Evveliyatıyla Anarşizm bağlamında politik olanın içerisinden var olanın kavranmasının problemlerine genel bir bakış geliştirmek gerekmektedir. Anarşist davranış kodlarının ifade edile geldiği bağlamı açmak durumundayız. Anarşizm oldum olası mevcut sistem ve rejimler içerisinde ve mevcut olan politik rejimler içerisinde kendi gündemiyle var olmayı tercih etmiş ve çoğunlukla kendi gündemiyle varlığını devam ettirmiş bir hareket ve düşünce biçimi olarak bilinir. Tarihin en hareketli ve savaşların en yoğun olduğu dönemlerine bakıldığında ise Anarşist örgütler ve eylemlerinin heyecan verici çalışmaları ve mücadeleleriyle karşılaşmak mümkün. Devamlı surette hareket eden ve yeni atılımlar içerisinde olan hareket kişi ve örgütler elbette bir sürü hata da yapmışlar ve yaparlarda. Genel anlamıyla Anarşist zihniyet reel politik alanın içinde olmayı reddetmiş ve hayatın içerisinde olmayı buna yeğlemiştir. Bunda ne denli başarılı olup-olmadığı ise tartışmalıdır. Bu değerlendirmeye Anarşizmin her türlü çeşidini dâhil ediyorum. Sokak gösterilerinde, yaratıcı eylemlerde sempatik ve doğurgan olan Anarşistler kurmaya ve devam ettirmeye geldiğinde tökezlemiş ve başarısız olmuştur. Bunu da Anarşizmin bir bakıma doğasına (yönetme ve yönetilme ye karşı doğal tepkiden ve bu hallerden uzak durmaktan) ve başka bir açıdan da bu mevzu üzerine yeterince durmamaya bağlamak mümkündür. Bu başarısızlıklar başka bir bakış açısıyla olumlu görülebilir. Fakat bu konuda belirleyici olan doğal olarak iktidarı hedeflemeyen ve iktidar ilişkilerini dahi yok etmeye çalışan bir cemaat yapısının iktidar, güç, başarı vb. olgularla var olan cemaat yapılarınca çerçevelendiğinde yaşama şansının olmayacağı ve yok edilmeye mahkûm olacağı teziyle de açıklamak mümkün.
Bugüne gelindiğinde Anarşizmi radikal bir muhalefet hareketi olarak görmekteyiz. Bu diğer radikal muhalefet hareketlerinden farklı bir pratik ve söylem olarak ortaya çıkmasına rağmen birçok halde diğer hareketlerle ortak dile, pratiğe ve amaca odaklanmaktan da geri durmamakta. Anarşizm ve Anarşist Hareketleri ve pratiklerini iki veçhe ile tanımlamak mümkün: Aslen Batı aydınlanma düşüncesinin bir çocuğu olarak var olmuş Anarşizm Doğu’dan da bu Batılı söylem izlerini sürdürerek varolmuş, düşünsel temellerindeki Batı aydınlanmasının izlerini her daim koruyarak dünyanın doğusunda da varlığını devam ettirmiştir. Bu minvalde toplumsal hareketlerde etkinliğini Doğulu düşünsel temellerde az çok etkilenerek devam ettirmiştir. Elbette Anarşizm varolduğu andan itibaren çoğulcu bir düşünsel oluşun tüm özelliklerini göstermiştir ( Hıristiyan, pasifist, isyancı, terörist, sendikacı, taocu varyasyonlarına gönderme yapmaktayım). Tüm bu oluşumlar ve süreç hem sosyal hareketlerin kendisi ve hem de fikri yakınlıkları itibarı ila Anarşizmin kimi dönemlerde büyüyerek, kimi zamanlarda etkisini kaybederek ve küçülerek bugüne gelmesine vesile teşkil etmiştir. Daha çok Batılı bir kimlikle anmadan edemeyeceğimiz Anarşizmin Dünyanın diğer coğrafyalardaki hareketlerle ortak yanını bir “Ahlak” sahibi olması olarak görmek yanlış olmaz. Birey ve onun “vicdan”ından hareketle her daim mağdurun yanında, onunla duygudaşlık kurmuş olması onun ideolojiden çok – tarihinde önemli miktarda Kiliseye karşı savaş vermiş (buna dindar Anarşistler de dahildir) bir düşünce olarak – zincirlerinden kopmuş bir din olarak tanımlamamıza da elverir. Anarşizm mevcut sistem içerisinde tarihi boyunca mağdurun yanında yer alan ve iktidara mahkum olduğunda kendisi olmaktan çıkan ve kendini hiçleyen bir fenomen olarak da düşünülebilir. O’nun duruşu, sisteme muhalefetine rağmen, sistemle beraber yaşayan olarak da kurgulanabilir. Reel Politik içerisinde Siyasal Temsil biçimlerini felsefi ve politik olarak red etmesine rağmen, toplumsal gövde’de mevcut kurumları kendince dönüştürerek varlık alanı yaratmış ve öyle olmuş olduğu aşikârdır. Sendikalar, dernekler, ekolojik hareketler, hak arama mücadeleleri, Kooperatifler ve haklar etrafında yürüyen bir çok mücadelede Anarşist düşünceler izlerini ve hareketlerini görmek mümkün.
İkinci veçhe ise insanlık tarihinin ve insan yaşamının bugüne kadar gelen toplumsal değişimine rağmen ilk halini korumakta direnen ve bu direnişini kendi mevcudiyetiyle devam ettiren İLKEL insanların kabile yapıları ve Modern dünya ile ilişkilerini devam ettiriyor olmalarına rağmen Aşiret ilişkilerinden ve onun getirmiş olduğu ilişkilerden modern dünyaya direnen dayanışma ve yardımlaşma geleneğiyle yaşayan insanlar (Buradan hareketle her türlü kabile yapısını onayladığım sonucu çıkarılmamalıdır.) Bu tez elbette ki Modernizm ve onun savunucularına ve bugünün aydınlanma savunuru kafalara absürt gelebilir. İki-üç yüzyıldır aşiret yapılarını yıkıp modern ulus devlet kurmak üzere yola çıkmış zihniyetin her aşiret yapısını Feodal olarak damgalayarak karalaması anlaşılırdır zannederim.
Elbette burada göze çarpan bir problem var. Kendisi Anarşist düşünceden ve önerdiklerinden haberdar olmayan bu yaşam biçimleri Anarşist olarak tanımlanabilirler mi? Sorusudur bu. Bunun için Anarşist düşüncenin nasıl bir toplum tasavvuruna sahip olduğundan hareketle cevap verilebilir. Bu konuya teferruatlı girmeyip Harold Barclay’in “Efendisiz Halklar”[1] kitabını referans göstererek kendimi soruya cevap vermiş olarak düşünüp kapıyorum.
Türkiye Ve Kürt Ellerine Dair Bu Minvalde Reel Politiğin Gelmiş Olduğu Yer ve Anarşist Bir Gelecek Tasavvuruna Dair:
Modern Türk devleti ideoloji olarak batı merkezli pozitivist, pragmatist ve devlet yüceltici bir düşünsel akımın temsilcilerince, diğer modern Devletlerin takip ettiği yolu takip ederek halka ve kültüre rağmen kurulmuş ve bu topraklarda bulunan tüm kimliklere her türlü kültürel, etnik ve dinsel farklılığı görmezden gelerek homojenleştirme politikaları (asimilasyon, soykırım, katliam ve nüfus hareketleriyle) uygulamıştı. Her devletin kendince bu asimilasyon ve yok etme çabasının kendi tarihinde yatan travmaları vardır. Bunların ardında yatan savaşlar ve cepheleşmeler o mevcudiyetin sonra ki etkinliklerinin anlamını bize açık kılar. Devletler ya da o devletlere vücut verecek olan hareketlerin temel maksadı kitleleri öyle ya da böyle manipüle ederek harekete dahil etmektir. Türkiye ve Kürdistan özelinde yeni devletin şekillenmesi sürecinde bu manipülasyon ve “ikna” etme çalışmalarının nasıl işlediği Resmi Türk Tarih kitaplarında dahi göze batacak kadar açıktır. (Örn. Nutuk, M.K. Atatürk)
Su zamanda Modern bir devletin kurulma çalışmalarını 1923’de başlatmayacak kadar basit bir tarih okumasına sahip olmayanımız, okul kitaplarında yazılanların aksine, yoktur herhalde. Modern Devlet elindeki malzemeyi bilmekte ve ona göre yönetebilme çalışmaları yapmakta mahir olmalıdır. Bundan hareketle mevcudiyetinin tehlikeye girebileceği ayakları iyi tahlil etmek mecburiyetindeydi ve O’da bunu tahlil etmişti anlayabildiğimiz kadarıyla. Çağdaş Batı medeniyetinin takipçisi ve taklitçisi Batılıdan daha da Batılı olmaya ahd etmiş entelektüeliyle devlet kurumlarından, zihniyetine, örgütlenmesine ve kanunlarına kadar her şeyini Batıdan taklit ederek yeniden kurmuştu. Bu taklit hali bugün onun asıl kimliğinin ve hatta toplumun dahi kimliğinin önemli bir parçasıdır. Pozitivist ve Aydınlanmacı entelektüel Devlet erkanı, Batıdaki (özellikle Din’e karşı değil) kiliseye karşı verilen mücadeleyi kazanan zihniyetin takipçisi olarak Dinden kaynaklı herhangi bir hareketin önünü kapamak için kendine bağlı bir Ruhban Sınıfı oluşturmuştu. Olası her hangi bir kalkışmayı “gerici” diyerek yaftalayacak önemli bir kurumu elde etmiş oldu.
Bir diğer tehlike olan ayrılıkçılık ise her daim Devletin önemli önceliklerinden biri idi. İşte tam buradan başlayarak Devlet çıkan isyanların ve politik hareketlenmelerin önünü almak ve kontrol etmek maksadıyla meşru ve cebri zorunu kullanmış ve tarihi boyunca kendi kanunlarının dahi dışına çıkarak Kanunlarını çiğnemekte behis görmemiştir. Bundan dolayıdır ki özellikle Güney Doğu ve Doğu bölgesini sıkıyönetim ve olağanüstü hallerle yönetmişti. Devletin bu baskılarının özneleri Gericilik ve irtica damgasıyla Tarikatlar, Aleviler(Dedelerin tutuklanmaları ve kovuşturmaya uğramalarını eskiler bilirler) ve Devletin İslamının dışındaki tüm halk olurken, Gericilik ve Feodal ağalık damgasıyla Kürtler olmuştu. Çoğunlukla bu her iki karalamayı her olay için kullanmışlardır.
Bugüne gelindiğinde görülen manzara: Bu asimilasyon ve yok etme çabalarında Devletin ve onun resmi ideolojisinin başarılı olduğunu, toplumsal dokuyu süreç içinde dönüştürmeye muktedir olmuş olmasından hareketle söyleyebiliriz. Bu süreçte istihkâm politikalarıyla ülkenin demografik yapısında ve dolayısıyla etnik ve dinsel yapısında bütün olarak değişime neden olmuşlardır. Özellikle Sünni Müslüman ve Türk bir toplum ve millet oluşturmayı bir nebze de olsa başarmışlardır. İşin aslı tüm ırkçı ve totaliter yapı Türk Milleti yaratmanın çabasıyla katliamlar ve yasaklarla bunu başarmıştır.
Fakat kimlikleri yok etmeyi başaramamışlardır. Baskı ve cebir, doğal olarak direnişi doğurmuş ve her özne kendi meşrebince kendini mevcut kılma çabasını göstermiştir. Kürtler ayaklanmalarla Türk milliyetçiliğinin bir aynası olarak Kürt milliyetçiliğini meşru kılarak ortaya çıkmış ve Biz varız demiş, İslam ise toplumun her yanında ve onu kuşatan bir mevcudiyetiyle mevcut politik alanın içine ve hatta iktidar ve iktisadi yapının sahiplerini tehdit edecek kadar varlığını yaygınlaştırmıştır. İktidara ve iktisada el atmışlardır. Bu süreçte ise her kesim kendince gerek mevcudiyet, gerekse zihniyet olarak kırılmalara uğramış ve başkalaşarak bugüne gelmişlerdir.
Bu Aşamada Reel Politikte Durum Nedir?
Görünen o dur ki Devlet eski duruşunda ve yapılanmasında köklü değişikliklere gitmektedir. Devletin yapılanmasında ve örgütlenmesinde gitmekte olduğu bu yapısal dönüşüm, eski birçok kurum ve örgütlenmesini ve yeni zamanda bu zamana daha uygun daha rasyonel örgütlenmelerle konjonktüre uygun bir hal almayı ve Devlet zihniyetinde köklü değişiklikleri zorunlu kılmaktadır. Mevcut konjonktür Devletin eski zihniyetle devam edemeyeceğinin sinyallerini çeşitli defalar gösterdi ve Devletin kadrolarını yapısal bir dönüşümü yapmaya sevk etti demek mümkündür. Bunun yanına toplumun mevcut devlet zihniyetinden bağımsız olarak bir evrim geçirmiş olması ve bu Devletle gidilemeyecek olmasını kavramasında çok önemli etmendir. Bunu işareti merkez kaç bir Partinin (sunulan tercihler arasında en merkez dışı olan) halk tarafında büyük oranda bir oyla iktidara getirilmesidir.
Konjonktürel değişimin bir tarafını halkın tercihi oluştururken, Türkiye’nin AB’ye üye olma sürecinde yerine getirmeyi taahhüt ettiği yasal ve kurumsal değişiklikler (AB ‘ye üye olma maksadı çağdaşlaşma sürecinin en önemli söylemi olduğundan, bu süreçteki değişikliklerden zarar görenlerce dahi yüksek sesli bir itiraza uğramamıştır) öbür tarafını oluşturmuştur. Ve Kürt sorunu açısından PKK’nın varlığı ve süren savaşın yıllardır çatışma ile bitirilemiyor olması, savaşta yarardan çok zarar elde edildiğinin kavranması ve Devletin uluslararası ilişkileri yeniden okuma ve yeni stratejisi ile “atak dış politika” adımları ve sonunda Türkiye’nin enerji geçiş hattı olarak önemli kılınan konumu ve Irak’ta “Müttefik”lerin başarısızlıkları ve oraya müdahil olan Türkiye bu konjonktürün tablosunu oluşturmuştur. Sonuçta İstikrarlı bir Türkiye esasen uluslararası alanda kabul gören ve istenen hal olmuştur. Rasyonel Devlet zihni de bunu böyle olduğunu zannederim onaylamıştır.
Zannımca, aksi halde, Devlet teröristle görüşmez dilinden, devlet istihbaratı şeytanla bile görüşüre kolayca ulaşılamazdı.[2] Kürt dili ve kültürü üzerinde varolan baskıların büyük oranda kaldırılması, medya’da konu üzerine uzun uzun tartışmalar yapılması, devletluların hapishaneden Abdullah Öcalan’la yaptığı görüşmeler, gayrı resmi PKK görüşmeleri halen devam eden süreç bu konuda adım atmaya meyilli olan bir devletin olduğunu göstermektedir. Bu sürecin nasıl sonuçlanacağının ucu henüz açık fakat şu aşamada Kürt sorununun çözümündeki engel olarak Silahlı güçlerin sahibi olarak PKK’nın varlığı, Devlet açısından Kürt sorununun bir PKK sorunu olarak görüldüğünü düşünmemize neden olmakta ve karşılıklı diş göstermeler ve uzlaşmalarla süreç devam etmektedir.
Bu sürecin PKK dışında kalan diğer kesimlerinin sürece dahil olma çabaları PKK’nın varoluş nedenini ve gücünü zayıflatacağından birer tehdit olarak görülmektedir. Bundan dolayıdır ki Orhan Miroğlu tehdit edilmekte ve birçok Kürt entelektüelinin süreçten uzak durması istenmektedir.
Şunu açık şekilde vurgulamakta yarar var: esasen PKK’nın varlığı ve silahlı mücadelesi,(diğer Kürt hareketlerinin varlığını da vurgulamak önemlidir) bir olgu olarak, Kürt kimliğinin ve varlığının yok edilmesinde devletin zorbaca baskılarına karşı bir direnişi simgeler. Fakat bu örgütün örgütlenme ve mücadele biçimlerinde Devletten farklı olmadığını söylememizi engellememeli. Ve bu benzerlik Kutsallık kültü yaratmada da aynı yöntemi kullanmakta da ortaya çıkar. Bunun ifadesi olarak, bir toplantıyı basan ve manipüle eden PKK’lılardan birinin haykırışı benim için simgesel önemdedir: “Apo, 21. yüzyılın Atatürk’üdür”.
Anarşist Düşüncenin Bu Süreçte Nasıl Bir Duruşu Olur. Bir Anarşist Bu Savaşın Ortasında Ne Der, Ne Demeli ve Kendini Nasıl Konumlandırmalı?
Bu sorular her durumda ve çatışma ortamında sorulan sorular olmakta. İsrail’de duvara karşı Filistinlilere destek verip kendini siper eden Anarşistler aklıma gelmekte elbette. Elbette orada bulunan, Anarşist ya da değil, insanların vicdanıdır nasıl davranacağı ve nasıl tavır alacağını belirleyen. Elimizdeki reçetede duruma ilişkin bir ilaç yoksa bekleme ve hiç bir şey yapmama ve olanları görmeme lüksümüz olmamalı. Eğer orada vicdan denen şeyin seni rahatsız etmiyorsa hiç problem yok demektir!. Ama Anarşizm tam tersine tam da bu düşeni kaldırma hareketidir. O bir vicdan hareketidir. Ruhunu ve vicdanını özgür bırakma ve kendinle hemhal olma hareketidir.
Tüm bunları söylememe neden olan saik Anarşist bir mevcudiyetin kendini göstermediği ve fakat tek tek Anarşistlerin her iki taraf arasından kalmış olmasından dolayıdır. Aslında orada olanlara dair ne yapmalarına dair söz söylemek durumunda değilim ve söylemem de. Ama uzaktan görünen başka şeyler var. Akan kanın durması adına Acı çekenlerin (Anneler) yanında olmak ve buna sevinmek. Şiddetin ve zorbalığın olmadığı bir iklim yaratılmasına katkıda bulunmak. Reel politik’in içinde yer almasa bile reel politik her günlük yaşamımıza yer verdiğinden –bu da Anarşizmin ve Anarşistlerin dilemmasıdır – kendini Anarşist olarak gören ve görmeyen herkesin ve herkesimin sürece müdahil olması vicdani bir zorunluluktur.
Son olarak: Kürdistan coğrafyasından Anarşist bir toplum ve Anarşist ilişkilerin imkânlarını araştırmak için zannımca toplum bilimcilere, antropologlara ve sosyal antropologlara başvurmamızı gerektiren bir konu olsa gerektir. Şahsen böyle imkânlara kimsenin sahip olduğunu düşünmüyorum. Ama bu soruya devrim için işçi sınıfının olması gerektiğini söyleyen bir Marksist’ten daha içi rahat bir şekilde yanıt vermek mümkündür. Anarşist cemaat adı Anarşist olsun ya da olmasın ilişkilerle varolan bir cemaattir. Olasıdır ki Kürdistan’ın dağlarında yaşayan ve şehir yaşamından ve ilişkilerinden münezzeh bir aşiretin varlığı kimi istisnaları bir tarafa bırakırsak anarşistçedir[3]. Hatta mahalledeki arkadaşlık ilişkilerinde kimi arkadaşlık kodları Anarşistçedir. Böbürlenmek ve kibirlenmek değil elbette ama kendini saklamak “ iyilik yap denize at ya balık bilir ya halık’ diyen ve hakikaten mütevazı olan Anarşistçedir. Erdem[4] her ne ise, o dur Anarşistçe olan…
“Devletsiz Kürt Tarihinin Anarşist İmkânları”[5] adlı makalede iddia edildiği gibi Kürtlerin bir devletlerinin olmamış olması bir başına onlarda bu potansiyelin olduğu anlamına gelmez. Bahsedilen zannederim modern devlettir. Modern devlet öncesi devletler gevşek örgütlenmiş toplumsal bir yapıda faaliyet gösterir daha çok. Ve asıl olarak Aşiretler şeklinde örgütlenmiş bir yapısı vardır Kürt nüfusunun ve kendi başına özerk gibi görünür. Ve hatta bu aşiretlerin Devlet gibi bir talepleri de olmamıştır. Bundan hareketle Osmanlı coğrafyasının böyle bir imkânı içinde taşıyor olduğunu söyleriz ki bu da tartışmalı bir durumdur. Ama buna rağmen, aslında bu aşiret yapılanmasından ve bugüne kadar gelen yapılara sahip olmasından dolayı köy, toprakla ilişki ve kimi ortaklaşmacı değerler hali hazırda mevcut olduğundan ve hatta yüzyıllardır böyle olageldiğinden dolayı özgürlükçü komünite için bir imkan sunar. Kafamızdaki bir komüniteyi elbette bir çırpıda kurmamız mümkün değil. Ama bu imkân hali hazırdaki cemaatlerde var olan kimi ilişkilerde varsa onu koruyup bugün üzerinden yeni duruma uygun şekilde inşaya devam etmek bir şeyi yeniden kurmaktan daha avantajlıdır. Öyle ki yeniden kurulacak cemaatin insan malzemesi cemaat olmaya istek duyan insan malzemesi olur. Fakat cemaat olup olmayacağı her daim şüpheli olacaktır. Başlangıç noktasını böyle bir kurgu ile ele alış olmam, yeniden kurulacak hem birey ruhu, hem cemaat ruhuna sahip bireylerin olduğu bir cemaat tasavvurundan daha gerçekçi bir adım olarak görünmektedir bana. Velhasıl-ı kelam Merkezkaç her harekette Anarşist bir potansiyel olduğuna inanıyorum ben…
Alişan ŞAHİN
alis@itaatsiz.org
Not: Qijika Reş Dergisi / Sayı:3’de yayınlanmış olan bu makale söyledikleri şeyler itibarıyla bugüne de halen bir şeyler demektedir. Bu maksatla yayınlıyoruz.
[1] Efendisiz Halklar, Herold Barclay, Versus Yayınları
[2] Dışişleri bakanı Davutoğlu, 26 Ağustos 2010, http://www.zaman.com.tr/wap.do?method=getSondakikaDetay&haberno=1020554&sirano=1&sayfa=
[3] Bu cümleyi sarf etmekten hareketle söylemekten kendimi alamadığım ve sorduğum soru şudur: Orada bir yerde Anarşist ilişkilerin reçetesi ve reçetesini yazmış olan birileri var mıdır? acaba…
[4] Burada da Erdem kavramından ve Ahlak kavramından hareketle, kültürlerin farklılıklarında hareketle, bu kavramlara ve duruşlara atfedilen değerlerin farklı olduğunu ve her kültüre yedirilemeyeceğini ve bu minvalde Anarşizmin dahi evrensellik iddiasından bulunamayacağını söylemekle yetineceğim.
[5] Devletsiz Kürt Tarihinin Anarşist İmkânları – R. Kaya
Views: 70
[…] Anarşizm ve Türkiye’nin Değişmeyen Reel Politiğine Dair Sorular (Alişan Şahin – 07.01… […]