Çağdaş Fransız Felsefesinde Hegel Etkileri – Alişan Şahin

0
1677

Tanıma kavramından hareketle toplumsal ve ethic problemlere çıkarmalar yapmak oldukca zor bir alan olsa gerek. Konu aslında felsefenin bir çok alanda geçişkenliklere sahip. Tanıma Hegel felsefesinin önemli alt kavramlarından biri. Bu kavramı özallikle Ficht’ten aldığı ve kendi felsefesinin ana temalarını bunun üzerine inşaa ettiğide söylenir. Fıcht`in ise daha çok bir Herder devamcısı olarak düşünmek yanlış olmasa gerek. Daha eskilere doğru gidildiğinde Aristo ve Eflatuna kadar gitmek mümkün. Bu kavramın temel oluşturduğu, fikir muhtevasını özellikle Hegel’in Tin’in Fenomenolojisinde ki köle/efendi diyalektiğinden hareketle ele alacağız. Buna göre köle/efendi arasındaki ilişki bir nefret ve kabul edilme üzerine kuruludur(buradaki tektaraflı kabul edilme/etme ilişkisi Nietzsche de de dikkatle üzerinde durulan bir haldir) . Özellikle Kojeve tarafında yapılan yorumlamada tanıma ilişkisinin  mücadele ve savaş üzerine kurulu yanına vurguyu görmek mümkün iken, aslında Hegel’e göre bu kavram yani Tanıma, köle/efendi diyalektiğinden öte daha geniş bir kavram alanına gönderme yapar. Köle ve efendi ilişkisi eşit olmayan bir tanınma ilişkisidir ki sonucunda tahakküm, hıyerarşi ve şiddeti kurumsallaştıracak sonuca varır. Efendilik kendini yıkacak araçlarıda içinde taşıyan yapıdadır hegel’e göre. Hegel, tanıma ilişkisi dolayısıyla aslında daha genel anlamıyla özneler arası ilişkiye gönderme yapar. Gercek anlamdaki tanıma ilişkisi karşılıklı ve özgürlüğün eşit paylaşımıyla olmalıdır. Bu arada hatırlatmakta yarar var. Tanıma için mücadele arzusu bir aşk ilişkisi içinde geçerlidir. Fakat burada bir ölüm kalım savaşı olmadığından bu ilişkinin gerçek bir tanınma ilişkisi olmadığını söyler Kojeve, Hegel’e rağmen.

Sadece köle/efendi ilişkisindeki mücadelede tanıma arzusu özneleri özbilinçlerine vardıracak sonuca götürür. Bunu aslında ozneler-arası ilişkilerde de görmek mümkündür. Fakat Hegel’e göre Köle-efendi ilişkisinde ki bu zorla, baskılayarak yapılan tanıma hali negatif bir tanıma halidir  ve kendi-kendini tahrip edicidir. Tanımada karşılıklılık en temel halken köle-efendi ilişkisinde bir taraf bir diğerini tanırken, diğer taraf tanımamakta ve bir ölüm-kalım savaşı içinde olmaktadırlar. Bu hal baskıyı, şiddeti ve karşılıklı olmayan bir tanımayı kurumsallaştırır. Kölenin efendiyi tanıması eksik, kesin olmayan, güvenilmez ve değersizdir. Efendinin efendiliği bağımsız bilinçten başka bir şeydir. Dolayısıyla o nun kendi-içinliği kesin bir halde değil belirsizdir. Efendiliğin “hakikati” köle bilinctir. Köle köle olarak efendiyi tanımasına rağmen, eksik çünkü baskılanış olarak efendiye güvenilmez ve deforme edilmiş bir tanıma sunar. Efendi şüphededir ve köleye inanmaz ve kontrol altında tutma ihtiyacını hisseder. Bundan dolayıdır ki “kazanan” kaybedendir.

Köle ise bağımsız özbilince sahip değildir. Köle bilinci evvela efendiye itaatle başlar. Ölümden korkar. Varlığının devam etmesi için efendiyi tanır. Ölüm kaygısı kaplamıştır köle bilinci. Ölümden kurtulmak için ortaya çıkan köle varoluşunu köleleştirerek özgürlükten uzaklaşır.

Daha öncede belirttiğimiz gibi Hegel “ karşılıklı tanıma mutlak tin’dir” diyerek ve tanımaya dair görüşünü net olarak ortaya koyarak, köle-efendi ilişkisindeki otantik olmayan durumu açıklamıştır. Bu demektir ki tanıma ancak eşitler arasında ve herhangı bir baskılama, zor ve dışlama olmadan mümkündür.

Kojeve ‘nin yorumlarından hareketle de olsa Hegel’in ilişkiyi özneler arası ilişkiye yaptığı göndermeden hareketle daha genel bir duruşun ifadesi olarak da alacak olsak bu ilişkiye hareket sağlayan mücadelede tanıma edimi bir iktidar mücadelesinin işaretlerini sunar bize. Bu mücadelede tanıma ve bunun meşru zeminlerini oluşturmak için özneler arası mücadele, özneleri/grupları tanıma yada yeniden tanımaya yol verir. Bu duruma baska bir minvalde bakarsak, bir birlerin rakip ve biraraya gelmeyecek kişi, ve grupların biribirlrtiyle ilişkileride aynı minvalde telakki edilebilir. Dolayısıyla bu tanıma eşitler arası ilişkide olan bir tanıma değildir. Bu Tanıma düşman varlılar ve öbeklerin birbirlerinin sınırlarını biribirlerinden dolayı çizmelerinden hareketle sadece sunar ve görünür kılar ama hakikaten Hegel’in görmek istediği gibi özbilince sahip ve ondan dolayı özgür olan bir hal sunmaz. Grup olarak hakiki otonomi, Hegel’e göre, diğer topluluklarla ilişkiyle sağlanır ve başkasıyla ilişki otonomi ile çelişmez. Ethık yaşamın temeli karşılıklı tanımadır. Ethiğin sınırı Öbürünü tanımayla başlar.

Bu ilişkide özneler arası ilişkinin önemli boyutu Hak kavramıdır ki bu tanıma kavramını ete kemiğe büründüren ve ethik yaşamı ve aslında özgürlüğü somutlayan aractır.

X

Nietzsche’nin ve Anarşist Gustav Landauer’in düşüncelerinde oldukca etkilenmiş oldukları ve bugünün Liberal dünyasında önemli tartışmalara meyyal olan Çokkültürcülük yaklaşımlarının arka planındaki düşünür olduğu söylenerek, özellikle çokkültürcülük düşüncesinin Faşizmle bağını kurmak için bir çeşit suçlama ve aşağılama maksadıyla sağcı yada solcu ulus devlet savunucusu, klasik lizberalizm savunucusu ve hatta Anarko-kapitalistlerin en sevdikleri düşünür Ayn Rand’ın takipçilerinin  O’nun dolayısıyla çok kültürcülüğü mahkum etmek  isterken adını vererek küçümsedikleri Alman Romantik felsefesi içerisinde telakki edilen Herder’e dönmek istemekteyim ( o ki, Herder’in herhangi bir ulus yada ulusları savunmak gibi bir hali hiç olmamıştır) Çünkü Herder’dir  bizlere tanıma ve tanınma ile alakalı politik felsefe alanında original felsefi fikri veren ve ondan dolayıdırki komuniter Anarşizmin fikrinin ilk kalkış noktası. 19. yüzyılda çok önemli bir kavram olan  Halk (volk ya da people) kavramının  romantik açılımı Herder’e kadar götürülür. Ki bu daha sonrasında milliyetçi düşüncenin düşünürlerini de etkilemiştir. Mesela: Michelet, Mazzini, Fichte ve Slovak milliyetçileri. Bunun yanında Nietzsche ve Landauer’de ondan etkilenen düşünürlerdir. Bugüne gelindiğinde onun etkilerini liberal ve komünetaryan çok kültürcülerinin üzerinde de görmek mümkün (Charles Taylor, Will Kymlicka vs.) ve diğer taraftan Schleiermacher Hermönitik üzerine olan düşüncelerini bütünüyle Herder’den almıştır.

Herder’in kalkış noktası olarak alınmasını sağlayan en önemli düşüncesi, aydınlanma düşünürlerinin fikri olarak en parlak zamanlarını yaşadığı dönemlerde o, “köken üzerine” isimli dil felsefesi üzerine yapmış olduğu çalışmasındaki tesbitlerdir. Voltare ve Hume “insanoğlunun her zaman ve her yerde aynı ve hiç bir şeyin değişmediği ve farklı olmadığını “ savunduğunda bunun yanlış olduğunu ve değişik tarihsel dönemlerde, kültürlerde kavram, inanç, algılama ve hissiyatlarında biribirlerinden farklı olduklarını vurgulamıştır. Ve ayrıca daha da ileri giderek bireyler arasında  aynı kültür ve zamanda dahi bunun farklı olacağını söylemiş ve dolayısıyla bu düşünceler çok kültürcülerin bundan hareketle kültürlerin ve bireyin otantikliğine ve otonomisine yönelik haklar temelinde özel vurgularına meyyal olan temayüllerinin kaynak noktası yapmıştır onu.

Bu noktaya gelindiğinde Hegel( ki Herder’den büyük oranda etkilenen düşünürlerden birinin de o olduğu söylenir) in Tanıma, öznelerarasılık ve Köle-Efendi diyalektiği ve Herder’in kültür ve bireyin Otonomisi kavramlarına azda olsa değinmiş olduk. Burada eksik bırakılan şey Herder’in fikirlerinin politik felsefe alanında Hegel’in köle-efendi diyalektiğinde işlediği tanıma/tanınma kavramından hareketle bugün oturduğu zeminde yorumlanıp, bir nebze de olsa hayata geçirilen tarafı Kültürlerin Otonomisine ve bir arada yaşamalarına teorik zemin hazırlayan yanına dair bir çeşit notlar düşmekti .

Bu arada Martin Buber’le Hegel arasında, yanı Buber’ın Dialojik olarak adlandırılan felsefesi ile Hegel’in bu tanıma kavramı etrafında oluşturduğu ve köle-efendi diyalektiği olarak ifade ettiği felsefi bakışından ayrı olan tanımadaki karşılıklı öznelerarasılığa dikkat çeken felsefesi arasındaki yakınlığa değinmeden geçmek doğru olmaz sanırım. O Buber ki kendi öncülleri olarak F.H. Jacobi, Ficht ve Feuerbach’ı anmıştır. Bu benzerlik Buber’in ‘I and Thou’ ( Ben ve Sen –tanrı-)adlı eserinde alenen ortadadır.

X

Tarıhsel olarak daha sonralara geldiğimizde İkinci Dünya Savaşından sonra ve özellikle 1960’lardan sonra Fransız Felsefecısı ve Hegel yorumcusu Kojeve –ki yukarıda bir miktar anmıştık – ın etkisiyle efendi-köle analizleri Nietzsche’ci bir doğrultuda okunmaya başlanmış. Bu minvalde Nietzsche’ci düşünürlerin en önemlisi ve gerek Fransız ve gerekse Batı Felsefe geleneğini son elli yıldır bu minvalde etkileyen en önemli düşünürlerinden biri Bataille’dır.

Fransız felsefe dünyasında devam eden bu hale Judith Butler “Kojeve ve Hyppolite’nin bu kuşaklara Hegel’i olmadığı şekilde tanıtmasıyla etkilediklerini ve Hegel’in “özne” filozofu olduğunu ve farklılığı dışarda bıraktığını vurgulamış olduklarını anlatır.  Ve hatta Sartre Being and nothingness’i yazdıktan yıllar sonra Hegel’i doğrudan çalıştığını daha evvelinde Hegel’i seminerler ve derslerden öğrendiğini onunla yapılan  bir röportajda belirtmiştir. Dolayısıyla  Tanıma kavramı bu filozoflarda karşılıklı mücadele, baskılama ve tahakküm etmek/edilmek demektir.

Nietzsche’nin Efendi Ahlağı ve Köle Ahlağı olarak ele aldığı kavramların Hegel’den farklı olarak ele alması bir yana, tam tersine o’nun köle-efendi kavramıyla benzer bir havayı taşır ve fakat Nietscheci bir hava. Bu iki kutbun duruşuna dair eklenecek bir şey var ise bu da bu Ahlakların özelliklerini aslında bir öznede, bir can’da dahi görmek mümkündür diyerek konuyu antropolojik boyutla beraber mistik bir alana da taşımasıdır.

X

Gelinen nokta itibarıyla Hegel ve ondan sonra gelişen Hegel yorumları ve Hegel üzerine yapılan çalışmalara bakıldığında; Hegel felsefesinde Tanıma kavramına Hegel’in yanlış anlaşılması ve bu bu yanlış anlama sonucunda özellikle çağdaş felsefe içinde farklı sonuçlara ve uçlara açılan değişik felsefi duruşların ortaya çıktığı gözleniyor.

Bu önemli ayrım noktası Hegel’deki Tanıma kavramının öznelerarasılığını görmezden gelerek onun köle-efendi diyalektiği analizlerinden hareketle köle ve efendinin biribirlerini tanımak/tanıtmak için bir ölüm-kalım savaşı içerisinde olmalarından hareketle tanıma kavramını sadece köle-efendi arasındaki mücadelesinin herbir duruma indirgenmesi şeklinde anlaşılmasıdır.

Bu tarz yorumlamaya özellikle Fransız felsefecileri Kojeve, Hyppolite’den hareketle, farklı duruşlarla Sartre, Levinas, Deleuze, Derrida, Foucault ve Bataille dahil olur. Bu düşünce kısaca şöyle özetlenebilir: Karşılıklı tanıma demek, karşılıklı mücadele ve baskılama demektir. Varacağı yer ise Tahakküm ve hıyerarşik baskıdır. Varılan nokta görülebileceği gibi Hegel’den başka bir alandadır.

Hegel gerçek Tanıma kavramını öznelerarası bir ilişki olarak kurduğunda bu kavramın yol göstereceği yerler:

1. Yüzyüze karşılıklı oluşan ilişkiler ki bunlar aşk, evlilik ve aile vs.dir. 2.bireylerle kurumlar arasındaki ilişki yani ben ve biz arasındaki olan ilişki. Kurumlarla devlet arasındaki ilişkileride bu minvalde telakki eder Hegel. Bu ilişkiler Hegel’e göre otantik ilişkilerdir. Köle-efendi ilişkisini bu karşılıklılığa sahip olmadığından otantik olmayan bir ilişkidir.

Fakat bu kavramı bu şekilde açınca görmekteyiz ki benler ve biz arasında ve hatta özneler arasındaki ilişkilerde bir mücadele ve ölüm-kalım savaşı olmadığını söylemek en azından benim için zor görünmektedir.

Bugünün gözüyle Hegel’i yeniden yorumlama yoluna gidersek özneler arası ilişkiyi ve Hegel’in bu minvaldeki Tanıma felsefesin şöyle de okumak mümkündür:

1 Güç ve Tahakküm içermeyen ve karşılıklı bu güç ilişkilerinin ötesinden oluşan ilişkiler (O na göre bunlar birey-birey, birey-toplum-kurum-devlet ilişkileri ve devlet-devlet ilişkilerdir)

2 Güç ve Tahakküm içeren ilişkiler (köle-efendi ilişkisi adı altında sembolleştirilen – aslında Fransız filozoflarında bu minvalde en azından Kojeve dolayımıyla Marksıst bir söylemide ardına  alarak tamamıyla Hegel’i bundan dolayı yorumladıkları – patron-işçi ilişkisi olarakda yorumlanabilecek karşılıksız her türlü ilişki)

Hegel bu dille okunduğunda ve Kojeve’nin Hegel Okumalarıda gözönünde bulundurulduğunda bugünün dünyasında Sartre ve Foucault’nun felsefi ve Antropolojik okumaları ve çalışmalarını göz ardı etmek mümkün olmamaktadır. Bir taraftan Sartre’ın “Başkaları cehennemdir”i, diğer taraftan Foucault’ın “iktidar heryerdedir” kısa sözleri bize özneler arası ilişkide de her daim durağan olmayan ve kendisini daima üreten  “köle-efendi ilişkisi ve özbilinci” üzerine hegelyen değilde hegel sonrası okumaların yanında durmamıza meyil vermektedir.  Özellikle Foucault’ın İktidar okuması kesinlikle geleneksel iktidar okumalarını bir tarafa atmak değil fakat yeniden yaşamın her alanına taşımamıza ve yaşamı yeniden gözden geçirmemize neden olmuştur. İktidarın bir ilişki biçimi olduğunu söylemesi başlı başına Hegel’ci tahakküm ve iktidar tanımlamasına bir saldırı olarak algılanabilir. Foucault’un dediği aslında her ilişkide iktidar vardır. Ve ilişki biçimi ne olursa olsun bu iktidar alttan alta kendi kendini üretir.

X

Ölüm kalım savaşının olmadığı ilişkiyi  sadece ve sadece bir ilişkide görmek mümkündür: Aşk. Bu Aşk ise tamamen teslimiyetle olan bir ilişkidir ki iki özne de kendini tamamen bir birierine teslim etmiştir. Elbetteki böyle bir teslimiyet ne denli mümkündür sorusu bu durumun olabilirliğini kuşkuda bırakacaktır. Bu noktadan itibaren platoncu bir ayrıma gitmek zorunda kalırız. İdeal bir Aşk tanımı yapmak zorundayızdır bu aşamadan sonra. Ya da gerçek olan bir aşk ile ideal olan bir aşk. Can’ı ile Canan’ı arasında mücadele ve savaş olmayan ya da bir iktidar ilişkisinin hiç bir izini taşımayan öznenin kendini tamaietzscemen teslim ettiği ve aşkına adadığı bir aşktır ideal Aşk. Tasavvufta buna İlahi Aşk denmektedir. Ve Tasavvufta buna ulaşmanın yolu dünyevi aşktan geçmektedir. Bu aynı zamanda demektirki: tüm dünyevi hırslardan, kibirden ve benlikten sıyrılmak ve tam olmak için, kendini aşmak için kendi benliğini öldürmek zorundasın.

Dünyevi aşktan ilahi aşka ulaşma hali bir süreç tasavvufta. Bu süreç aslen ferdin kendi içinde ve kendi içindeki kötülüklere karşı mücadele ile yaşanabilecek bir süreç. Nereden tamamlandığı belli olmayan ve fakat ferdin günlük yaşamınada etki eden – aslında kamusal yaşam-özel yaşam arasındaki ayırım bir fert ve onun bütünlüğü için hiç bir şey ifade etmiyor bu anlamda – kendi nefsini ve dünyadaki hallerini kendi için bir insan olmaya yönelik olarak iktidarsızlaşma çabasında olan bir süreçtir bu. Nietzsche. Evet hemen hemen Tüm kitaplarında böyle bir bir insanı anlatır. Yani İnsan-ı Kamil’i.

Alişan Şahin 

alis@itaatsiz.org

Visits: 25

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz