Cemal Lök söyleminin apaçıklığı ya da ona yakılan övgü ateşi
Yazıcıoğlu, Muzaffer Bey’den sonra Cemal Lök’ü tanıtır. Cemal de savaşçıdır. Yargıyetkilliğin kurulu düzenine karşı bir bahadurluk: yiğit savaşçılık. Hem de İlhanlıların yüreği “Acem ikliminde”. Cemal’in kırk arkadaşı (yarı) vardır. Onlarla yol kesip soygunlar, yağmalar yapmaktadır. Elbet Yazıcıoğlu (başka bir devletin –Osmanlı- bir yazmanı olarak da olsa) Cemal ve arkadaşları için “harami” adını kullanır. Çünkü Yazıcıoğlu yüz yıldan artık bir zaman sonra yazsa da, ayrı bir yargıyetkillik düzeninde yaşasa da, İlhanlılar uçup göğe karışsa da kurulu düzen karşıtlarına, düzen dışında bırakılmışlara düzenler kurulalı beri çağrılan adlarıyla seslenir: harami. Bunun en önce söylenebilecek koşulu dilin kendisidir. Dilde o zamanlar “kurtuluşçu, özgürlükçü, eşitlikçi, özerlklik yanlısı, önder” gibi sözcükler yoktur. O zamanlardaki geçerli anlayış Tanrısal düzene karşı çıkanlar, haramiler, şakiler, imansızlar, kellesi vurulasıcalar… işte bakış, kavrayış, anlayış budur. Olayyazıcılığı da bu “dışarıya sürgün” edilmişlerin yer alabileceği bir bakış taşımaz. Yazıcılar göğe dayanan tüzel bir düzenin dışında başka bir düzenin olabileceğini düşünemezler. Benzer olarak bugün de çok çok çoğumuzun devletsiz, sınırı olmayan ülkesizliğin, dolayısıyla devlete ve sınırlara dayanan toplumun dışında bir yaşamı düşünemez olmamız gibi. Bunun için söyleyebildiklerimizi söylediğimiz bir dil, gösterebildiklerimizi, görebildiklerimizi gösterecek bir ışık yoktur. O zamanlar bir devletin yazıcısı da dünyaya ancak öyle bakabilir. Belirlenmişlik ve belirlenebilirlikle birlikte var olabilecek bir belirlemecilik… Yazıcıoğlu’nu kimse bu eksiklikten sorumlu tutamaz. O da o zamanda yargıyetkilliğe, onun gökselliğine, onun dinin imlediği soydan biri tarafından örnekçelenir olduğuna inanıyor ve bunun dışında bir varlığı, bir uyruk olmanın dışında bir varoluşu düşünmüyordu. Her şey Tanrısal düzenin bedenleşmesiydi. Bu bedenleşmeye aykırıyı düşünmek ise, dinden inançtan bir çıkıştı. Bu durumu gösteren onlarca sözcüklük bir dağarcık (leksikon) bulunuyor ki, ilk usa düşenleri sıralayayım: Zındıklık, mülhidlik, şirk koşuculuk, cehennemlik, haramilik, iblislik, iblisin yoluna gidicilik, şeriat dışılık… Bugün de kurulu ve durmadan yeniden kurulan özellikleri olan çoklu bir düzenlemenin dışında bir şeyi imgelemenin güçlüğü gibi.
‘Haram’ın dinsel bir göndermesi var. Dünya kurulalı dinsellik bir biçimde yaşanagelmiştir. Bunun önemli bir dayanağı da devlettir. Çünkü devlet ve onun erkini yetkesini kullananların gücü Tanrı düşünümünden, bu düşünüme inanç duymak ve onaylamaktan gelir. Bu işleyiş için Tanrı, din, inanç yaşatılır. Ya da Tanrı’yı örnekçeleyecek aşkın bir güç yaratılıp ona inandırılır, demek yanlıştır. Hiçbir şey kandırmaca üzerine kurulamaz. Erkin, yetkenin, yönetimin söylediği her şey apaçıktır. Çünkü bugüne dek ortaya çıkmış, görünmüş, söylenebilmiş olan tarihsel oluşmuşluk, biçimlenmişlik (formasyon) içinde bu dünya Tanrı tarafından düzenlenmektedir.
Simon Cretchley’in dediği de buna koşuttur. Belki de güçoluş felsefesinde iki bin beşyüz yıldır (ya da Eflatun’dan bu yana) var olan en yaygın ve süreğen bir tartışmadır bu:
Modern siyasi biçimlerlerin tarihinin merkezi dinselden sekülere geçiş değildir –yani, modernlik öncesinden modernliğe geçişe koşut olduğu, “post-modern”in de “post-seküler”e tekabül ettiği iddiasında bulunabilecek değildir bu. Modern siyasi biçimlerin –cumhuriyetçilik, liberal demokrasi, faşizm, vs.— tarihi en iyi şekilde bir dizi kutsallaşma başkalaşımı olarak anlaşılabilir. Modern siyaset bir kutsal ekonomisi içinde, özellikle de aşkın ile içkin arasındaki geçişte ya da bu geçişin müphemliği içinde gerçekleşir (94). Modernliğe damgasını vurduğuna inanılan sekülerleşmeyi yeniden tanımlama olasılığını, kutsallaştırmanın bir başkalaşımı olarak modern siyaset fikri (buna göre ister liberal demokrasi, faşizm, isterse de sovyet komünizmi, nasyonal sosyalizm, vs. olsun, siyasetin modern biçimlerinin kutsalın yeni eklemlenmiş halleri ve mutasyonları olarak, kutsallaştırmanın başkalaşımları olarak kavranması gerekir) ile birlikte tasavvur edemez miyiz?
– İmansızların İmanı, ç. E. Ünal 2013, s. 34.)
Kartezyenci us düzenleri, dünyacı düzenler, din ile ülke yönetimi işlerinin ayrılığı düzenlemeleri, çağdaşçılıklar, geççağdaşçılıklar hepsi açıktan açığa dinin bazen içten bazen de dıştan (önsel sonsal da denilebilecek) belirlediği düzenlemelerdir. Bunun saklısı gizlisi yoktur. Her şey ortadadır, apaçıktır, durmadan söylemlerde, sözcelemlerde, sözcelerde, görünürlüklerde üretilir ve yeniden üretilir. Bu düzenleme sonsuzdur. Ancak sonlu olan düzenleyenlere yetkiyi sonsuz ve başlangıçsız Tanrı vermektedir. Bu düzenleme Tanrı ve onun buyrukları adına hanlar, sultanlar tarafından yapılmaktadır. Elbet bu Tanrısal dinsel yasalar (şeriat) içinde yapılmaktadır ve dine yani dünyaya bakışa upuygundur. Moğolların, Moğol yargıyetkili soyunun kendi dinlerinin yanında devlete birkaç kez din belirledikleri (Budacılık, Doğu Hıristiyanlığı –Nesturicilik-, Manicilik, Müslümanlık) göz önüne alınırsa tümcemizi bütün dinlerde var olan Tanrı yasaları olarak genişletebiliriz. Bunu Cengiz Han, Moğolların Gizli Tarihi’nin (yazılış 1240) anlattığı gibi tam bir örneklik göstererek, bu Tanrı yasalarının sözcüsü ve uygulayıcısıdır:
Bunun üzerine Çinggis-hahan: “Şimdi, damatlar da dahil olmak üzere, zikredilen doksan beş binbaşıyı binliklere tayin ettim. Bo’orçu ile Muhali ve başka noyanları çağırın, gösterdikleri hizmetten dolayı onları taltif edeceğim!” diye buyurdu. (…) Çinggis-hahan… “Sen benim altıncı kardeşim değil misin? … senin hakkında şu emri veriyorum: Ganimet paylaşılırken, kardeşlerinle müsavi hakka malik olacaksın, cezaya çarptırılacak işler işlediğin zaman, hizmetinden dolayı dokuz defa cezasız bırakılacaksın! Mengü [ebedi, sonsuz] Tanrının verdiği güçle bütün ulusu idarem altında toplarken, sen benim gözüm ve kulağım olmuştun. Şimdi sen bütün halkı kendi adlarına göre ayırarak, analarımıza, bize, kardeş ve oğullarımıza taksim et, öyle ki, keçe çadırda oturanlarla tahta kapılı evlerde oturanlar birbirinden ayırt edilsin. Bu esnada senin sözüne herkes itaat etsin! … Bütün ulusun [moğolcada o zamanki farklı diller konuşan toplulukların toplamı] içinde hırsızları cezalandır, yalanı ortadan kaldır, ölüm cezasına layık olanları öldürt, para cezasına müstahak olanlardan para cezası al!” diyerek Şigi-hutuhuyu yüksek mahkeme reisliğine tayin etti ve sözüne devamla: “Halkın taksim işi ve mahkeme kararları ‘Koko depter’ (Mavi defter)e yazılıp raptedilsin. Şigi-hutuhu’nun benimle istişare sonunda ak kağıt üzerine mavi yazı ile yazarak defter halinde tesbit ettiği (esaslar) nesilden nesile intikal etsin ve onu kimse değiştirmesin, değiştirmeye kalkışanlar cezalandırılsın!” diye emir verdi.
– Moğ. Giz. Tar., (paragraf 203, s. 135, 136
Haram dinsel emirlerin, dolayısıyla yargıyetkilinin (Tanrı’nın ya da tanrıların örnekçecisi olarak) onaylamadığı kazançlar, yiyecekler, mallar ve davranışlar, tutumlar edinmektir kabaca. Ancak Yazıcıoğlu’nun sevimliliği devletin baldırı çıplak uyruklarını yağmalayan bir yağmacıyı değil, sarayın mallarını, büyük alvercilerin mal taşıyan kervanlarını soyan bir “haram yiyici”yi konu etmesidir. Böylece olayyazıcılığına bir şekilde soyluların yanında onların uyruklarını da sokar. Yaşamı üreten ve yeniden üretenleri. Yaşamı yaşamak için üretenlerin öykülerini yazıyla söyler, gösterir. Sözceler, görünür kılar. Bu da bir “konuşuluyordur”, “görünüyordur”. Yazıcıoğlu “Şehirlerün ve etrafun bazirganları ve yolcıları” der ki, bu yolcular da varlıklı ve yolda kendilerine eşlikçi bulunduracak denli varlıklı öbeklerdendir. Ötekiler, çalışıp kıt geçinenler ise gündelik ekmeklerini bulup pişirmekle uğraşmaktadır. Yazıcıoğlu’nun göklere çıkardığı Karlukların Bey’i oğlu Muzaffer de sonuçta haramın haramcısıdır. Bu göklere çıkarma, elbet birçok biçimde açımlanabilir. Ancak anlatının aşağıda göstereceğim bazı tümcelerinde Muzaffer olanı ya da kazananı göklere çıkaranın devleti ele geçiren, yeni bir devlet edinen Muzaffer olduğu ya da utku kazanmış olduğu da; onun kurnaz, andan ana örülen tasarıları, erişkileri (taktiktikleri) olduğu da dolaylı olarak açığa çıkar. Söylenebilir, görülebilir Yazıcı’nın sözcelerinde, görünürlerinde kıpraşarak haykırır ve çakar, balkır.
Şu inanç, şu düşünüm Yazıcıoğlu’nda ve çağında bir değişmezliktir: kaynağı ne olursa olsun, devlet kurucunun ereğine ulaşmak için yaptığı bütün edimler eğer sonunda devleti edinebilirse, kutsal ve uygundur. Devlet Tanrı’nın devletidir. Devlet Tanrısaldır. Yazıcıoğlu’nun çok iyi bildiği, hatta yaşadığı “Osmanlı Fetret” devri, ki Çelebi Mehmet dümen altında dümenlerle kardeşlerini birer birer keserek yargıyetkili olmuştur, o günler geçeli çok zaman olmamıştır. Bu devirdeki bütün kıyımlar, dümenler, arkadan iş çevirmeler ileri sürülen dinsel töreye aykırı da olsa, (Çelebi’den sonraki) 2. Murat dönemiyle birlikte geçmişte olanlar yukarıdaki bakıştan dolayı göksel buyruk sayılır. Burada olanlardan etkilenen herkese bir alınyazısının zorunluluğu işlemektedir. Şeyh Bedreddin asılır, ayaklanan köylüler kırılır, 1. Bayezid’in oğulları yine onun oğlu olan Çelebi Mehmed tarafından öldürülür… O alınyazısı da gökseldir ve değiştirilemez bir belirlemedir. Ona karşı ne denilebilir ki!
Muzaffer Bey’in ele geçirdiği bu haram mallar yeni bir “edinilmiş yargıyetkilliğin” yolunda dağıtılacaktır. Yazıcı bunu ballandıra ballandıra ayrıntının ayrıntısına dek söyler ya da söylemenin bir biçimi olarak yazıya geçirir. Erk der, erke yürüyüş der mal saçmakla olanaklıdır. Bir de usla. O usun bir uygulaması olan erişkiden erişkiye konarak bir amaçyolun gerçekleştirilmesiyle ve diğer insanların bu işe katılıp devinmeleriyle… Bu malları kimlerin ürettiğini, kimlerden alındığını da doğrudan söylemeden söyler ve gösterir anlatıcı. Bir soygunda ele geçirilen içkiler, meyvalar, kumaşlar, altınlar; kent kent, yöre yöre sayılmaktadır. İster doğrudan vurgulayarak söylesin ister sıradan sözcük dizilişleriyle şöyle bir değinsin Yazıcıoğlu’nun anlattığı devlette konu edilen varlıklılar ve onların toplama ya da biriktirme yoluyla ele geçirdikleri mallar, üretip de kıt yetinmeli bir biçimde yaşayan uyruklar çokluğunundur. Bunları ele geçirenler, toplayanlar, biriktirenler elbet yağmacılardan korkacaklardır. Korkanları kollamak, onların ödeyeceği vergileri kollamaktır bir yandan da. Bu kollama için her yola başvuran Devlet yeni silahlı kolluk güçleri oluşturup onları yayarak böyle işler. Çünkü insanların, insan topluluklarının yaşadığı toprakların ıssı başında Tanrı’nın örnekçecisi olarak bulunan yargıyetkili ve soyunun mallığı ya da mülküdür. Devletin yasağı, yargısı ya da tüzelliği de var olan böylesi kurulu ve değişmez olarak imgelenen, söylenen, gösterilen düzenlerin sürdürülmesinin, yönetilebilirliğinin bir aracı ve kanıtıdır.
Tarih ya da olayyazmalarında anlatılanlar da devletin ayrı ayrı kurumlarında yönetici, işletici olarak bulunanların içinde oldukları, durmadan işlettikleri bilmelerdir. Bilinçler, bilimler, bilgiler. Oldukça durağandır bunlar. Önceki yargıyetkilliklerden kalıt kalmıştır ve sonrakilere bazen bir şeyler eklenerek devredilir. Bilgi “İlelebed payidar” (sonsuz kalan) görünür; değişmez bir tarihsellikleri ve ona durmadan eklenen bir şimdilikleri bulunur sayılır. Bu da olayyazıcılığın işlevlerini artırır. Yazıcıları önemli kılar. Onların özelinde bu kurumdaki yazıcıların çoğu yargıyetkilinin hemen çevresinde, sarayında, sofrasındadır. Yargıyetkiliyi övmek, düzeni parıltılı kılmak, düzenin bengiliğine, gökselliğine, ussallığına uyrukları inandırmak… Bu yalnızca Doğu’nun devletlerinin bir özelliği değildir. Dünyanın her yerindeki bilmeler, yazılı kayıtlar, anıtlar, antlaşma taşyazıtları, anlatılar, tarihleri ayrımlı da olsa birbirine çok benzeyen bilmelerdir. Kurulu düzenin sonsuzluğunu gösteren, söyleyen, bunu durmadan yineleyen bilmeler. Elbet bu tek bir bilme toplaşması değildir. M. Foucault belli bir çağda (17.-18. yüzyıl), Batı Avrupa’nın bir parçasında devlet içindeki bu bilmelerin ayrımlarını, karşıtlıklarını, çekişmelerini, savaşımlarını uzun uzun anlatır derslerinde. Onun anlatımlarına daha çok zaman vardır. Ancak Yazıcıoğlu’nun anlatısında da Foucault’un anlatacaklarının ilkörnekleri, belki dar ama ilk biçimlenmeleri bulunur (aşağıda yine döneceğim).
Öteki büyük hasım, artık yargıcın ya da yazmanın değil de, idare memurunun bilmesidir: artık mahkeme kalemi değil, devlet dairesidir. Bu da tiksinti verici bilmedir. Ve simetrik nedenlerden ötürü böyledir, çünkü soyluların zenginliklerinin ve iktidarının kemirilmesini sağlayan görevlilerin bu bilmesidir. Bu da, kralın gözünü kamaştırabilen ve onu yanıltabilen bir bilmedir çünkü kral bunun sayesinde gücünü geçirebilir, itaat ettirebilir, vergilendirmeyi sağlayabilir vb. Yönetsel, özellikle ekonomik, nicel bir bilmedir bu… Görevlilerin ve resmi dairenin bu bilmesine karşı, soylu sınıf başka bir bilgi biçimini: bu kez, artık ekonomik değil de bir zenginlikler tarihini değerlendirmek ister, yani zenginliklerin el değiştirmesinin, haksızlıkların, hırsızlıkların, aldatmacaların, zimmete geçirmelerin, yoksullaşmaların, yıkımların bir tarihi. […] Soyluların tarihinin karşı durmak istediği bu iki büyük söylem –yazmanın ve devlet görevlisinin, mahkemenin ve devlet dairesinin söylemi—aynı kronolijiyi izlemedi: (…)
– Top. Sav. Ger. s. 141
Yazıcıoğlu’na göre Gazan Han uyruğu olan alvercilerin, hatta başka ülkelerin yargıyetkililerinin uyruğu olan devletlerarası alsatçıların bir zarara uğramadan işlerini sürdürmeleri için yeni güvenlik önlemleri alır. Çün alışveriş sarayın, soyluların gereksindiği dünya mallarını uzaklıklara kafa tutan çabalarla Gazan Han’ın mallığına (mülke) yığmaktadır. Denizler aşılır, çöller geçilir, dağlar yol edilir alışveriş malları için. Onlarca faydasının yanında alsatçılar bir de yüklü vergiler ödemektedir mallığın hazinelerine. Belki bunlardan daha önemlisi kurulu değişmez düzene korku salan bir avuç soyguncunun varlığıdır. Bu varlık yargıyetkilliğin anlamını, görünüşünü, geldiği kaynağı hiçe sayan ya da hiç eden bir yok edilesidir. İşte güvenlik önlemleri Gazan Han’ı geceler boyu uykusuz bıraktıktan sonra alınır. Sonuçları bir an önce görülmek istenir. Mallık ıssının ya da iyesinin (malik) kuş uçsa duyar olan yedi iklimlik ünü böylece bir daha karalanamayacaktır. Bu ünle yedi iklim dört yönden ülkeye doluşan alsatçı kervanları katarlarına yeni katarlar katacaktır. Eğer Cemal Lök’ün kellesi uçurulursa bu sıradan bir kesik baştan çok öte değerde olacaktır. Çünkü Cemal Lök öyküsü iklimden iklime anlatılmaktadır. Yazıcı bunu açıktan söyler (aşağıda yine döneceğim). Sözcelemekle kalmaz Cemal’i, onu uzun sayılabilecek betimlemelerle görünür de kılar. Cemal’in söylenebilirliği, görünürlüğü bize bu anlatıda adı geçmeyen uyruklar toplamını da gösterir. Yazıcıoğlu’nun anlatısının derinliği dediğimiz niteliklerden biri de budur. Onun anlatısı çok katmanlıdır. Kat kattır. Bir çokluktur. Bu çoklukta yer alan Cemal ancak “n-1”dir. Deleuze’nin dediği gibi:
… bir çokluk gerçekten tuhaftır[gülünç, şaşırtıcı, alışılmamış, yaban], çünkü “bir” belgisiz tanımlığını yorumlamak için mantıkçı olmak gerekir; “bir çokluk”taki belgisiz tanımlığın “bir adam” daki belgisiz tanımlıkla aynı şey olmadığı aşikardır. “Bir çokluk”ta bir’in mantığı çalıştırılamaz. Bu belgisiz tanımlıktır, birleştirici olmayan bir tanımlık. Çokluk tözsel olduğunda ne olur? Bu şu demektir: Artık herhangi bir birlik ile ilişkili değildir, ne ondan türeyecek ne onu hazırlayacaktır. Yani, çok kendi yoluyla ve kendi içinde düşünülmelidir. Çok ne olacaktır? Bir çokluk “n-1”dir. (küçük n eksi 1), “n+1” değildir, çünkü çokluk, bir’i çoktan çıkarandır. Aksi halde çokluk asla kurulamayacaktır. Daima bir’i çıkararak çokluğu elde ederim.
– Gilles Deleuze, Foucault Üzerine Dersler, Bilgi, s. 245; ç. Ayşegül Baran, Otonom y. 2019.
Bu Cemal korkusu dağları beklerken gelip saraya düşer. Yönetim bir yandan ortalıkçılaşıp daha da güçlenmek isterken bir yandan da buyruğu altındaki illere, bölgelere güvenlik açısından yeni örgütlenmeler ve örgüt ilişkileri dayatır. Bu illere belli bir özerklik tanımaktır. Özerklik yasalara da dayansa ortalıkçı ve saltık erki parça parça dağıttırır. Yazıcıoğlu kendi yargıyetkili sultanına da böylece yönetimsel bir amaçyol (strateji) ve erişmelik (taktik) sunmaktadır. Sözü “sınanmıştır; geçer akçedir” kapısında söyler gibidir. Daha doğrusu sözcenin, tümce sözcük önerme olmayanın anlamıdır. Bu betimleme bize görülebilir olanı görünür kılar. Başka bir deyişle görünür olan sözcenin içeriğini kapar ve görünür kılar. Özelinde de olayyazısının (dönemin tarihsel anlatıları) böyle öğütçü, örnek gösterici bir yönü de vardır. Girişte andığım Kutadgu Bilig’de bu öğütçülüğün sayısız örneği vardır. “Kutsal Bilgi” sanki Karahanlı sultanına sunulan bir yönetim ilkeleri derlemesidir. Yönetsel önermelerdir. Onu gökçeyazıncılar, güçoluşçular, felsefeciler, tarihçiler nasıl sınıflandırırlarsa sınıflandırsınlar yapıtın doğu devletlerinin sultanlarına verilen öğütler, amaçyollar, erişmelikler seçkisi olmasını herhangi bir sınıflandırma kapatamaz, dışlayamaz. Aşağıdaki alıntıda Yusuf Hashacib doğrudan ve dolaştırarak anlatının yargıyetkilisi Kün-Toğdu’ya (Gündoğdu) şunları iletmektedir:
(410) O böyle bir bey idi; işini bu bilgisi ile düzenledi; daima böyle hareket etti ve böyle yaşadı.
(411) Siyaset icra ederken, kendi şahsi meyillerini düşünmez idi; bu himmet insaniyet ile birlikte olursa, güzel olur.
(415) Hükümdar Kün-Toğdu böylece bu tabiatı ile, güneş ve ay gibi parlayarak, dünyayı aydınlattı.
(416) Akıllı kim varsa, onu yanına çağırttı; bilgili kim varsa, onu yükseltti.
(417) Dünya seçkinleri ve halk arasındaki akıllı ve bilgili kimseler onun etrafını sardılar.
(418) Böylece halkın işini kendisi düzenledi ve yoluna koydu; yine de etrafında seçkin insanlar ister idi ki,
(419) Bunlar kendisine yardım etsinler ve işini görsünler; onlar çalışsınlar ve kendisi bir az istirahat etsin.
(1360) Ey hükümdar, işte ben sana sadakatle bağlı insanım; sözüme göre hareket et, ey merd insan.
(1931) Bu beylik işini hep beyler bilir; kanun ve nizam, örf ve adet onlardan gelir.
(1932) Bey doğarken, beylikle doğar, görerek öğrenir ve böylece işlerin hangisinin daha iyi olduğunu bilir.
(1933) Tanrı kime bu beylik işini verirse, ona o işi ile mütenasip akıl ve gönül de verir.
– Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, ç. R. R. Arat, s. 40 ve diğer s.
Yazıcıoğlu’nun anlatısındaki devletin yeni örgütlenmesine dönersek bu şöyledir:
Gazan Han mecmu vilayetleri birbirine payendane virüp her yirün tuman ve büyük beglerine kendü hükm itdügi yiri ısmarlamışdı. Ve şart u muçilka [mog. >mujilah: eyaletlere ve illere ayırmak; kendini başkalarından sakınarak uzak tutmak; hükmettiği arazide iyice güçlenmek. Lessing 2003: 866] komuş-ıdı ki, kankısınun hükm itdügi yirde ugrılık [hırsızlık] ve haramilik vaki olsa anlardan bilürlerdi. Ol sebeb-ile cümle hırsuz ve haramiler dutılup helak olmışlardı. Cümle memalik [memleketler, ülkeler] emin olmışlardı. Ve andan özge [Cemal’den başka] diken ve muzi kulmamışdı.
Anlaşıldığı denli, iller bütün soygunculara karşı birbirine dayanak olacaklardı. Ayrıca her ilin tümen başı ya da beyi yöneticisi olduğu yerden, bölgeden öncelikle sorumlu olacaktı. Böylece illere ayırma, illeri özerkleştirme ve illerin soygunculara karşı verdiği savaşım ve savaşta yardımlaşma zorunluluğu, il ölçeğinde ayrılmanın ortaya çıkarabileceği güç yitiğini ortadan kaldıracaktı. Bir yarlıgla (ferman, belge) bildirilen önlemler ve yapılacaklar buyruğu çağdaşlığa beş yüzyıl kala oldukça “yönetimselci bir us” taşıyor. Eee, çağdaş devletlere de devlet ne denli eskiye göre tanınmaz durumlara getirlirse getirilsin büyükdevlet geleneği bulaşmış olsa gerek! Nerdeyse Doğu Avrupa’da Polonya “Macar” ya da içinde iki anakaranın birçok yanını yargıyetkilliği altında düğümleyen göklerin düzeninin örnekçecisi dünyacıl bir büyükdevlet ya da imparatorluk… Eğer her şeyi çağdaşlıkla ölçme sayrılığım azıcık izin verirse, belirtmeliyim ki başka kaynaklardan da anladığım denli uygulamalar çok başarılı olmuştur. Yazıcıoğlu da Cemal Lök’ten başka “hırsız ve soyguncu” kalmadı, der. Bu söylemle Lök Cemal’in varlığı (Batı Oğuzcası ya da Türkmencede o zamanlarda da lakap ya da takma ad ilk söylenirdi) olanlara, uygulanan önlemlere göre daha da önemli bir duruma gelir. Bu önem onun kendini geliştirmesi, sıkıdüzenliliği, kurnazlıkta ilerlemesi, yiğitliği, atılganlığı gibi onlarca yetisiyle kendiliğinde de önemli ve etkileyicidir. Cemal ve direniş birliği de en azından yönetenler denli, aşağıda belirtileceği gibi erişmelik sanatında ustadırlar. Bu son söylenilenler Yazıcıoğlu’nun anlatısının özelinde de var: “işinde dilir [… ve şirgir]” olur Cemal.
Sonraki öbekte Yazıcıoğlu Deve Cemal’i göklere çıkarır. Konaklayan bir saray malcısı ya da saraya türlü mal, altın, gümüş ve değerli süs malları götüren dört yüz korumalı ve iki yönetici beyli/komutanlı kervanı tek başına basar Cemal. Tek başına, çün kırk arkadaşı Cemal’in buyruğuna karşı çıkarlar. Yazıcı’nın “yar/dost, yoldaş” olarak adlandırdığı birliği ya da kurulmuş düzenle sorunlu direnişçiler kalabalık koruyucu erleri neden göstererek, onlarla yapılacak bir savaşın olanaksızlığını bildirirler: “Pehlevan bunlar bir çeri dürürler. Bunları niçe korkıdalum?” didiler; der Yazıcı. Görülebilenler söylenebilenleri bir kez daha kapar. İmgelemde resimler, resimler. Rengarenk, çizgi çizgi. Hatta çete üyelerinin korku sinmiş yüzleri bile görülebiliyor. Cemalin öfkesi. Çeteye ve kervanın taşıdığı malların, süslüklerin, kokuların nasıl toplandığını bizden iyi bilen Cemal’in içini kavuran düzenin, devletin örnekçesi koruma birliğine karşı çakan, ışıldayan bir ateş yumağı öfkesi…
Sonra Cemal arkadaşlarına kızarak, bağırarak aşağı, bir su başında yemek yiyen beylerin ve yakın korumalarının yanına iner. Cemal’in “O”lu ya da üçüncü tekil kişili konuşması Foucaultcu “konuşuluyor”a bir örnek sayılabilir. Onun aktarılan konuşmasında “O” dilbilgisel bir üçüncü kişi değildir. “Konuşuluyorun” aktarılan bir sözcesidir. “Pehlevan Cemal Lök size selam ider ve eydür ki bu maldan bize hakk-ı nazar [bakma/gözhakkı] virsünler, dir.” İşte tümceden taşan anlam, sözcelerin çokluğunu gösterir. Göz hakkı, kimsenin, hanın da karşı çıkamayacağı bir haktır. Hani şu “kıyamet/yıkıcı son”u getiren göz hakkı, Yazıcıoğlu Cemal’i konuştururken verdiği bilgiyi erke bağlayan köprüyü kurar: Pehlevan Cemal Lök, bir bilgi sözcesidir. Bu görülebilir olanı da gösterir. Yiğit olan yalnız erki, yetkeyi (otorite) elinde tutan örnekçeciler değildir. Yiğitlik nerdeyse hiç yoktan direnenlerin bir özelliğidir. Yiğit olan yoktan var kılmaktır. Ortada bir güçler savaşı vardır. Devlet Erki ve güç aygıtları ne denli güçlü ve işlek olursa olsun, savaşım ve savaş ya da bunların amaçyolları, erişmelikleri direniş içinde direnişin varlığıyla özelinde içseldir. Yazıcının söyleminde görünür olabilen böylece, sözceyi bir kez daha kapar. Sözcenin görünebilire önceliğine karşın kapma işler ve görünürlükler ortalıkta salınır durur. Savaş, savaşım, direniş erişmelikçi yaklaşımlar sözcelemle görünürlükler arasında da sürer:
“Anlar Cemal Lök adın işidicek kakıyup sögdiler [küfür ettiler] ‘Ol melun kafir kandedür?’ diyüb. Cemal eyitdi ‘Çok söylemen, ol size eylük-ile söyler. Niçün yaramaz söylesiz?’ didi.” Erk tersine dönüp sorgulayan konumuna yerleşir. Neyinize güvenerek söğüyorsunuz, der o an erişmelik gereği Cemal olmayan Cemal. Onları çok söylemen diye azarlar. Azarlama, küçük, güçsüz görme şimdi devletin gücüne karşı Cemal’in bir erişmeliğidir. Dörtyüz korumalı, iki beyli kervan karşısında devinisiz kalan direnişçiler ya da çete erişmelik savaşını sanki bilmez. Onlar belki de bir amaçyolsuz, erişmeliksiz yalnızca yaşamlarını devlete karşı sürdürebilmek için çetededirler. Belki biraz daha fazlasıyla birliktedirler. Yazıcı’nın sözceleri bunları da anlatır bize. Cemal tam bir erişmelikçi yetenekle devletin yok edici birliğinin beylerini/komutçularını cansız kor, öldürür. Yukarıdan olanlara bakan, gören, izleyen çete üyelerinin durgunluğunu Cemal’in yiğitliği/pehlevanlığı bozar.
Bundan sonra olanları Yazıcı’nın güzel diliyle bir kez daha anlatmak istiyorum. Onun anlatma, anlatım güzelliği sanki parmaklarımı bağlıyor:
“Cemal Lök ol iki begi urıp helak itdi. Anı göricek yoldaşlarından yedi sekiz nefer atıcılar aşaga indiler ve anlarun üzerine ok yagdurup bir kaçın dahı helak itdiler… ve ol dört yüz atlunun kalanı atlu atına binüp binen bindi, bine bilmeyen çil yavrusu gibi tagıldılar. Cemal Lök nökerleriyle ol malı katırlara yükledüp aldılar gitdiler, ırak yirlerde ve ıssuzlık taglarda pinhan itdiler. Andan sonra işlerine dahı dilir ve şirgir oldılar. Ve ulu karvan ve bazirganlar basıp çoklık mal ve kumaş ve esbab hasıl itdiler.”
Peki ben bütün bunları nereden, nasıl, niçin çıkarıyorum. “Dil vardır.” Şunu önceden söyleyebilirim ki, söylenenler kesinlikle bir yorumsama ya da yorum özentisi değil. Açımlamacı yaklaşım, bakış yorumla karşıt çalışır. Yazıcıoğlu’nun söyleyebilirlikleri, görünebilirlikleri dilinin güzelliği aracılığıyla oya oya işleme yeteneği sonucu gizli olmayan ama görünür de olmayanların açığa çıkartılması böyle bir bakışla olanaklı oluyor. Başka bir deyişle verili olmayan bilgilerin, erklerin dağılımlarının, konumlanışlarının, saçılışlarının ya da Deleuzcü, Guattarici “çokluk”un oluşturulması. Tekilliklerin saçılışlarının oluşturduğu, olmayı sürdüren oluşlar, akışlar, ışık çakmaları, balkımalar… Deleuze bir anlatısında (ona haksızlık ederek cımbızlasam bile) bu gerçeği şöyle saptar:
… Bir tarihsel formasyonun sözcelerini içinden çıkaracağım kelimeler ve cümleler seçkisi nedir? Bunlar, kelimeler cümlelerin etrafında uğuldadığı iktidar ve iktidara direniş odaklarıdır. “Konuşuluyor.”
– Foucault Üzerine Dersler: Bilgi, s. 250
Views: 65