Devletleşme, Yöneticilerin Ortaya Çıkışı ve Deve Cemal Çetesi – 1 – Bayram Bey

0
1747

GİRİŞ

Bu yazı devlet kurucusu kişilerin oluşturduğu kümenin içinde bulundukları zamanda devletli üstyapılarla ilişkileri üzerine bir denemedir. Birçok kültürde devlet soyut, anlaşılmaz ve devlet kurucu kişilerin düşünce, inanç, arzuları doğrultusunda anlamı kapalı, belirsiz, aşkın, soyut ve genel bir kavrama dönüşür. Bu siliklik bir anlamda devletin ıssı olduğu topraklarda (mülkte) yaşayan topluluk ve üyelerini egemenlik altına almaya ve egemenliği sürdürmeye hizmet eder. Bu egemenlik kapsama, kavrama, örtme elbette tek başına devlet yöneticilerinin tasarıları ve eylemleri doğrultusunda oluşabilecek bir düşünceler ve eylemler bütünü değildir. Belki de siliklik, yuvarlaklık, genelleme, belirsizlik, sanallık devlet adamlarının ya da yöneticilerin bilinçli eylemlerinden daha fazla işbaşı yapmaktadır. Tarihteki olgu tortularından bir yönetim tekniği olarak devlet yöneticilerinin bu belirsizleştirme peşinde oluşlarını anlayabiliriz. Birçok durumda siyasal olaylarda topluluklara söylenmek istenen yöneticinin kendisi tarafından doğrudan bildirilmez. Devlet, yasa, sultanlık buyruğu, din, ahlak, gelenek  … yerine, durumuna, dönemine göre bildiren öznedir. Yönetici ise yalnızca bir çevirmendir; elçidir,uygulatıcıdır… İnsanların oluşturduğu topluluklar bu buyruğu kendileri gibi canlı kişilerden oluşan bir yapının üyesi insanların sözü, buyruğu olarak değil de ne yerde ne gökte belirsiz bir yerden belirsiz bir üstgücün buyruğu olarak algılar ve anlamlandırır; anlamlandırma çevirmenden –dolaylı özne- yana da böyle kurgulanır. Çevirmen yöneticinin konumu ikilidir: bir koşulda buyurganlık yeri, başka bir konumda da doğrudan ya da dolaylı buyrulandır.

Yönetim uygulayımı/tekniği olarak işin içine elbette onlarca yöntem, yordam, dolaylı söyleme, inandırma, akla, dine, geleneğe, bir değere çağrı; tehdit, korkutma, aldatmalardan, kışkırtmalardan kurtulmaya davet, ödüllendirme gibi olgular yöneticilerle topluluk ilişkisinde devrededir. Devletin zorlanmadan yönettiği dönemlerde topluluk ve üyeleri kendilerini çevreleyen düşman topluluklar, devletler, düşünceler, gelenekler tarafından yok edilmeye çalışılmaktadır. İçten ya da dıştan gelen güçle/zorla yok edişler toplulukları dağıtıp her durumda yöneticilerin istemelerine uyan bir bütünlük ya da toplumlaştırmayla karşı karşıyadır. Toplumlaştırma sanal bir nesne yaratma, yönetilen uyumlu bir bütünlük iççekmesidir. Bu sonsuz bir istemedir. Yöneticilerin üstaltdizilişli ya da dikine dizilişli düzeni var oldukça gittikçe büyüyen bir iççekmesi, cançekmesi.   Bunlara karşı olacak, bunların dışında kalacak her devinmeden korunmak için “devletin” hazır bulunması, güç kullanarak bastırıcı kurumları oluşturması ve işletmesi bir zorunluluktur. Yönetici seçkinler, hukuk, din ve bunların dayanağı olacak güç/zor aygıtları en baştan işletilmelidir ki devlet doğsun, güçlensin, genişlesin.

     Topluluklar da buna karşı hazır olmalıdır. Topluluk bu tehlikeleri yok edecek anlama, kavrama, çare bulma yeteneği ve gücündedir. Hazır olmak topluluklar için de en başından yerine getirilecek uygulama ve işletim kurumlarıdır. Toplulukta parçalayıcı güç ayrımlaşmalarını önleyecek ilke, yasa, uygulamalar durumsal ve çözüm sonrası dağılgan olmalıdır. Bu da ağ oluşturma, çabukluk, kümeleşme, elbirliği, güçbirliği kurumlarını işletmekle olanaklı olacaktır. İşletme her topluluk üyesinin katılımını, becerisini, anlakbirliğini gerektirir. Gündelik yaşamdaki Ortaklık, gündelik gereksinmelerin yetecek derecede karşılanması, kişilerin eşit gerçeklenmeleri (üretilenden, sözden, sevinçten, üzüntüden, güçlükten pay almaları) özelinde bu yetenek ve kurumları kendiliğinden en baştan yaratır. Bu kurumlar içten ve dıştan gelecek zora dayanan engellemeler aşıldığı sürece yaşar.

İster uygarlık öncesi devletlerde (barbar), ister uygar ve anamalcı çağdaşlıkçı devletlerde açıkça gördüğümüz bu düşmanla çevrili olma olgusu günümüzde birçok iletişim aracıyla kitlelere kesintisiz boca edilmekte/götürülmektedir. Kitlelerin vurdumduymazlığının, siyasetdışılığının olduğu kadar ulusalcı, kutsallıkçı, ırkçı düşünce ve eylemlerinin de altında devletin kurumlarını oluşturan devleti sürdürme görevlilerinin/ çalışanlarının yarattığı ve bıkmadan yinelenerek bunları anlatmak için törenler oluşturma ve düzenlemesi yatmaktadır. Törenler devlet denilen yapılarda yer alan yönetici kişilerin devlet düşüncelerinin eyleme geçirildiği, somutlandığı temel alanlardır. Törenler gündelik yaşamın içine sokularak, orada işletilerek etkili bir duruma getirilir. Törensiz yönetim düşünülemez. Bir kurumda işe başlama saatinde bir görevlinin “belirli bir zaman” küçük hazırlıkları, hatta bir işi çözdürmek için başvuranları bekletmeleri bile bir “törensidir”. İşi askıya alma, erteleme bu törenlerdendir. Çözüm isteyenleri güçlüklerle karşılaştırma töreni, çözüm arayanların istençlerini ufalarken devletin sanal  istencini güçlendirir ve yönetilenlerin anlağına bu sanallık dolaylı olarak kakılır (hakkedilir). Bu tören ve törensilerdeki güçlükleri aşmak için kişilerin ayrıcalık bulma ardına düşmeleri, bunu sağlayacak yordamları arayıp bulmaları bu törenleri beslerken kitle ya da kitle toplumu oluşturulur. kitle toplumları dikinedizilişli sanallıklardır. Görünmeyen soyut toplumun kurucusu devlettir. Devleti de bu sanal birlik, bu sanal birliğin her parçaladığı parçasının hukuk karşısında eşit olduğu söylemi, bu karmaşık işleyişler içinde sanal olarak kurulur.

     Bunların yanında devleti oluşturanların ilk ve temel kurumu topluğu/toplulukları denetim altında tutacak, onlara karşı gerektiğinde zor kullanacak, gerekmediğinde herkes tarafından “orda durduğu” bilinen ezici bir güç örgütü olmadan devletleşme süreci başlayamaz bile. Toplulukların devletli yapılara ya da yönetim aygıtlarına karşı etkin olarak direnmediği, kolay yönetildiği dönemlerde bu örgüt özdenetimli, güçlü, çeviklik gösterisi yapıp topluluk ve kişilerine gözdağı verir. Topluluk ve üyelerinden her nasılsa kurulu düzene aykırı bir söz ya da eylem ortaya çıkarsa silah ya da şiddet kullanımı silahlı aygıtın elinden geldiği kadardır. Bu kullanımda oluşturulan yasalar güç kullanan devlet adamlarını koruma, kollamaya çalışır. Bu korumada yasalar yönetenlerin her derecede zor kullanımını din kurallarıyla uygunlaştırır. Hukuk yöneticiler örgütünü koruyucu bir kurumdur. Hukukun üstünlüğü aygıtın üstünlüğünün bir aracıdır. Yönetim aygıtları bu üstünlük sayesinde kendine hizmet eden tüm kurum, ulam, yasa, yönetmelik ve ilkeleri her an ayrıksı (istisna) kılar. Bu ayrıksı kılma devletin yapabilme, kılabilme, yönetebilme gücüyle koşut işler. Devlet ve bütün kurumları aslında bu işleyişi sağlayan dikey olarak birbirine bağlanmış insanların örgütüdür. Yasalar bu yapıyı korumak için yapı üyeleri tarafından bulunmuştur. Üstyapı dediğimiz yasaların dışındaki tüm bir araya getirilmiş düşünce, inanç, imge, caydırıcı aygıtlar ve uygulamalar her devlette “koruma ve sürdürme” göreviyle vardır. Yönetilenlerin oluşturduğu toplulukların gerçeklenmeleri (ya da hakları), çoğu zaman devletin istediği görevlerin, ödevlerin, sorumlulukların, inançların, törenlerin, törensilerin ve yükünmelerin yerine getirilmesi sonrasında işleyebilir gösterilir.

     Bu gösterilmenin tersine, yaşanılan geçmiş ki tarih diye imleriz çoğu zaman, topluluk gerçeklenmeleri, gereksinimleri (bunlar eşzamanlı yaşamın sürdürülmesinin gerçekleşmesidir de) toplulukların devleti caydırıcı çeşitli (etkin, edilgin, vurdumduymaz, aldırmaz, bildiğini okur…) direnişleriyle artmış görünür. Yasa çağdaşlıkçı (modern) toplumlarda bile belirli bir süre işletilen kişi gerçeklenmeleri, durmadan güncellenmek zorunda olan yasaların nesnesi olan kişi gerçeklenmelerinin/ haklarının devleti işleten ve onun örnekçisi olan ve örnekçisi sayılan insanlar tarafından çoğu zaman ortadan kaldırılmasına neden olur. Bu ayrıksılık olarak adlandırılır. Ayrıksılık durumu yöneticilere, uygulayıcılara kısaca devlete tanınan bir genelliktir. Bu genellik olmadan devletin üstünlüğü, egemenliği, düzeni kurulup işletilemez. Bu “ayrıksılık/istisna oluş” bir kezlik ya da arada sıradalık gösteren bir durum değil; genel, sürekli, devlet düzümü/ normu olan ya da olağan bir işleyiştir. Kaynağı ise gökseldir; dinsel anlayışlara, kurallara, işleyişlere (yani her örgütlü dinin şeriatına uyduğu için me-şerii/meşrudur) uygundur.

    Bu anlatımlar okuyucuyu küçümseme, onları hiçbir şey bilmez sayma mı oldu? Hiç de değil. Konu sosyal bilimlerdeki, insan bilimlerindeki kavramlarla daha kolay anlatılabilirdi belki. Ancak bu “bilimci jargon” yinelemelerin, kapalılıkların, düşünçinançların (ya da ideolojilerin), alışıldık yaklaşım yöntemlerinin, genellik ve soyutlukların kısacası bilgilendirme güçoluşlarının (ya da siyasetlerinin) verdiği bıkkınlıkla artık pek bir şey anlatamaz oluyor. Her alanın tarihi Platonculaştırılarak çağdaşlıkçı anlayışlara, dünyasal akış ve oluşlara yine de değişmez ve değiştirilemez bir kütük, bir kök, bir kaynak bulunuyor. Başka bir deyişle kökün, soyağacının kökünün, soykütüğünün ilknedenliği ve etki örgüleri gökselliğin değer yitimine uğradığı dönemlerde, çağlarda gökselden/aşkından alınıp başka bir kaynağa gönderiliyor: Önceki Zamana, yaşanmış zamana, dünyanın her yerinde yaşanmışlığı zorunluluk gerektirmiş olan tek bir zamana ya da geçmişe. Özdeş bir geçmişe… Böyle olunca da gökselliği kuran anlak, imgelem ve us, kurgusunu hiç değiştirmeden, yaklaşımlarını hiç değiştirmeden ama değiştirmişlik öykünmeleriyle önceyi, başlangıcı, önceliği, geçmişi kuruyor. Önceliğin varsayılan etkisi ya da nedenliğiyle soyut ve somut dünyalar yinelemelerin örgülerinde katılaşıp, değişmezleşip, bengi (ebedi) sonuçlar ve yaşanılan gün olarak donduruluyor.  

     Bundan dolayı bu bölümde sıradanlaşan, çok şey bildirmezleşen,  pek bir anlam taşımazlaştırılmış Dili, kavramlaştırmaları yapabildiğimce titizlenerek bozdum ve zorladım. Dil canlıdır/organiktir. Onu cansız/inorganik sayanların da bilinçlerini irkiltmek, ürpertmek, sarsmak gerekir. Böylece “bunun bu dilde karşılığı yok”çuların, “tam karşılamıyor”cuların, “kavramın gösterdiği neyse anlamı tam odur”cuların güldürücülüklerinin yoksulluğu ortaya çıkabilir.  Duya duya bir şey anlayamaz olduğumuz devletlerin bir kurumu olan “okulun/ medresenin/ akademinin” kavramlarından bu bölümde bilerek kaçmaya çalıştım. Bunu beceremediğim yerlerde ad, önad (sıfat), sonek ve kavram “çevirisine” kaçtım. Çünkü okulluluğumuz en tarafsız durumunda bile her anlatıyı, anlatma çabasının yazabildiklerini epriten, yıpranmışlaştıran bir dil oluşturuyor. Bu dili değişmez kılma cançekmesi okulun kurulma usuna, okulun kurucu usuna içkin. Bu yüzden de okuldan çıkan eski okulluların baskın çoğunluğu bir daha okulu anımsatacak etkinliklerle uğraşmıyor. Okumuyor, yazmıyor, dinlemiyor, okul alışkanlıklarıyla geçinip gidiyor. Çoğunluk mu?

     Çünkü okul da devletli yapıların kurulu düzeni sürdürme araçlarından biridir ve çoğunluk yaratır. Çünkü okullar da okumazlık, yazmazlık, dinlemezlik, anlamazlık araçlarıdır. Sanaldır. Görünmezdir. Parçası olduğu aygıtın varlığını önvarsayar, öngerek görür. Kurmaya çalıştığı sorunlara, bulmaya çabaladığı yöntem ve çözümlere bu aygıtın parçası olarak başlar. Bu seçimlik bir şey değildir. Okullarda eğitim, öğretim, etkileşim, bilişim, bildirişim üyeliği ancak devlet kurumlarında ve Devletin kurulu düzeninine zorunlu bağlı kuruluşlarda gerçekleşebilir. Kurulu düzendeki her kuruluş devletin yasaları, yasadışılıkları, yasaüstlükleri destek çekme, engelleme, sınırlılaştırma,kaygılandırma ve korkutmalarıyla da devletçi/devletten yana işlemek zorundadır.    Sürekli sınırlılaştırma (tehdit, hudut koyma, had/ulaşılacak üst çizgi belirleme ya da haddini bildirme, düşülecek en alt çizgiyi gösterme) kurulu düzen içinde “orada öylecene” gözler, kaydeder, bekler, işe karışır. Sanal ve gerçektir. Kendisini durmadan duyumsatır, varsaydırır ve belli eder. Durmadan yayılır, genişler, derinlere işler,  her nesnenin arkasına önüne sızar. Gökseldir ve bir yandan da insanların içine işler. Bu içsellikte devlet aygıtlarının işleyişlerinin  oluşturduğu, yönetme uygulayımları (örgütlenmiş din, dünyasallaştırma, durmadan güncellenen düşüninanç, bilim, uygulayım, yenilenen tüze, kapatma aygıtları, sürekli işletilen sınırlandırma edimleri, yönetme gelenekleri kısaca güçoluşlaştırma ya da siyasallaştırma, yetkeleşme, erkleşme, eğme bükme edimleri) durmadan dönüştürdüğü, kendi aygıtının bir uzantısına değiştirdiği insan/uyrukları birbirinden  yalıtılarak bireyleştirir. Birey sınırlılaştırmanın işletilmesinde önde gelen aygıt parçasına dönüşürek en önde ve en önce kendi kendinin sınırlaştırıcısı olur.

     Yukarıda belirttiğim “silikleştirme/belirsizleştirme” sürecinde okul ve eğitim aygıtı önemli görevler alır. Devletlerin karşılaştığı topluluk/ toplum karşıtlığında, devletin konumlanıp yerleştiği toprakların (egemenlik alanı, iyeliği) sınırlarının dışında başka bir güç ile çekişme durumları da içinde, bu karşıtlık ve çekişmede okullar devletin zorunluluğu ve üstünlüğü için düşünce, tasarım üretip hatta uygulayıcılar ve sorgulamasız uyanlar yetiştirmektedir. Kısaca devlet iyeliğinin sınırları içinde yaşayan topluluk kişilerini bağlarından koparıp onları bire, bağsıza indirgeyerek bireyleştirmekte ve uyruklaştırmaktır. Okulculuk ya da aynı işlevi gören örgütlenmeler devlet insanlarının/yönetenlerin çoğunun yetiştirildiği varsayımsal nesnel bilimci kuruluşlardır. Bu yetiştirilmiş biliminsanlarının çoğunun gönlünde devlet üyeliğinde bulundukları basamaktan/düzeyden daha üst bir düzeye çıkarak “seçkin yönetici” olma cançekmesi yatmaktadır. Bundan ve türdeş duygular, düşünceler, örneklerden dolayı da “bilimsel nesnellik” uygulanamaz, gerçeklenemez yalnızca kuramsal olarak varsayılan bir şeydir. Bilimdeki nesnellik anlayışı aşkındır, kurmaca ve saymacadır. Yani buna bulunulan konum, yetenek, yeterli organsal donanım, duygular, sonsuz istemeler ve cançekmeleri engeldir. Diğer yandan da bu nesnelliğe evrenin akış içinde olan karmaşıklığı engeldir ki, bunun içine bulunulan konum, yetenek, yeterli organsal donanım, duygular, sonsuz istemeler ve cançekmeleri de girer.

EYLÜL 2019

Visits: 62

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz