“gurbet o kadar acı
ki ne varsa içimde
hepsi bana yabancı
hepsi başka biçimde” –Kemalettin Kamu–
Gurbet ve garip ; her ikisi de garp kökünden geliyor, batı yani. Garip sözcüğünün temel anlamının “acayip, tuhaf, alışılmadık” olduğu anlaşılıyor. Garp köküyle ilişkisini düşündüğümüzde “garip”in öncelikle “batılı olan”lar için kullanıldığını söyleyebiliriz; “bura”lılar, gelen Batılıların acayip kılık kıyafetlerini ve alışkanlıklarını, yeme içmelerini, alet edevatlarını görünce onlara “ garptan gelen, batılı” manasında “garip” demiş olmalılar, oradan tuhaf, alışılmadık olan her şey için “garip”i kullanmışlar.
Sonra başka memleketlere gidenlerin gittikleri yerde tuhaf ve yabancı kalmalarını görüp onlara da garip dediler muhakkak. Onlar da oranın acayipleri, garip’leridir. Böylece sözcük “batı”nın bir yön oluşundaki sınırlılıktan “bulunduğu yere yabancı olan” genişliğine kavuşuyor.
Bugün için; gurbette olan, evinden yurdundan uzak olan, kimsesiz anlamı daha öne çıkmış ve sanki temel anlamıymış gibi görünse de bunun, bunların aslında mecaz anlamı olduğu görülüyor.
Cemal Süreya tek bir dizeyle adeta bunların hepsini toparlayıvermiştir: “Gurbet yavrum, garba düşmektir gurbet”
Demem o ki, garip sözcüğü başlangıçta acıma ya da şefkat içermeyen sadece ayrıksı ve tuhaf bulmaya dayalı bir anlam yüküne sahipti, duygusal anlamı sonradan oluştu. 17. yüzyıl gibi fakir anlamının oluştuğunu söylüyor Sevan Nişanyan.
Velhasıl garip artık ilk anlamından bütünüyle uzaklaştı ve “batılı olan”ı değil “batıda olan”ı ifade ediyor. Bugün bir Batılıya garip denemez. Duygusal anlamda da ayrıksı anlamında da; garbın göbeğinde olmasına rağmen. Çünkü “garip” değildir. Çünkü artık her yer Batı’dır. Giyim kıyafet ve alışkanlıklarını tüm dünyaya kabul ettirdikleri için acayip de değillerdir. Her yerde onların dili egemendir, her yerde onların kültürleri vardır, artık onlar her yerin yerlisidir. Her yer onlarındır, hiçbir yer bizim değildir; “acayip” olan da “kimsesiz” olan da gayri medenilerdir bugün.
Her yer Batı’dır, her yer gurbettir!
Dünyayı insanın gurbeti yapan şey medeniyettir
Gurbet bir “yer”dir, mekandır; oralı olan için gurbet değil memleket olan bir yer. Öteki için “gurbet” olan bir yer. Gurbet, yabancı’nın mekanıdır. Garip, bulunduğu yeri yabancılayandır; o “dilleri var bizim dile benzemez”lerin arasındadır.
Ama artık “gurbete çıkmak” için başka diyarlara gitmek gerekmiyor, sokağa çıkmak yeterli! Sezar, “Ya Roma yoksa!” demiş komutanlarına, bir seferden dönerken. En acısı da bu, her yer gurbet! Geri dönebileceğimiz bir yurdumuz yok belki ya da bir zamanlar var olduğunu bildiğimiz vatanımız medeniler tarafından işgal edildi.
Evimiz gurbettir, her şey bize yabancıdır. Sandalyede otururken garibiz, televizyona bakarken garibiz.
Sokak gurbettir, tabelalar, yazılar, trafik levhaları, otomobiller, plastik parklar, vitrinler…Durup dururken garibiz.
Çalışırken garibiz, emir verirken ve alırken, mailler ve endeksler, sayılar ve öğle tatilleri, toplu sözleşmeler ve zamlar, iş kaybetme korkuları ve terfiler…gurbettir. Yollarda garibiz, çantalarımız ve kravatlarımızla, dolaşmaya değil ulaşmaya yargılı, bir binadan başka bir binaya yapılan küçük şehir turları arasında yollarda garibiz…Hayvanların açtığı değil hayvanların kaçtığı yollarda modern birer hayvan olarak sarsak adımlarla giderken, karşılaştığımız kimseye doğrudan bakamazken, ne olduğundan ziyade nasıl göründüğüne endeksli adamlar olarak, suçlu tavırlarla kaçamak bakışırken, içinde derinde bir yerlerde özgür bir göçebe taşıdığını bilerek …
Okullarda garibiz, atlaslar ve denklemler, tarihler ve geometriler, öğretmenin bildikleri ve söyledikleri… gurbettir.
Düğünlerde ve cenaze törenlerinde garibiz. Sahte dudak kıpırtıları, sahte siyahlar, sahte sevinçler; taksitle alınmış, karşılığı beklenen hediyeler, bunların uzatması yıldönümleri, evlilik yıldönümleri, ölüm yıldönümleri, kıvrılan dudaklar yukarı doğru ve kıvrılan dudaklar aşağı doğru, patlayan flaşlar, videodan izlemeler…gurbettir.
Artık,
Sokak gurbettir, dünya gurbettir, evimiz gurbettir. Çünkü içinde yaşanmaya zorlandığımız dünya, sistem bizi kendi gerçekliğimizden, doğadan, doğamızdan koparmıştır. Bizi bu gurbette yaşamaya zorluyorlar, dünya ile ilişkini istediğin türden kuramıyorsun. Doğumundan itibaren çizilen tablo içinde kalacaksın. Kimse kayıt dışı kalmamalı!
Üç beş kişi toplanın da mesela bir dağ başında yaşamaya başlayın, hiç kimseden bir şey istemeden. Bir haftayı bulmaz jandarmanın gelmesi, mahkemeye çıkarılmanız. Yani dünya ile aranda o kadar çok şey vardır ki sistem içinde kalmaya zorlanırsın, başka yol bırakmazlar sana. Sabah sekiz akşam beş, sağlık güvencesi, vergi, askerlik, bunların dolayındaki her şey dayatılır sana.
…
Halk şiirinde “gurbet”siz “garip”siz şiir yok gibidir. “Garip”i doğrudan mahlas olarak alan ozanlarımız vardır; Neşet Ertaş başta “aşık garip” olarak tanınan çok sayıda ozan vardır.
Ozan için “sıla” hayalidir, varsayımsaldır. O ömrünü gurbette geçirecek ve sıla türküleri, ayrılık türküleri yazacaktır. Sılasını hayalinde taş taş, tuğla tuğla, sözcük sözcük örer o. Geriye dönse de bulacağı şey anlattığı şey olmayacaktır, sonra yine gurbet…
Yunus’un gurbeti dünya’dır; insanın ana yurdu ‘cennet’tir, yurdundan sürgün edilmiştir dünyaya. Bu nedenle tasavvufta ölüm bir son değil, bir ‘düğün gecesi’dir, sılaya kavuşma anıdır.
Belki hepimiz Yunus’uz demek mümkündür. Araya pek çok kavram farklılığı ve bilgi karışıklığı girse de dünya bizim de gurbetimiz olmuştur. Hepimiz ozanız, hepimiz garibiz.
Adem elmayı ısırdı, o andan itibaren “hepsi onlara yabancı, hepsi başka biçimde’ydi.
Tasavvufta dünyaya sürgünün nedeni ilk günahtı, Adem elmayı ısırdı, o andan itibaren “hepsi onlara yabancı, hepsi başka biçimde’ydi. Hemen birer incir yaprağı buldular. Aynı teşbihi sürdürürsek dünyayı bize gurbet yapan ilk günah da bir yere çaktığımız ilk çivi, üst üste koyduğumuz ilk taş, açtığımız ilk yol, sahiplendiğimiz ilk barınak olsa gerek. O andan itibaren bizim için de her şey bize yabancı hepsi başka biçimdedir. Yavaş yavaş dünyaya, ağaca, madene, gökyüzüne, hayvanlara başka türlü gözlerle bakan bir canlıya dönüştük. Yavaş yavaş ama geri dönüşü çok zor bir şekilde dünyayı gurbetleştirdik.
Dünyayı insanın gurbeti yapan şey medeniyettir.
Medeniyetten kurtulmadıkça daüssılamıza nihayet yoktur.
Cennetimiz, cehennemimiz kılınmıştır. Akvaryumdaki balık kadar garibiz, kafesteki aslan kadar, saksıdaki çiçek kadar, çakmaktaki alev kadar…
Konuşurken, yazarken garibiz. Kekemeliğimiz ondan. Derdimizi ifade etmeyen sözcükler, tarihsiz, şiirsiz, müziksiz bir dil, uyduruk kaydırık sözcükler; daha ağzımızı açar açmaz, değil karşımızdakini bizi bile inandırmayan sözcükler, dudağımızın kenarından sarkan takır tukur sözcükler; gurbettir.
İçinde olduğumuz dil gurbettir, ana dilimizi aranıyoruz. Topraktan da önce dil insanın yurdudur, toprak değişir belki ama dil sizi köklerinize bağlar. Ama onu da gurbet yaparlarsa size, “sorarım size” nasıl yaşarsınız?
Şimdi de bize konuşun diyorlar, özgürsünüz diyorlar, ne konuşalım neyle konuşalım?..
Mesela Türkiye’de,
Filibeli Ahmet Hilmi’den hayatı boyunca haberi olmamış, ama Batı’nın ikinci sınıf yazarlarını, bizim işe yaramaz Tanzimatçıları ezbere saymak durumunda kalmış bir nesiliz. Bakın ekşi sözlükte Filibeli Ahmet Hilmi hakkında, neler yazmış biri:
“amak-ı hayal adlı kitabındaki öyküler zincirinde (benim tanıdık olmadığım bir tür olduğu için tanımlamakta zorlanıyorum) islam felsefesini edebi bir biçimde sunmuş, tanışmamla beni şaşırtan tuhaf ve değerli yazar- düşünür. türk edebiyatı müfredatında ahmed hilmi gibi isimlere sırf islamcı olduğu için yer verilmemesi, şu anda yaşadığımız laiklik tartışmalarının sebeplerinden biri işte. laiklik bunları okuyunca, okutunca darmaduman olmaz oysa..
(yanılmıyorumdur işallah, yani hatırlamıyorum böyle birinden bahsedildiğini ortaokul lise kitaplarında. ilk psikolojik roman, ilk ırt özellikli tiyatro, ilk kırt özellikli gazete falan ezberlerken, karşıma ahmed hilmi çıksa şimdi burkalı mı olurdum? nayn)
Bu delikanlının Filibeli Ahmet Hilmi ile tanışması durumunda olabilecekler konusundaki varsayımı da aynı eğitim dairesinin sınırlılığını yansıtıyor elbette, ama bizden kaçırılanlarla bize dayatılanlar meselesini de pek güzel gösteriyor.
Her yer gurbet, sevişmek mesela!
Sevişirken garibiz. İçilen sigarası kadar sahtedir ve ezberdir sevişme. İkinci kişi gurbettir. Kaldı ki ikinci kişinin gurbet oluşunu bir an için unutsak bile, bir sektör olarak “sevişme sanayi”nin kalıpları tarafından esir alınmışız. Nezaketler ve orgazm taklitleri, sevişme teknikleri ve porno filmlerin pozisyon bilgileri, cinsel güç ezberleri, partner orgazmını gözeten çağdaş beyaz adamın cinsiyet bilgisi gurbettir. Özgürleşmemiş bir sevişme insanın doğasına yabancıdır. Hazzı değil de öğretilenleri esas almış; şahsiliği yok edilmiş, aynılaştırmış sevişmenin orgazmı da güdüktür, bu nedenle sorulmaktadır: İyi miydi?
Okullarda garibiz, okullarda bize verilen adeta Almanya’daki Türk çocuklarına uygulanan uyum programları gibidir. Bu programlarının en hayati noktası, ona anadilini ve anayurdunu hatırlatacak her şeyin ondan fellik fellik kaçırmaktır.
Bize de okullarda aynı şey yapılır, yaşamla doğrudan ve somut bağımızı kuracak her şey bizden fellik fellik kaçırılır. Okullardaki dil yabancıdır, müfredat yabancıdır.
İçinde yaşadığımız fabrikaları, şirketleri, plazaları düşünün; otobüsleri metroları düşünün; festivalleri, fuarları, kongreleri, çalıştayları düşünün…Şimdi de Yörükleri, Türkmenleri düşünün. Onların at sırtında, deve sırtında yaptıkları yolculukları; kışlarını, yazlarını; ihtiyarlarını, annelerini, çocuklarını düşünün…Bir de bizim şu bütün hayat dediğimizi…Kim gurbette?
Velhasıl, yakarsa dünyayı garipler yakar!
Mehmet İşten
Views: 351