subaylar, savaşçılar, düzenin koruyucuları
Anlatımızın koruyucu subayı, “güvenlikçisi” Muhammed Muzaffer, Gazan’ın toplantısında yer alan yöneticilerden biridir. Bildiğimiz gibi Gazan’ın kapısında atlı bir birliğin başıdır. Bu birlikler bölgelerde yaşayan insan topluluklarının yasa ve buyruk altında tutulması, topluluk insanlarının yargıyetkiliye karşı görevlerini, ödevlerini yerine getirmelerinin sağlanmasıyla uğraşır. Elbette kurulu ya da edinilmiş yargıyetkillik düzenlerinde uyrukların buyruk ve yasak altında tutulması, bugünkü bir kavramla güvenliğin sağlanması da birinci derecede böylesi kolluk güçleri tarafından yerine getirilir. Yargılama gücünün kararlarının toprak üstünde yaşayan uyruklara uygulanması. Muzaffer, dönemin bakışına, anlayışına uygun olarak varlığı devlet katında anılmayan boyundan savaşçılarla kapıda kulluk etmektedir. Varlığı topluluk olarak yargıyetkillik tarafından anılmayan, gerçeklikte Muzaffer’e de o kapı kulluğunu sağlayan Karluk topluluklarının gücüdür. Topluluklara böyle davranmak, üzerlerine yok yargısı vermek erken ortaçağ devletlerinden beri uygulanan bir yargıyetkillik uygulayımıdır. Bu uygulayım boyunduruğa alanlarda ve boyunduruğa vurulanlardaki ” kendiliğinden oluşan” bir anlayıştan çıkar. Böylece bir yargı toptanlığı tek tek uyrukların yaşadığı topraklar üstüne kurulur. Ancak gerçeklikte işleyen uyruk toplulukları vardır. Onların “görülmek istenmeyen” ağırlıkları yargıyetkililerin hep üstündedir. Yargının birincil “nesnesi” uçsuz bucaksız topraklardır (ülke, bölge, memleketler/memalik, iççekmesi olarak dünya ya da cihan toprakları; dolayısıyla cihan imparatorluğu/acunu kaplayan büyükdevlet); dolaylı olarak da onun üstünde yaşayan uyruk kişidir. Burada yargıyetkillikle yönetilen göçebe bir devleti çözümlemekteyiz.
Yerleşik, başkenti ortalık olan ve gittikçe ortalığı her açıdan (yönetim, tüketim, varsıllık, kalabalıklaşma, alışveriş, değerli mallar ve değerli takılar…) yoğunlaşan, ortalığın içinden dışa doğru işleyen devletler elbette yukarıdaki çözümlememizden ayrımlıdır. Onlar da içte toplulukları kuramsal olarak görmezler. Ancak yargıyetkilliğin toprakları çevresindeki dağınık bir konumlanışta yaşayan yerleşik olmayan, “barbar topluluklar” bir yönetim uygulayımı olarak topluluklaştırılmaya, boylaştırılmaya, boybirliği kurmaya, gerekirse yağmaya kalkışmamaları için armağanlarla, dağıtılan ünvanlarla, bir düzene sokulmaya çalışılır. Onlara alışveriş yapabilecekleri, tutsakları ve diğer ürünlerini getirip satabilecekleri yerler gösterilir. Böylece denetimsiz, dağınık bir konumlanışta yaşayan dış topluluklar yerleşik devletin denetlenmiş, bir dikinedizilişle biçime sokulmuş, gerektiğinde savaşçıları ucuza derlenen uysal uzantılar durumuna getirilir. Hazar çevresinde yaşayan Oğuz/Türkmenlerin söylencesel 24 boylu boylarbirliği anlatısı, bir yönüyle de Hazar devleti (630?-958?) ve Ortaasya’daki Abbasi İmparatorluğu uzantısı (Samanoğulları) kentlerinin (arap. emirat) devletli yapısı (Semerkant, Buhara, Taşkent, Harezm, Merv, Belh…) tarafından yönlendirilmiş bir örgütlenmedir. Bu yönlendirme ve Abbasoğulları bağlılarının tutsak alma savaşlarının da sonucu Türkmenler yaşadıkları ortamları bırakıp darmadağın olarak göçebelikten altbarbarlığa, yağmacılığa ve paralı savaşçılığa, Abbasi kentlerinin tutsak pazarlarında mal oluşa dek topluluklar çıkarmışlardır. Kınık ya da Selçuklu Türkmenlerinin öyküsü böyle bir ortamın ürünüdür ki, Kınıkların bazı parçaları daha önceden Hazar çevresindeki yurtlarını bırakıp başta dönemin güçlü Hazar devletinde paralı savaşçılık yapmıştır. Muzaffer Beg’i ve Karlukları da benzeş ve ayrımlı bir konumlanışta çözümlemek gerekir…
Gerçeklikte ise insan teki diye bir nesne dün de bugün de yoktur. Doğada doğduğunda kendi kendine yetemez olan birinci sıradaki canlı, bir kadından doğan bebektir. Az sayıda insanın toplaşmasından kalabalık sayıda insan derleşmelerine dek oluşmuş insan toplulukları vardır. İnsan türünden varsayımsal bir tekillik ancak bunların içinde yaşamda kalabilir. Ancak toplulukların yargıyetkilliğe karşı can ve mal verme ödevleri, zorunlu çalışma gibi salmalar tek tek uyruklar üzerinden işler, ya da sonuçta kişi kişi işletilir. Bu işleyişi 13. yüzyıl sonunda söylenen “salma” kavramı sözceler, gösterir. Yönetenlerin buyruğuyla istenilen mal ve yapılacak işler görevlilerce bir yaşam yerindeki kişilerin üstüne tek tek salınır, pay edilir: üç koyunu olandan üç birim yağ, iki ineği olandan altı birim yağ, bir çift öküzü olandan iki dinar…
Anlatımızda Muzaffer Bey üzerine bu söylediklerim “padişah anı kendü bölügiyle kendü kavmları-yıdılar, ol yirlerde rah-dar kodı…” tümcesinde apaçık. Bu yol koruculuğu, Muzaffer Beg için yalnızca bir görev değişikliğidir. Çünkü kapıda bölükbaşı olarak çalışırken, Cemal’i ele geçirme işine “eger şah-ı alem nazar-ı inayet ve himmet buyurursa bu kemine ve rayım Hak –teala- inayetinde anı etbaı-y-ile ele getüreyim [Cemal Lök’ü ona uyanlarlarla, bağlı olanlarla birlikte yakalayıp getireyim]” diyerek istem göstermiştir. Gazan’ı razı edişinin koşulu da en başta Muzaffer’in kellesini koltuğuna alışıdır. Sonra Karluk gibi bir boyun beyi oluşu da ek bir etkileyici olmuştur. Muzaffer Beg, canı Cemal sıkkını Gazan Han’ın “ve firavan mal ve nimet ve eyü atlar” vermesiyle görev bölgesine gider.
Yukarıda alıntılandığı gibi yöneticilerin, yönetici beylerin başka iççekmeleri (arzu), başka canistemeleri (iştah) vardır. Yaşam bir yandan bu iççekmeler, canistemeleriyken bir yandan da bunlara ulaşmak için durmadan bir çabalamadır. Yazıcıoğlu da bu etkin ve bilinçli çabayı anlatısında belirtir:
M. Muzaffer fikr itdi ki eger bir sanat ve hile-y-ile bunun malı ne yirdeydi ki malum olup ele girmezse ki bunı Padişah katına iletem, imkan vardur ki buna işkence virür malı ne yirde-idügin ikrar itdürüler, maldan mahrum olam.
Bu tekil çabalar değişik yoğunlukta olsa da diğer yöneticilerde de vardır. Çünkü yöneticilik iççekmelerinin, cançekmelerinin, büyük çabaların taşıyıcısı kullara dağıtılır. Böylesi onlarca örneği Aksaraylı’nın anlatısında da buluruz. İlhanlıların son döneminde pervanelik yapan Rükneddin’de bu çaba çok açıktır. Pervanelik ya da emir-i hacib: yargıyetkili ile “yürütme/hükümet” arasında aracılık eden yöneticidir. Saray yönetiminden sorumluydu ki dergah/yönetim yeri ve bargah/konak, haremi de kapsayan bir görevdi bu. Pervane düz anlamında bildirici/duyurucu/haberci anlamına gelen farsça bir sözcüktür.
Pervane Rükneddin Aksaray ve Eyüphisar vilayeti onun yönetiminde idi. O da çabasını (vergi) salmaya ve müsadereye harcadı. Daima gözünü, tahsilata gelen bir görevlinin suçsuz olarak kanını dökmeye; vilayeti hakkında kağıt üzerinde kalem oynatan katibin günahı olmadan malını zorla almaya dikmişti. (Aksaraylı, agy. s. 202)
Muzaffer Beg Deve Cemal’deki malı, değerli süs takılarını, altın gümüş paraları, değerli kumaşlardan yapılmış yağmalanmış giysileri “bir sanat ve hile-y-ile” alır.Ayrıca Deve’ninyoldaşlarının (etba: tabilerinin, bağlılarının) mallarını da sanat ve hileyle alıp dağda güvenilir bir yere saklar. Yönetme işi o zamanlarda bilim içinde değil sanat içerisinde görülür. Yöneticiler de bu ussal sanatı dinsel bilgilerini (göksel düzenin yeryüzünde ortaya çıkışının “ilm”ini) de kullanarak erk ve yetkeleriyle uygulayanlardır. Sanatın sınırları ya da kapsamı o denli geniştir ki, uyrukları kandırma, tavlama, yönlendirme, tava getirme, asla tutulmayacak sözler verme, kandırmaya yönelik dinsel yemin, tilkilik, her türde dolandırma… kapsam içerisindedir. Kılgıcı usun, amacı gerçekleştirmek için bütün yolların geçerli ve bunların işletilmesini ustaca ve büyük yöneticiliğe değgin görmesi, yönetenlerin ve yönetilenlerin olduğu her dönemi ve yaşam alanlarını kapsar, önermesini doğrular gibidir.
Bilimi bir yönüyle, uygulayım ağırlıklı tasarlama, sınama, gerçekleştirme dizisiyle düşünürsek, toprakların yasalar/yargılar altında yönetilmesi, yargının işletilmesiyle sınırlıdır ki bu bilim gerektirmez. Geleceğin tasarlanması, sınanması ve o tasarının gerçekleştirilmesi toprağın korunması, yargıyetkilinin varlıklarının artırılması, onun Tanrısal düzeninin sürdürülmesiyle pek az ilgilidir. Bunun için ya da bilimsel bir yönetim için en başta o toprakların üstünde yaşayanların tümünün varoluşları konu ya da nesne olarak görülmelidir. Bu nesnelik aynı zamanda kitle olarak, halk olarak ve sonraları ulus olarak özneliktir de. … ulusu adına egemen olanlar, halk adına erki elinde tutanlar, kitle adına salgınları, kıtlığı önlemeyi; bolluğu, gönenci getirmeyi düşünenler yani yönetici erkler, onların yetkeleri siyaseti bir sanat olarak değil, bir bilim, bir bilme biçimi, bir ölçüm tekniği, bir veri toplama ve karşılaştırma, bir üretim tüketim işlem bilgisi ya da aritmetiği, bir gelir gider işlemi, bir tasarlama ve gerçekleştirme ya da uygulama… olarak düşünmelidir. Bu da siyasetbilimdir ki bütün bilimlerle, en başta “ekonomi”yle ortaklık kurar, ortak çalışır. Siyaset en başta bir yönetme ekonomisidir belki de. 18. yüzyıldan başlayarak Batıdan yayılan ve hızla dünya devletleri katında benimsenen bu görüşü “ekonomipolitik, politikekonomi” kavramı gösterir. Bu kavramsallaştırma azıcık da olsa tanış biliş olduğum birçok dilde olduğu gibi kullanılmaktadır ki, yönetenlerin bu kavramı ve buyruğunu ne denli sevdiğini de gösterir. Bir ülkede yaşayanların topunun yönetimi, yönetilebilir kılınması, yönlendirilmesi, güvenlikçi toplumlardaki bütün yönetimsellik kuramlarının, bilimlerinin, uygulayımlarının nesnesidir böylece.
Bu ele geçirilen mallar Muzaffer Beg’in bir bölgeye yargıyetkili olma iççekmesini gerçekleştirmek için günü ve yeri geldiğinde kullanılacaktır. Muzaffer Beg tutkulu biri değildir. O iççekmesini, erk canistemesini büyük bir etkinlikle kovalar, çabalar. Erişmelikleri anları, yerleri, anlağın düşünümü ve anlama yetisinin gücünü bilerek denk gelişleri eylemle yararına, amaçyolun onu götüreceği edinilmiş bir devlete doğru değerlendirir. Michel Foucault’un o zamanlara uzak bir yerden seslendirdiği gibi:
‘Cemaat ve gruplar arasındaki güç ilişkilerini değiştiren her dönüşüm, onları karşı karşıya getirip rekabete sokan her çatışma, güç ilişkilerini değiştirmyi sağlayan taktiklerin kullanımı ve bu taktiklerin akılsallığına zemin teşkil edecek ya da onları ahlaken haklılaştıracak teorik öğelerin oyuna dahil edilmesini gerektirir. (Güvenlik, Toprak, Nüfus, ç. F. Taylan, s. 197)
Muzaffer’in adının anlamı bugünkü dilde utku kazanan, yenendir. Kazanandır. Bunlar tutkulu, edilgence; imgesel, düşlemsel ve sanrılı olan iççekmeleri değildir. Tutkulu olan hansoylu Emir Sülemiş’tir. Kısa bir dönemlik uğraşla çabasını tüketir ve ulaşılamaz bölgelere, Şam ülkesine kaçar. Hanlığı ele geçirmek için başkaldırır ve anlağının anlama yetisini, bilgisini kullanmadan, erişmelik, amaçyol bulma becerisini göstermeden tutkusuyla baş başa kalarak yenilir. Güreşte kendi oyununa gelmek denir buna. Aksaraylı’nın bol benzetmeli anlatımından dinleyelim:
Zavallı Sülemiş’in savaş ağacı, kusurundan, gevşekliğinden ve dönen feleğin felaketinden yapraksız ve meyvesiz kaldı. Ecelin pençesine düşeyazan canı, bir kıl payıyla ölüm çemberinden dışarı fırladı. Hezimete uğrayarak Şam diyarı tarafına gitti (Aksaraylı, agy. s. 198).
Muzaffer’in uğraşı ise ussal, etkin, bilincinde bir çabadır; bilincinde bir iççekmesidir. Bu çabanın yalnızca Muzaffer Beg’in gönencine, onun mutluluk arayışına, yaşamını iççekmesine göre sürdürmesine yarar oluşu elbette eleştirilmeli. Her canlı, her yaratık böyle davranır. Bu özellikler başkalarına yarar getirmeyecekse “bencillik” olur. Hele de başkalarını boyunduruk altına almaya kullanılacaksa! Oysa insan Spinozacı bir anlayışla baktığında tekilin bu çabasını “bencillik” olarak adlandıramaz. Bu bir yaşama iççekmesidir. Çünkü Spinoza bu çabayı olumlarken, tekilin kendi yararını başkalarının yararıyla bağlantılı kılar. “Doğadaki hiçbir tekil şey, insana, akıl kılavuzluğunda yaşayan başka bir insandan daha yararlı olamaz” (Etica, böl. 5, önerme 35, önerme sonucu 1 –scolia-) der. Başka bir insanı ya da başkalarını bir karşılıklılık durumuyla şöyle açımlar: “İnsan insanın Tanrısıdır” (Etica, böl. 4, ön. 35, not).
Muzaffer Beg’in konumundaysa durum bütünüyle bundan uzaktır. Çünkü yitirenlerin, kazanamayanların, yokluk içinde yaşamlarını sürdürmek için çabalayanların çokluk olduğu, onların ellerinden kapılan ya da zorla el konulan değerlerle kurulan, edinilen göneç gönenç değil, olsa olsa bir suç, bir günah ve bir sömürüdür. Bu üçlü bütün sınıflı düzenleri, bütün zamanların düzenleyicilerini ve onların kullandığı bir kapma aygıtı olan çeşitli tür ve biçimdeki devletleri her yönden (dikine, yatay, çapraz) keser.
Muzaffer Beg Yönetimin işleyişini çok iyi bildiği için, Cemal ve dokuz arkadaşını alıp birliğiyle Sultaniye’ye doğru yönelir. Yolda Gazan Han’a ulak gönderir. Her şey Muzaffer Bey’in bildiği biçimde gerçekleşir. Bu asla bir gelecekçilik, bir gizemli bilgi vergisi ya da başa devlet kuşu konması tansığı değildir. Ayrıca Muzaffer Bey’in bilgisi varsayımsal, imgesel bir bilgi de değildir. Onun düşünümü (fikretmesi) yönetim aygıtının işleyiş gerçekliğine ve de yönetim nesnesine (toprak ve uyruk ya da dünya yargıyetkilliği) upuygundur. Muzaffer Bey Yazıcıoğlu’nun anlatısına göre bu upuygunluktan dolayı bilir, eyler, ereklerini bir bir gerçekleştirir (bkz. aşağıda vezirle begin tartışması). Gazan Han ordusuna ya da “orda”sına gönderilen ulak ivedi bir buyrukla döner (bilebileceğiniz çoğu sözcüğün anlamını bugünkü karşılıklarını köşeli bir kaba koyarak size sunuyorum. Buyrun, bir de siz çözümleyin!):
Ol melunlarun pelid [pis, alçak, aşağılık] cüsselerini [bedenlerini] bunda [buraya] getürmesünler, anda [orada] kırsunlar. Amma Cemal Lök’ün başın getürsünler, …
Views: 234