeyin dökülüp saçılacağı, kırılabileceği, yanlarına anmalık olarak alınabileceğidir. Yağmalatma töresi artık ürünü olan kişilerin hepsini bu toya zorunlu kılar. Aruz’un beyleri toylamasında kırdırdığı kurbanlar da bunu imler. Elbet bu tam bir yağmalatma değildir. Topluluğa, topluluk beylerine verilen toy artık ürünü ortak tüketime sunarak ortak üretimden arta kalanların üretenleriyle birlikte tüketilmesidir de. Artık ürün doğal ayrımlardan dolayı da birikir. Sözgelimi bir ocak kalabalıktır. Çalışanlar, üretenler de kalabalıktır. Sözgelimi sürülere bulaşan bir hastalık bazı sürüleri kırmamıştır. Başka bir önemli neden de başka budunların sınırlardaki kentleri ya da sürüleri bir boyun yiğitleri tarafından yağmalanmıştır. Bu elbette bir aradalığı diri tutan bir eylemdir. Kişiler ancak bu tür eylemlerle kişi olabilirler. Ad almak bile ortak yaşamı güçlendiren böylesi ortak eylemlere bağlıdır. İşte bu yağmalarda ele geçirilenler yağmaya katılanların artık ürünlerini çoğaltır. Bu ürünleri ortaklaşa tüketmek için toylar verilir, dernekler kurulur.
Türkmenlerde söylediğimiz gibi beylik, yiğitlik, bir kişinin adı bile topluluğun iyiliğine, sevincine, mutluluğuna yönelik becerilmiş bir eylemden sonra alınır. Dede Korkut öyküleri arasındaki bağlar çok açık olmasa da, 12 öykünün bazılarında beylik, yiğitlik, toylamak ya da toy vermek kişi olabilmenin önemli koşulları olarak ortaya konur. Birinci öyküde (Dresden, Dirse Han…) “boğayı koyverdiler oglancuklara kaç dediler. Ol üç oglan kaçdı dirse hanın oglancugı kaçmadı (…) oglan yumrugıyıla boganın alnına kıya tutub çaldı boga götin götin getdi (…) boga ayag üstine turamadı düşdi (…) oglan bıçagına el urdı boganın başını kesdi (…) Dedem Korkut gelsün bu oglana ad kosun bilesince alub babasına varsun babasından oglana beglik istesün taht [u] el versin dediler…” (Tezcan-Boeschoten, agy. s. 38.) Öyküde ad, beylik, taht, el almak böylesi bir eylemden sonra gündeme gelir. Bu da topluluğun önerisi, Dede Korkut’un işe koşmasıyla olabilirdir. Toya gelince, yine aynı öyküde Dirse Han kendisini kara çadıra oturtan Bayındır Han’ın adamlarına “bayındır han benüm ne eksükligüm gördü kılıcumdanmı gördi sofram-danmı gördi…” diye sorar. Sofra toy vermek, aç doyurmak, toplu yemek vermek anlamındadır. Bir kişi, bir yiğit kılıç ile sofrasıyla tanımlanır. Yiğitlik gücü oldukça kılıç çalmak ile gücü oldukça sofra kurmakla elde edilir ve sürdürülür. Yine bir öykü (Dresden 10. öykü, Uşun Koca oglı…) daha hoş bir vurguyla sofra kurmayı kılıç sallamayla aynı düzleme, erdem düzlemine koyar. “mere uşun koca oglı bu oturan begler her biri oturdugı yeri kılıcıyla etmegiyile alubdur mere sen baş mı kesdün kan mı tökdün açmı toyurdun yalıncak mı tonatdun…” (Tezcan-Boeschoten, agy. s. 167.)
Etmegiyile sözcüğü, toydan, sofradan başka bir şeyi imlemez. Bugün de kentlerde Türkmenlikten artakalan “ekmek yedirmek” kavramı, belli gerekçelerle verilen toplu yemekleri imler. Ev almak, araba almak, çocuğun askerden gelişi, düğünden önce verilen bir hayırlı yemeği… için çağrılacak komşular, akrabalar, tanıdıklar “ekmek yediriyoruz, bize buyrun” diye çağrılır (face book kullanıyor olsalar da).
Bunlardan dolayı Türkmenlerde tek başına olan bir kişiyi düşünmek, imgelemek olanaklı değildir. Kişiyi yaratan da, yaşatan da, onu imrenilecek biri sayan da topluluktur. Türkmen topluluklarında bunlardan biri olmadan diğerini imgelemek bile olanaklı görülmez.
Aslında kişi ile topluluk ya da kurmaca (sanal, akılsal, farazi, spekülatif, saymaca, düzmece) bir kavram olarak birey ile toplum ayrımı geç toplumların sosyal ve insan bilimlerinin bir kurgusudur. Bu kurguda Devlet (?) varlığı gereği tektürlü (homojen) bir yığın ister. Aynı zamanda bu yığının içindeki türdeş, özdeş bireylerin çalışan, tüketen, buyruklara uyan, devletin ve düzeninin göksel varlığının sürmesi için görevlerini yerine getiren, gerektiğinde canını bile veren tekler olmasını ister. Burada tektürlü yığınla devletin aynılaştırılma dileği ve bu yığının içinde aynı davranan uyumlu, özdeş davrananışlı düşünceli bireylerin imgelenmesi, amaçlanması, bu amaca varmak için kurumlar kurulması doğrusu bir akıl varlığı olarak bile kavranamaz bir kurgudur. Modern devlet kurgusu budur. Bilimseldir. Her türden okulda öğretilir. Bu doğrultuda yazanlara burslar, çalıştığı kurumlarda ücretli ücretsiz bir yıl ya da daha uzun süreli izinler, iş konumunda bir üst aşamaya (dr. iken doç. vd.) “çıkış” verilir. Kitapları devletin bakanlıklarının yayınlarında binlerce basılır. Bu yapıtların görkü görkemi üzerine basın, yayın, durmadan övgüler üretir… İnanç böyle binlerce çabanın birleştirilmesiyle –sonsuz süren kampanya?- yine de yığınla bireyi özdeşlemek, eşitlemek şöyle dursun benzer bile kılamaz. Çünkü bu bir olanaksızlıktır. Ulusu aynı baba aynı ana oldurup doğursa bu kez de kardeşler benzemezleşir. Peki bu dileğin gerçekçi olduğu, gerçekleştiği inancı ya? Erkliler, yetkeliler, yetkililer inandırıcı olduklarını , yığın da onlara karşı kanmışlık görüntüsü vermek diler.
“Osmanlı toplumu göçtü ama Osmanlı Kültürü, bizde / dilimizde, iliğimizde, kemiğimizde yaşıyor, yaşayacak da. Toplum varlığını kendisiyle özdeşleştiren devlet adamı, devlet göçerken, toplum veya kültürün de tükendiğini sanır. ‘Allah devlete, millete zeval vermesin’ dileğimizdeki ‘devlet önceliği’ buradan gelir. (…) Atatürk ise, bu tarihi gerçeği dile getirmekten çekinmeyen, gerçekçi olduğu kadar, uzak görüşlü devlet adamlarından biridir. (…) Atatürk’te Cumhuriyet, bir yönetim biçiminden çok, devlet-millet ayrımını en aza indiren bir yaşam felsefesi, çağdaş varlık bilincidir.” (B. Güvenç 2003: 212.) Bu kurgu yüceltilerek bir inanca dönüştürülür. Yığına yeni bir inanç ve bu inancın törenleriyle birlikte sunulan imgeye her bireyin (okulda, kışlada, işyerinde, sokakta, kısacası yaşamın görünen her yerinde ve kurumunda) uyması buyrulur.
Açmalık 9
Eşitlikçi topluluklara ilişkin anlatılarda kadınlar da yer alır. Okuduğumuz öyküde yalnızca bir tümcenin iki sözcüğü kadını gösterir. Kazan evini yağmalatma toyunda “helalinin elini” tutarak çadırdan taşraya çıkar.
Öyküdeki bu kadın kıtlığı öykünün yapısına, anlayışına ilişkin değildir. Tersine öykünün zamanıyla yazının zamanı arasındaki ayrımlardan doğar. Yazı devletli toplumda, bölünmüş toplumda birbirinden ve yaşamdan ayrı düşürülüp düşünülen erkek ile kadının çoğunda varsayımsal olan konumlarıyla üretilmiştir. Ancak Dede Korkut Oğuzyazmalarında eşit topluluklardan oluşturulmuş boylar birliğinin boy örnekçiliği (temsil) yetkisi beylerdedir. Doğal olarak her topluluğun kendi yurdu, kendi yazlak ve kışlakları vardır. Çünkü sürülerin yeterli beslenmesi geniş yurtlarda dağılmayı, içecekleri suyun yeterliliği de yurtlarda insan ve hayvanların seyrelmesine bağlı bir zorunluluk olduğu ortadadır. Bu da toplulukların yurtlarında özgür ve özerk olmalarını doğurur.
Öyküdeki bu siyasal varoluşta boyların başında han tarafından atanmış bir yönetici yoktur. Yurtların ayrılığı ve uzaklığı öyküde de belirtilir. A11. Okuma’daki özette “gece gündüz demediler yortma oldı” tümcesi Kazan’ın ve beylerinin Aruz’u öldürmeye gittikleri zaman atlarını gece gündüz hızla koşturduklarını anlatır. Bu at yortma (Yort Savul, Ece’ye selam,) İçoğuz’dan dışa doğru düşünüldüğünde ya da dairenin merkezinden dışa doğru olduğu düşünüldüğünde hayvanların ve insanların yurtlarının geniş bir bölgeye dağıldığı görülür.
Siyasallığı yalnızca devlet erkiyle zorunlu ilişkilendirmediğimiz anda Oğuzların birliğinin işleyişini açık seçik anlarız. Siyasal oluş kişiden ocağa, oradan kandaş öbeğe, öbeklerden topluluğa, oradan da topluluklar birliğine yayılır. Okuduğumuz öyküdeki bütün vurgular bu yöndedir. Birlik siyasal bir kuruluş olarak toplulukların yaşamını engelleyecek başka budunlardan gelecek saldırılara karşı olduğu kadar, toplulukların hayvanlarıyla birlikte yaşamlarını sürdürecek yazlık kışlık yurt paylaşımlarını da kurar ve korur. Birlik topluluğa ilişkin her şeyde (evlilik, ölüm, hastalık, kıran vd.) dayanışmayı, yardımlaşmayı, sevinç ve üzüntü durumunda yapılması gereken edimleri de örgütler, kotarır. Yaşayanlarının törel olarak eşit hakları, eşit sorumlulukları taşıdığı doğal bir Siyasetten, siyasallıktan da bunların düzenlenmesi, yönetilmesi anlaşılır. Buna yönelik olmayan bir siyaset ise Doğaüstüdür, meta-fiziktir.
Öykü yazıcısına karşın Dede Korkut öykülerinin bazılarında kadının çok öndeliği, çok yer, çok söz kapladığı görülür.
(15-16. yy.? Öyküleri çekimleyen devletli ve bölümlü bir toplumun görevlisi de olabilir. Çünkü Vatikan yazmasındaki altı öyküye birazcık dikkat kesildiğimizde öykülerin içinde eski sözcüklerin, sözdizimlerinin, yüklem çekim kiplerinin vd. yanında öykü zamanında olmayan ancak 16. yy.da karşılaşabileceğimiz dil açısından sözcüklere ve yapılara rastlarız. Bu özellik bende sanki ortada eski bir yazma var. Yazmayı çeken kişi yazmayı çekerken bazı yerleri değiştirerek, güncelleyerek çalıştı. Bu arada da devletin üst yöneticilerinin hoşuna gidecek eklemeler yaptı izlenimini yaratıyor. E. Rossi belki bu eskil sözcüklere bakarak Vatikan yazmasının Dresden’den eskiliği yargısına vardı…)
Eğer Dede Korkut’un diğer öykülerine, sözgelimi Bamsı Beyrek’e, Bogaç Han’a bakarsak kadınların öyküdeki geniş yerini ve ağırlığını görebiliriz. Ancak yineleyerek vurguladığımız sav, öykülerde ad benzerlikleri, Dede Korkut’un öykülerin sonunda ortaya çıkarak dua/hayırlı/alkış vermeye gelişi gibi ortaklıklardan öykülerin zamanlarını, bölümlerini, parçalarını, yerlerini, kişileri, anlatma biçemini ve topluluk ilişkilerini aynılaştıramayacağımız idi. Sözgelimi çözümlemeye çalıştığımız öyküdeki (Dresden 12., Vatikan 6. Öykü) Beyrek’in eşi Dışoğuz’dan Aruz Bey’in kızı olmalı, dedik. Ancak Vatikan’da olmayan, Dresden’deki 3. öyküde (Bamsı Beyrek. Anadolu’da her çağda çok anlatılan, birçok yörede o yörenin ağzıyla yazıya geçirilmiştir,) Beyrek Bey’in eşi Banu Çiçek Bay Bican Bey’in kızıdır. Böylece en azından iki öykünün arasında Beyrek ile Dede Korkut adları dışında pek fazla ortaklık, bağ bulamayız. Bunun gibi durumlara bir açıklama getirmeye çalışan Pertev Naili öğretmen şöyle der: “XV. asrın ilk yarısında artık ozan Dede Korkut’un uzak menkabevi devirlerde naklettiği rivayet edilen hikayelerin vakalarıyla yeni Türkmen boylarının Anadolu’da geçirdikleri maceralar birbirinden ayıt edilemez oldu, yani yeni coğrafi sahneler üzerinde, yeni düşmanlara karşı yapılmış olan mücadeleler eski kahramanlara izafe edildi ve ananevi ozan Dede Korkut’un anlattığı hikayelermiş gibi kabul edildi. işte tam o sırada bir sanatkar hikayeci bu şifahi rivayetleri mükemmel bir edebi kisveye bürüdü, bize Dede Korkut Kitabı’nı verdi. (…) Anlaşılıyor ki, Dede Korkut Kitabı’nın meçhul muharriri oğuzların şifahi olarak yaşayan manzum destani epizotlarını almış ve yeni içtimai şartlara uygun edebi bir şekle sokmuştur. Fakat eski epik eserlerin mevzularını aldığı gibi, epik şekil ananesinden de kendini kurtaramamıştır. ” (P. N. Boratav, Halk Hikayeleri…, s. 42, 43.)
Yine de öykülerin türlü ayrımlarını unutmadan yapılan bir okumada Oğuzlarda kadının yerini, nasıl yaşadığını, sözünün ağırlığını her öyküde imgeleyebiliriz.
Okumalık 4’e geçmeden önce yazmaların başında yer alan “giriş”e ilişkin birkaç şey söyliyelim. Bu girişle öyküler arasında Dede Korkut adından başka bir bağ görülmüyor. Yazıcının, çekimleyicinin görev gereği olarak da eklediği bir parça olmalı. E. Rossi “giriş” için şöyle der: “Girişte kadınlar hakkında bir sayfalık bir hicviye var ise de, hikayelerin destani havası ile hiçbir alakası yoktur.” (E. Rossi, agy. s. 229’daki dipnot.)
Belki de dünyada en fazla çalışılan Dede Korkut öyküleri, çalışanların dil özellikleri dışında en fazla tartıştıkları bu giriştir. Kısa kesip Semih Tezcan öğretmeni selamlıyalım. “Giriş’in ise sonradan yapılmış bir ekleme olduğu üzerine araştırmacılar arasında görüş birliği vardır.” (S. Tezcan, Dede Korkut Oğuznameleri Üzerine Notlar, s. 62.)
Andığımız girişte kadınlar şöyle sınıflandırılır. “karı-lar dörd dürlüdür/ birisi solduran sobdur/ birisi tolduran tobdur/ birisi evün tayagıdur/ birisi neçe söylerisen bayagı-dur” (Tezcan-Boeschoten, agy. s. 23.) Bayağı olanlara ilişkin bakış açısı da diğerleri gibi ayrımcıdır, erkekegemendir. “(…) evine yazıdan yabandan bir udlu konuk gelse er adem evde olsa ona dese ki tur etmek getür yeyelim bu da yesün dese avrat eydür neyleyim bu yıkılacak evde un yok elek yok deve degirmenden gelmedi der ne gelürise benim sagruma gelsün der (…) bin söylerisen birisini tuymaz erün sözini kulagına koymaz ol nuh peygamberün eşegi aslı-dur (…)” (Tezcan-Boeschoten, s. 34.)
Son olarak girişin ne zaman, ne gibi amaçlarla yazıldığını ele veren tümceler üzerinde duralım. “Resul aleyhi s-selam zemanına yakın bayat boyundan korkut ata derler bir er kopdı oguzun ol kişi temam bilicisiydi ne derise olurıdı gayibden dürlü haber söyleridi (…) korkut ata eyitdi ahır zemanda hanlık gerü kayıya dege kimesne ellerinden almaya ahır zeman olup kıyamet kopınca bu dedügi osman nesli-dür işde sürilüb gede yörür…” (Tezcan-Boeschoten, agy. s. 29.)
Şimdi bu bölümü yaklaşık 1430’larda yazılan (2. Murad dönemi, 1421-1443, 1444-1451) Yazıcızade Ali’nin Tevarih-i Al-i Selçuk –Oğuzname, Selçukname, Tarih-i Al-i Selçuk- adlı yapıtında şu parçalarla karşılaştıralım. “ [Topkapı nüshası, 15a] peygamber aleyhi’s zamanına yakin zamanda beyasi boyından korkut ata koydı oguz kavminün bilgesi-y-di ilham iderdi eyitdi ahir zamanda girü hanlık kayına dege dahı kimesne ellerinden almaya didügi osman rahmetü’lah neslindendür.” (Yazıcızade, Tev. Al-i Selçuk, s. 30, haz. A. Bakır 2009.)
Eğer Dede Korkut öyküleri girişi öykülerin yazıya geçirildiği zamanla eşzamanlı ise bu oluşturulmaya çalışılan Osmanlı soyunun Oğuzluğu bezeğinin bir parçasıdır. Bu düşünce ve yazma akımının bilinen en eski örnekçisi ise Yazıcızade Ali’dir. Bir yarım yüzyıl sonra ise Osmanlı vakayınameci ya da olayyazıcıları (cronic) bu bezeği bir önbenimseme durumuna kavuşturur. Örneğin Aşıkpaşazade (1480’lerin başında yazdı), örneğin Oruç Bey (1502’den yakın önce…”
Bu zaman bulmacası neden önemlidir? Çünkü dönemin Osmanlı toplumunun erkekegemen, ataerkil bakışıyla öykülerin yazıya aktarıldığı ya da var olan bir yazmanın bu bakışla çekimlenerek güncellendiğini gösterir. Bir kere çok açık olarak öykünün Dede Korkut’u Korkut Ata’ya dönüştürülmüştür. “Dede Korkut”taki sözdizimi en azından Şah İsmail’in dedesi Şeyh Cüneyd’den beri Ali taraftarlığını, bu dedeyi dinleyen toplulukların da Osmanlı devlet İslamı dışında bir müslümanlıklarının olduğunu gösterir. Böyle olunca da kadın topluluk yaşamındaki ağırlığı dışında, geride, horlanmış, bir şekilde kapatılmış olarak gösterilmeye çalışılır. “Korkut Ata” ise Oğuza, Oğuzcaya aykırı düşer. Daha Doğuya, Karahanlılara, Moğollara çıkar. Burada Boratav’ın belirttiği çatışmalardan geriye bir tortu kalır. Dede Korkut Kitabı’nın meçhul muharriri oğuzların şifahi olarak yaşayan manzum destani epizotlarını almış ve yeni içtimai şartlara uygun edebi bir şekle sokmuştur. Fakat eski epik eserlerin mevzularını aldığı gibi, epik şekil ananesinden de kendini kurtaramamıştır. (P. N. Boratav, Halk Hikayeleri…, s. 42, 43.)
Zaten nerdeyse girişle aynı sözcüklerle, anlamdaş olan bir parçayı Yazıcızade (Yazıcıoğlu) Topkapı 16b’de yazar: “Hatun kişi gerekdür ki çün eri ava ve çeriye gitmiş ulaşmış ola ol evini müretteb bezenmiş tuta şöyle ki eger ilçi veya gayrı konuk eve kona dükeli nesneyi tertib birle düzenlü göre ve eyü aş bişürüp konugun eksügin geregin düzetmiş ola lacerem erinün eyü adın çıkarmış ola ve kendünün dahı eyü adı mehafil ve mecalisde söylene eyü er eyü hatun kişiden ma’lum ola eger hatun kişi yaramaz ve ked banu olmayacak olursa erün yolsuzlıgı ve tedbirsüzligi andan malum olur ez hane-i be-kethuda-yı mane-i hemeçir [manuçihr] dahı eyitmiş ki şöyle ki bazirganlar altunlu kumaşlar ve tengsukları-y-ıla gelürler assı ümid-ile gönülleri kuvvetlü ve ümid-ile olurlar (…) ” (Yazıcızade, agy. s. 33.)
Yazıcızade buradan sonra (Manuçihr) Cengiz Han’ın olduğunu söylediği sözleri Topkapı 18a’nın sonuna dek sürdürür. Bu durumu Rossi de Tezcan da vurgular: “Osman’ı Oğuz’un nesline bağlayan resmi bir şecere meydana getirdiler. Murad II devrinde kaleme alınan Yazıcızade Ali’nin Selçukname adlı eserde, Dede Korkut kitabının girişinde söylenen sözlerle sıkı sıkıya bağlı bir bölüm vardır. V. Barthold’un Asya müzesindeki nüshadan çıkarttığı kayıt şöyledir: [Arapça yazaçlı parçanın yazaç aktarımı yapılmamış, parçayı kendi yazımımla aktarmayı deniyorum: “resul aleyh esselam zamanına yakın bayat boyundan korkud ata kopdı gendü kavminin bilgesiyidi ne dirse o olurdı gayibden haberler söylerdi hak taali anun gönline ilham eyidürdi eyitti ahir zemanda gerü hanluk kayıya virülüb kimse elleründen almıya didügi osman rahmetallah neslidür”.] Her iki metnin benzerliği şüphe götürmez. Ne gibi bir netice çıkarabiliriz? Şurası muhakkaktır ki, Kayılar ve Osmanlı sülalesi için yapılan bu kehanet Osmanlı hanedanının hoş tutulması için kitaba dahil edilmiş bulunuyor. (…) Bu kısmın Kitab-ı Dede Korkut’a (yani bugün elimizde bulunan yazmalara) girişini, muhitin müsait etkisi ile olabilmişti. Barthold (…) kitabın toplanmasının Sultan Bayezid I (1389-1402) devrinde yapıldığını ileri sürmektedir. XIV. asrın sonu ile XV. asrın başlarına izafe edersek, doğrudan uzaklaşmayız.” (E. Rossi, agy. 212.)
Tezcan’ın Selçukname’nin Berlin yazmasından aktardığı parça şöyle “ [varak 21a] (1) er kişi güneş degül ki dükeli yerde gendüzin halka göstere. hatun kişi gerekdür (2) ki çün eri ava ve çeriye getmiş ola, ol evini müretteb ve bezenmiş tuta. şöyle (3) ki eger elçi veya gayrı konuk eve kona, dükeli nesneyi tertib birle ve düzenli göre ve eyü aş (4) bişürib konugun egsügin geregin düzetmiş ola. lacerem erinün eyü adın çıkarmış (5) ola. ve gendünün dahı eyü adı mehafil ve mecalisde söylene, eyü hatun kişide (6) ma’lum ola. ve eger hatun kişi yaramaz ve kedbanu olmayacak olursa erün yolsuzlugı (7) ve tedbirsüzligi andan ma’lum olur.” (S. Tezcan, DKO. Üzerine Notlar, s. 56.) Tezcan şu sonucu çıkarır: “DKK’ndaki pasajla bu cümleler arasındaki benzerliğin rastlantı olması mümkün değildir. (…) [yazı aktarımı ve yazım S. Tezcan.]” (Tezcan, agy. s. 56.)
Böylece bu usandırıcı dolaşmayla hiç olmazsa “öyküdeki bu kadın kıtlığı öykünün yapısına, anlayışına ilişkin değildir. Tersine öykünün zamanıyla yazının zamanı arasındaki ayrımlardan doğar. Yazı devletli toplumda, bölünmüş toplumda birbirinden ve yaşamdan ayrı düşürülüp düşünülen erkek ile kadının çoğunda varsayımsal olan konumlarıyla üretilmiştir,” derken, dediklerimin arkasında nasıl bir bağın olduğunu göstermiş oldum.
Okumalık 4
(Bogac Han boyunda kadın, çıkarmalı özet.)
“[7a] (…) [7b] meger dirse han derleridi bir begün oglı kızı yogıdı… bayındır hanun yigitleri dirse hanı karşıladular getürüb kara otaga kondurdılar… hanum bu gün bayındır handan buyruk şöyle-dür kim oglı kızı olmayanı tanrı teala kargayubdur biz dahı kargaruz demişdür…
[8a] dirse han evine geldi çagırub hatunına soylar… / beri gelgil başum bahtı evüm tahtı/ evden çıkub yöriyende selvi boylum/ … kara saçlum/ …çatma kaşlum/ … tar agızlum/ güz almasına benzer al yanaklum/ kadunum ziregim dölegüm// görürmisin neler oldı ogulluyı ag otaga kızluyı kızıl otaga oglı kızı olmayanı kara otaga kondurun… karşuladılar kara otaga kondurdılar … sendenmi-dür bendenmi-dür tanrı … bize… bir müslüman ogul vermez nedendür… //han kızı yerümden turayınmı/ yakanı bogazundan tutubanı/ kaba ökçem altına salayınmı/(…) /han kızı sebebini nedür degil mana/…//
[9a] (…) /hay dirse han bana kazab etme/ incitib acı sözler söyleme/ (…)/ iç oguzun taş oguzun beglerin üstüne yıgnak etgil/ ac görsen toyurgıl/ yalıncak görsen tonatgıl/ borcluyı borcundan kurtargıl/ depe gibi et yıg/ göl gibi kımız sag-dur/ ulı toy hacet dile/ ola kim bir agzı du’alınun alkışıyla tangrı bize/ bir müsülman ayal vere// (…) dedi [9b]dirse han dişi ehlinün söziyile ulu toy eyledi. (…) Hatunı hamile oldu… bir oglan togurdı. (…) oglan on beş yaşına girdi (…) ol kırk yigit hased eylediler… gelün oglanı babasına kovlayalum ola kim öldüre gene bizüm izzetimüz hürmetümüz anun babası yanında hoş ola (…) ol yigirmisi vardı dirse hana bu haberi getürdi (…) ne yerde güzel kopdıyısa çeküb aldı ag sakallı kocanun agzın sögdi ag bürçekli karınun südin tartdı (…) [12a] al şerabun itisinden aldı içdi anasıyıla sohbet eyledi anasına kasd eyledi (…) dirse han eydür varın getürün öldüreyim (…) [13a] (…) dirse han kurt sinirli katı yayın eline aldı üzengüye kalkıp katı çekdi uz atdı oglan iki talusınun arasında urub [13b] yıkdı (…) dirse hanun hatunı oglancugumun ilk avu-dur deyü attan aygır… kırdurdı kalın oguz beylerini toylayayım dedi… kırk ince kızı boyına aldı dirse hana karşı vardı. (…) oglancugını göremedi… /berü [14a] gelgil başum bahtı evüm tahtı/ han babamun güyegüsi/ kadın anamun sevgüsi/ atam anam verdügi/ göz açuban gördügüm/ gönül verüb sevdügüm/ a dirse han/ (…)/ iki vardun bir gelürsin/ yavrum kanı/ (…) [14b] kara tonlu azgun dinlü kafirlere bir ogul aldurdunısa/ degil mana/ han babamun katına ben varayım/ agır hazine bol leşker alayın/ azgun dinlü kafire ben varayım/ (…) yalınuz ogul yollarından dönmeyeyim/ (…) böyle degeç dirse han hatunına cevab vermedi ol kırk namerd karşu geldi eydür oglun sag-dur esen-dür avdadur [15a] bu gün yarın kanda ise gelür… beg ser-hoşdur cevab veremez (…) dirse hanun hatunı kayıtdı gerü döndi… kırk ince kızı boyına aldı bedevi ata binüb oglancugın isteyü getdi (…) kazılık tagına geldi çıkdı (…) baksa görse bir derenün içine karga kuzgun ener çıkar (…) oglanun iki kelbcügezi varıdı kargayı kuzgını kovarıdı (…)oglan anda yıkıldukda boz atlu hızır oglana hazır oldu (…) [15b] oglanun anası oglanun üstine çapub çıka geldi (…) çagıruban oglancugına soylar… /(…) öz gevdende canın varusa ogul ver/ haber mana/ (…) bu kazalar sana nereden geldi/ (…) [16a] anasınun yüzine bakdı (…) /berü gelgil ag südin emdügüm kadunum ana/ ag bürçeklü izzetlü canum ana/ (…) kargarısan babama karga bu suç bu günah babamdandur/ dedi [16b] oglanu ata bindürdiler alubanı ordusına getdiler oglanu hekim-lere ısmarlayub dirse handan sakladılar (…) ol kırk namerdler bunı tuydılar (…) dirse han eger oglancugın göririse arturmaz bizi heb kırar dediler (…) [17a] Dirse hanı tutdılar (…) alubanı kanlu kafir ellerine yöneldiler (…) dirse hanun hatunı bunı tuymış oglancugına karşu varub soylamış… (…) / (…) elde yagı yogiken senün babanun üstine yagı geldi/ (…) babanı ol kırk namerdden kurtargıl [17b] yöri ogul baban sana kıydıyısa sen babana kıymagıl// (…) bogac han çapub yetti ol kırk namerd dahı bunı gördüler eyitdiler gelün varalum şol yigidi tutub getürelüm ikisini bir yerde kafire yetürelüm dediler [18a] (…) dirse han oglancugı idügin bilmedi (…) eydür / (…) /ag yüzli ala gözlü gelin-ler/ gederise benim geder/ senünde içinde nişanlun varısa [18b] yigit/ degil mana/ savaşmadın uruşmadın alı vereyim/ döngül gerü/ (…) menüm içün geldünise/ oglancugum öldürmişem/ yigit bana yazugı yok/ döngil gerü// dedi oglan burada babasına soylamış… / (…) /ag yüzli ala gözlü gelin/ senün gederise/ menüm dahı içinde nişanlum var/ komagum yok kırk namerde/ (…) [19a] /menüm dahı içinde/ bir aklı şaşmış biligi yitmiş koca babam var/ komagum yok kırk namerde// dedi oglan… babasını kurtardı kayıtdı gerü döndi dedem korkut boy boyladı soy soyladı (…) [19b] (…)” (Tezcan-Boeschoten, agy. s. 35-49)
Karşılaştırmalık 1
(Bamsı Beyrek öyküsünde kadın üstüne tümceler, yantümceler)
“ (s. 68) (…) Allahu te’ala mana da bir kız vere dedi kalın oguz begleri… allahu te’ala sana da bir kız vere dediler bay bican beg eydür begler allahu te’ala mana bir kız verecek olurısa siz tanuk olun menüm kızın bay büre beg oglına yavuklı olsun dedi bay bican beye bir kız verdi gök çayırun üzerine bir kırmızı otag dikilmiş haberi yok ki alacağı ala gözlü kızun otagı olsa gerek bu otagun üzerine varmaga edeblendi bu otag banı çiçek otagıymış ki beyregün beşik kertme nişanlusı adahlusıydı banu çiçek otahdan bakarıdı mere dayeler bu kavat oglı kavat mize erlikmi gösterür dedi kısırca yenge derler bir hatun varıdı ilerü vardı pay diledü hey beg yigit bize dahı bu geyikden pay ver dedi mere dadı men avcı degülem beg oglı begem heb size dedi amma sormak ayb olmasun bu otag kimündür dedi kısırca yenge bu otag pay bican beg kızı banı çiçegin-dür dedi beyregün kanı kaynadı edebile yab yab gerü döndi kızlar geyigi… güzeller şahı banı çiçek önüne getürdiler mere kızlar bu yigit ne yigit-dür va-llahi sultanum bu yigit yüzi nikablu yahşı yigit-dür hey hey dayeler [babam] mana ben seni yüzi nikablu beyrege vermişem deridi mere çagırun haberleşeyim banı çiçek yaşmaklandı yigit gelüşün kandan iç oguzdan iç oguzda kimün nesisün bay büre beg oglı bamsı beyrek dedükleri menem dedi ya ne maslahata geldün yigit dedi pay bican begün bir kızı varmış anı görmege geldüm dedi ol öyle adem degüldür ki sana görine amma men banı çiçegin dadısıyam gel emdi senünile ava çıkalum eger senün atın menüm atumı geçerise anun atını dahı geçersin ve hem senünile güreşelüm meni basarısan anı dahı basarsın beyrek eydür hoş emdi atlanun bayrek atı kızun atını geçdi oh atdılar bayrek [okı] kızun okın yardı mere yigit menüm atumı kimse geçdügi yok ohumı kimse yardugı yok emdi gel senünile göreş tutalum dedi karvaşdılar iki pehlevan olub birbirine sarmaşdılar beyrek götürür kızı yere urmak ister kız götürür beyregi yere urmak ister beyrek bunaldı bu kıza basılacak olurısam kalın oguz içinde başuma kahınc yüzüme tohınc ederler kavradı kızun bagdamasını aldı emceginden tutdı kız koçındı bu gez beyrek kızun ince beline girdi bagdadı arhası üzerine yere urdı yigit banı çicek menem beyrek üç öpdi bir dişledi dügün kutlu olsun han kızı deyü barmagından altun yüzügi çıkardı kızun barmagına geçürdi ortamuzda bu nişan olsun han kızı dedi çün böyle oldu heman emdi ilerü turmak gerek beg oglı dedi nola hanum baş üzerine beyrek kızdan ayrılub evlerine geldi babası eydür oguzda kimün kızın alı vereyin beyrek eydür baba mana bir kız alı ver kim… ogul sen kız dilemezsin gendüne hampa istermişsin meger sen istedügin kız… banı çiçek ola dedi ay ogul banı çiçegün bir deli kardaşı vardur… kız dileyenü öldürür beyrek eydür ya pes nedelüm oguz begleri eyitdiler bu kız istemege kim vara bilür.. dede korkut varsun dediler Aydan arı günden görklü kız kardaşun banı çiçegi bamsı beyrege dilemege gelmişem dedi dede kız karındaşımun yolına ben ne isterisem verürmisin dede verelüm dedi delü karçar eydür bin bugra getürün… dede döndi büre beg eydür dede oglanmısın kızmısın dede oglanam dedi beyrege ve anasına ve kız kardaşlarına muştucı geldi sevindiler şad oldular. (s. 75)” (Tezcan-Boeschoten, agy. s. 68-75.)
Öykü DKK’da 29 sayfalık yer kaplar. Dresden yazmasının en uzun öyküsüdür. Buradaki 8 sayfada kadının kapladığı yer giriş betimlemelerinin, tanımlarının, kişi tanıtmalarının uzunluğu göz önüne alınırsa hayli uzuncadır. Güç, söz geçirme, kişiliğinin topluluksal olarak benimsenmesi, bağımsız karar verme, eşini seçme vd. konularda kadın özgürdür, erkeklerle eşittir. Ayrıca 14-15. yüzyılda devletin dini topluma yaymaya ve dini toplumda derinleştirmeye çalıştığı bir dönemin düşünce, duygu, algısıyla dolu yazı bilen bir kişi tarafından yazıya geçirilmiştir. O günkü kurda ya da geçerlilikte müslümanlığın yöneticiler arasındaki etkililiğini düşünürsek en azından kendiliğinden bir kadın anlatısı sınırlandırması, geriye atılması işlemez mi?
Sözgelimi biliçdışı işleyişlerin de çalıştığı bir okuma uğraşında, Bogac Han öyküsündeki “… bir müsülman ogul vermez”deki (Tezcan-Boeschoten, agy. s. 36) “müslüman” sözcüğü yazmalarda “batman –bir ağırlık ölçüsü, sözgelişi konuşmada olağandan epey fazla-” okunacak kadar açık seçiktir. Bu durum benim de düşüncelerimi açıkladığım bazı yayınlarda tartışılmıştır. Bunu müslüman okutan, bunun müslüman olması gerektiği düşüncesinden yazıcının yanlış yazdığı kanısına vardıran kendiliğinden, bizim niyetimize karşın işleyen siyasal, inançsal, düşünsel eğilimler, birikimler, kendiliğinden bilinçdışı oluşturmalar etkili değil mi? Hem bebeği olmayan birinin doğması dilenen bir bebeği bir dinden olması koşuluyla dilemesi nasıl olur da bir bebeğin olması dileğinin önüne geçebilir ki? “… bir müsülman ogul vermez” sözü, bilgilerimizi, kanılarımızı, inançlarımızı, sanılarımızı, kaygılarımızı, bir gerçekliği inandığımız başka bir gerçekliğe çevirme istegimizi bir yana bıraktığımızda bana çok açık geliyor. “Aha, şöyle nur topu gibi gelişmiş yumuk yumuş bir bebek” dilemek.
(Tartışmada M. Ergin –batman-, O. Ş. Gökyay –yetmen- ilk taraflardı. T. Tekin batmanın altı kilo olmasından dolayı sözcüğün bebeğin ağırlığıyla çeliştiğini ileri sürerek yetmenin doğru olabileceğini yazdı. S. Tezcan’la –müsülman- A. Gökalp –batman- tartıştılar. Sonradan S. Özçelik –batman- bunun yörelere göre değişen bir ağırlık ölçüsü olduğunu –bazı yerlerde 2.9 kg. olduğundan sözcükle dilenen bebeğin uyuştuğunu- belirtti. Ben bu tartışmalardan haberim olmadan bilgisizliğin yürekliliğiyle “nur topu gibi” bir anlamı imgeledim. Bunda elbette büyüdüğüm çevredeki dilde yaşlıların kadın erkek ayırmadan “yap da görelim; bi batman daşşak ister,” demelerine gizli gizli gülmelerimizin payı olsa gerek. Yaşlılardan sonraki kuşakta ya da babalarımızın kuşağında bu vurgu “altı okka”yla değiştirildi. Fransız metrik düzeni bizim köyde elbette kullanılıyordu. Ancak yürekliliği, cesareti, doğruculuğu bizim kuşaktan öncekiler hala batmanla, okkayla (1.250 kg.) vurgulamayı sürdürüyodu. Oğuz dili durumları, nesneleri, oluşları bizim çağdan daha somut düşündüğü için diledikleri bebeği nur topu yerine bir batmanla kavramlaştırmış olmalı. Öyle ya kavram yaratmak yalnızca devletli okullarda yetiştirilen bilginlerin işi değil ya!Oğuzlar durumları, nesneleri, oluşları bizim çağdan daha somut düşündüğü için nur topu yerine bir batmanla düşünmüş olmalı. Abbasi dönemi yazarları tartışmalı durumlarda söyledileri sıralayıp sık sık “en doğrusunu Allah bilir” derlerdi. Sonuç olarak inançsal düşünce anlakla ilgili ussal bir nesne değil mi yoksa? “En doğrusunu Allah bilir.”
Views: 108