Kendimizi solcu olarak tanımladığımız andan itibaren hayatımızın büyük bir kısmı devlet destekli örgütlerin saldırılarıyla karşı karşıya kalmış bir kuşağın ferdiyim. Bundan dolayı da sokaklarda “Mit, Kontr-gerilla” karşıtı sloganlar atmanın dahi tehlikeler arz ettiği bir “çağ”dan gelip, düştük 2000’ler sonrasına. Bu süreçte binlerce arkadaşımız katledildi. Binlerle ifade edilecek insan o ya da bu sebeple öldürüldü. Sağ-sol çatışması bahanesi yaratmaya çalışan provokatif siyasal dile karşı devrimcilerin 12 Eylül öncesinde tepkileri; sağ-sol çatışmasının olmadığı, faşist saldırıların olduğu şeklindeki ifadeleri Türkiye siyasal tarih literatüründe yerini almış olmalıdır.
Öldürülen akademisyen, öğrencilerin ve devrimcilerin neden öldürüldüğü; ya da hangi saiklerle başka insanların öldürüldüğü çoğunlukla bilinmez ve anlaşılmaz olurdu. Velhasıl-ı kelam Cunta, darbenin ertesi gün ve sonrasında yayınladığı bildiride sağ-sol çatışmasını darbenin temel saiklerinden biri olarak tekrar etti ve darbenin meşruiyetini bunun üstüne bina etti.
Anlaşılıyordu ki; oradaki akademisyen, bilim adamı-kadını, öğrenci ya da ünlü şahsiyetin birey olarak varlıklarının hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktu. Onlar sadece bir sayıdan ibaret ve satranç tahtasındaki herhangi bir taştan farkları yoktu. Gerekirse piyonlara yapıldığı gibi vezir dahi feda edilebilirdi.
Darbe ve iktidar mücadelelerinin kişileri yok etmeyi dahi meşru kılan zihniyeti (totaliter ideolojiler ve zihniyetlerin hepsi için insan tekinin hiçbir önemi yoktur. Liberal teoride dahi insan teki bir rakamdan ibarettir.) özellikle Türkiye’de hemen hemen tüm ideolojilerin ehven-i şer gördükleri bir haldir.
Türkiye Sol hareketinin geçmişinde kontr-gerillanın ve devletin yaptığı manipülatif çalışmaların adresini içeren bir çalışmaya rastlamamakla beraber, 12 Eylül işkencehanelerinde yüz yüze geldiğimiz ve polis olan ya da polis olmaya karar veren bir sürü örgüt lideriyle de karşılaştık. Ardından anlam veremediğimiz ve şüphelere gark olduğumuz bir sürü vakaa meydana geldi ki “aman yanlış yapıp garibin ahını alırız” kaygısıyla sadece yakın arkadaşlarımızla paylaştığımız oldukça çok olaya da şahit olduk.
Ama o zamandan bu zamana Türkiye Sol’u içerisinde çeşitli defalar devletle çalıştığı aşikar olan bir örgüt her zaman mevcudiyetini korudu ve çeşitli defalar farklı isimlerle (karşı-devrimci vs.) adlandırılmasına rağmen Sol içinde olduğu kabul gördü. Bu örgüt TİİKP olarak kurulup aslında kontr-gerillanın bir parçası ve Türk faşistliğinde Türk faşistlerine Nihal Atsız ırkçılığından daha sofistike bir kimlik kazandıran (onlarla bağlantılı olduklarından), İşçi Partisi olarak bugün varlığını devam ettirmektedir. 12 Eylül öncesi devrimcileri gazetelerinde isim isim teşhir eden bu faşistler, bugün Ergenekon isimli, devrimcilerin katlinden beis görmeyen faşist bir örgütlenmenin de parçasıdırlar. Türk ordusunun Kürdistan’da yapmış olduğu katliamların sorumlusu olarak Kürdistan’ı ve Türk Toplumunu dizayn etmenin en güçlü araçlarından olan İstiklal Mahkemelerinin kurulmasını savunmakta ve gerçek yerine iltihak ederek Kemalizmi sosyalizmle bezeyerek, ulusalcılık sloganlarıyla Türkiye’ye özgü ilkel bir Nazizme adım atmışlardır.
Yakın zamanda bu faşistler ve Ordu’nun eski Genel Kurmay başkanı ve Türk ordusunun “şanlı katilleri” yargılandıkları davalarda cezalar aldılar. Bu süreçte “Ergenekon Davası” olarak bilinen bu dava süresince neden olduğunu bir türlü anlamadığımız, “adil yargılama” söylemi adı altında bir çeşit yargılamanın meşru olmadığının alt yapısını oluşturan bir dil oluşturuldu. Ve bu dili kullananlara yılların solcusu dergiler, gazeteler ve örgütlerde dahil oldu. Ne olduğunu anlamadığımız bu süreç özellikle solcuların dillerini daha fazla yordukları bir şekilde gelişti. Öyle ki nasıl Komünist olduğunu anlamadığımız TKP, dava bitince aynen davanın tarafı olan CHP gibi davanın “Hükümsüz” olduğunu ilan edebildi ve “5 Ağustos cezaları diktatörlüğün Türkiye’ye meydan okuyuşudur” diyebildi ve 12 Eylül öncesi Dev-Yol geleneğinin bugünkü yansıması olduğunu düşünebileceğimiz Birgün gazetesi “Ağırlaştırılmış intikam” başlığı atabildi.
Bu davaya dair Solcuların bu hassasiyetlerinin nedeni nedir diye hakikaten merak etmekteyiz. Hrant Dink’in katillerinin bağlantılı olduğunu bildiğimiz Kerinçsiz ve Veli Küçük efendilerinin yargılandığı bu davadaki hukuki hatalara bu hassasiyet ve yargılananlara dair bu denli insani yaklaşımların ardında neler vardır merak ediyoruz. Oysaki bu dava ile benzeri binlerce dava arasında bir kıyaslama yaparsak bu davanın işleyişinin gelmiş geçmiş davalardan daha iyi ve dikkatli olduğunu fark etmemek elde değildir.
Bunun ötesinde anarşist çevrelerde de benzer bir hassasiyetin iziyle karşılaşmak şaşkınlığımızı ve özellikle benim öfkemi daha da arttırdı. Can Başkent arkadaşımızın dava devam ederken yazmış olduğu ve bugünlerde yeniden facebook kanalıyla gündeme gelen “İti Kurda Kırdırmak” [1] başlıklı yazısı hakikaten bir iyi niyet işareti olarak – tezlerindeki tutarlılık açısından – alınabilir idi. Aslında bir tartışmanın başlangıcı olarak ele alınması gereken bir yazı idi. Yazının başlığı bana 12 Eylül öncesi solcuların tartışmalarından biri olan, ÇKP’nin “Üç Dünya Teorisi”ni hatırlatsa da, bu meselede Başkent, Genel Kurmay başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanmasından hareketle Anarşistlerin temel mottolarından biri olan “Tüm tutsaklara özgürlük” sloganı etrafından bir spekülasyon döndürmektedir. Bu değinide Başkent’in kendine göre yapmış olduğu kavramlaştırmaların (özcü anarşizm, holistik anarşist ) tartışmasına girmeyip, bu spekülasyonları üzerinde durmak niyetindeyim.
Aslında Başkent dedüktif bir yöntemle “tüm mahkumlara özgürlük” sloganından hareketle İlker Başbuğ gibi bir Genel Kurmay Başkanı askerin serbest bırakılmasını savunmaktadır. Bu anlamda zaten dogmatik bir mantıksal dizge kurmuştur. Ve bu tutuklamanın başkentin değindiği gibi anarşizm ve anarşistler için bir kazanım olduğunu söyleyen ve hatta bu konuda bir yazı yazıldığına da şahit olmadım. Aksine Ergenekon davasını itibarsızlaştırma çabalarına bir açıdan destek olan Gün Zileli yazılarına rastlamıştık. Bu tarz şeyleri kazanım ya da değil gibi ikilemler üzerinde değerlendiren anarşist ya da herhangi birinin vah haline, ki dünyayı anlamaktan münezzehtir. Ve aslında Anarşistlerin bu ülkedeki asıl meselesi de budur. Ya o, ya da o taraftasın mantığı bizim mantığımız olmamalıdır ve gerçekliğe bu ikilemle nüfuz edilemez.
Başkent, Ergenekon davasına dair bilgisizliğini açıkça ortaya koyuyor ve söylüyor ama konuşmaktan ve yazmaktan kendini engelleyememiş. Ama meseleye başka bir noktadan temas ediyor. Yazısında temas etmediği ve aslen tezinde tutarlılığa mesnet teşkil edecek tek şey pasifizmin düsturu olan “Sana tokat atana öbür yanağını uzat”tır. Bu düsturdan hareketle tezini destekleyebilirdi ama kendisi de Pasifizmi tu kaka görmektedir. Buradaki tutarsızlığı görünce insanın vicdanı sızlıyor efendim. Hangi cesaretle böyle bir ifrazatı anarşizmle ilişkilendiritorsun? diye insana sormazlar mı? “Peki kardeşim, bu adam darbe yapacaktı. Binlerce insanı 12 Eylül’deki gibi hapse tıkıp, binlercesini işkenceden geçirecek, binlerce insanı da kurşuna dizip işkence hanelerde yok edecekti ve bunun planını kuruyordu. Ve bu süreç içinde Hrant Dink ve binlercesini de katlettiler. Bu zatı-ı muhtereme hiçbir müeyide uygulamadan bırakılmasını mı istiyorsun?”
Evet. Sorunun bir de öbür tarafı var. Başkent’in bu soruya da yanı vermesi gerekirdi.
“Sana tokat atana öbür yanağını uzat” düstürunu sorunlaştırıp buna dair içinde bulunduğumuz kısasa kısas hukuk paradigmasından başka bir hukuk paradigması önerenler dahi pratik karşısında farklı mücadele biçimleri önermekteler ve hayatın matematik gibi olmadığını bilmekteler. Fakat anladığım kadarıyla Başkent’in böyle bir temayülü de yok. Yazısının sonunda yazdıklarının pasifizm olarak görülmemesine özel bir önem verdiğini de söylemektedir – Şiddeti savunmaktan hiçbir beis görmeyen insanlar Pasifizmden neden bu kadar korkar? – o hal büyük bir tutarsızlık içerisindedir.
Türkiye ya da başka yerlerde binlerce davanın sanıkları olduk ve olmaya devam ediyoruz. Bu davalar gündeme gelinceye kadar bu denli bir yazıyı kaleme alma cesaretini gösteren kimse olmadı. ‘Hapishaneler yıkılsın, tüm tutsaklara özgürlük’ sözünün ardında olan şey aynı zamanda okulların ve hastanelerin de aynı şey olduklarını söyleyen bir söze gönderme yapar. Bundan hareketle Can Başkent’in yorumsama denemesinin varacağı mantıki sonuçta tüm akademisyenlere düşen şey evvela akademik postlarından vaz geçip, normal yaşama adım atmaları ve okulu gayrı meşru ilan etmeleri; doktorların hastaneyi terk etmeleri ve alternatif tedavi yöntemlerine dönmeleri ya da o kurumun dışına çıkmaları olurdu. Bunun imkansız bir şey olduğunu söylemiyorum. Ama anarşizme dair Başkent’in indirgemeci anlayışı kendinden menkul görünüyor ve bana bu minvalde pek de yakın görünmüyor.
İçinde yaşadığımız bu hukuk sisteminde nasıl bir hukuk önerirsin sorusuna yanıt üretmeyen bir beyin sadece bu sloganla Halka ve İnsanlığa karşı işlenen bir suçu aklama işlevini yerine getirir ve problemlidir. Özel bir davanın içinde taraftar durumuna düşer. Anarşistlerin savundukları “doğal hukuk” kavramı da düşünülen toplumun demografisi ve yüz yüze ilişkiler düşünülmeden dikkate alınacak bir kavram değildir bir bakıma. Tartışılmalıdır. Bu ise bildiğimiz anlamda bir yargı ve yargı kurumunu tanımamayı getiren bir önermedir. Özcülük tartışmaları bundan hareketle devreye girebilir. Boyutları da farklı mecralara çıkar.
Ama hiçbir şey bir diktatör ve cuntacının aldığı ve alacağı cezadan hicap duyacağımız aşamaya gelmemelidir. Evet. Bu konuda taraf değiliz. Hangisi eline sopayı alsa bizi dövecek ve dövüyor. Bunu isteyecek olan anarşistler değildir.
Hapishanenin yok olmasını savunmak, mevcut hukukun halkı temsilen uygulandığı fikriyatına karşı koymak anlamına da gelir. Anarşizm bireyin temsil edilemezliği prensibine temelden bağlı bir fikriyattır. Devlet bireyin elindeki erkini alıp, hukuk olarak, iktidar olarak uygulayan yalancı ve insandan münezzeh yüzsüz bir canavardır. Bu soyutlamanın karşısına ben Genel Kurmay başkanı İlker Başbuğ ve Ergenekon sanıklarını koyarsam indirgeme yapmış olurum ve bunun adı dogmatizm olur ve teoriyi zorlamış olurum. İler tutar tarafı kalmaz. Ve bu mevcut hukuk sistemi içerisinde adaletli-adaletsiz tartışmalarının yapılacağı mecra – mevcut hukukun anarşizm ve onun önermeleriyle alakası yoktur ve anarşizmle bağlantılandırılması abesle iştigal etmektir – özellikle Ergenekon davasından hareketle başlamaması gereken bir mecradır.
Belki uzak mekanlarda olanlar burada olanlara göre sorularımıza daha iyi anıt verir ha, ne dersiniz? Bundan hareketle Augusto Pinochet’nin yargılanması hakkında ne düşünürdünüz? diye sorası geliyor insanın.
Bunca yıldır devam eden “hukuksuz” davalardan – en yakını bir savaşta olup bir çeşit karşılıklı rehin alma operasyonunun devletçe uygulandığı KCK operasyonlarını değil – özellikle Ergenekon ve benzeri davalara karşı ne kadar da hassasmışsınız böyle! Hakikaten şaşırdım.
Sonuç olarak; geçmişte kalan ve halen anılarımızda yaşayan, ölmüş ve öldürülmüş kardeşlerimiz adına Yuh artık diyorum.
Numan Bey / itaatsiz.org
————————————–
[1] http://www.canbaskent.net/politika/82.html
Views: 36
Benim babam Ergenekon dan hüküm giydi, 5 yıl silivride yattı tahliye oldu. Sosyalist çizgide cumhuriyetçi Atatürkçü hümanist bir kişi olan babam hiç yabancı düşmanı olmadı, Anne tarafından Kürt kökenli olduğu için kürt lere karşı özel bir sevgisi vardır. Tahliye olduktan sonra da İşçi Partisine üye oldu. Biz, çocukları da sol ve demokrat çizgideyiz. Bizlerde çektiğimiz sıkıntılar süresince bizi anlayan İşçi partisine yakın kişileriz. Yazınızı okuyunca kapkara öfkeniz korkuttu beni. Ama öfkenizi yanlış yere boşaltıyorsunuz. Hrant’ın gerçek katillerini aklayıp, dostlarına hakaret ediyorsunuz. Biliniz ki 30-40 yılda çok şey değişti, yapılan yanlışların altında çok sular aktı. Herkes yanlış yaptı. Ama 40 yıl önceden kalmış öfkenizle bu günü yorumlarken iktidar yandaşlığına düşüyorsunuz.