en temiz renk – siren kaya

0
776

Bu mide bulantısı en beyaz yerlerden geliyor. Birazdan bu beyaz gökyüzünün altından yürüyüp geçerek uzunlamasına gri bir apartmanın içine girip orada başkalarıyla nefes almaya hazırlanıyorum. Bir nefesle gözlerini alıp diğer nefesimle ona kulaklarını veriyorum. Önünüzdeki harfler yere damlıyor tek tek toplamanın önemi yok, küçük lekeler ve üzerine basılıp geçildikçe kaybolacak zaten, gri halıfleks biraz daha koyu gri lekeler halinde… Açık kahve ahşap sandalyeler onlar üzerlerine oturan her ağırlıktan bir hatıra alıp saklamışlar. Kolçaklarındaki cilaları sinirli bir tırnakla sökülmüş bir zaman kim onun üzerindeyken sıkıldıysa… Birazdan oraya gideceğimi biliyorum. Saat 14.30. Üç ile dört arası demişti. En iyisi üçbuçuk. Üçte çıkmak gerek zaten. Rakamları ağzımızın içine böyle yerleştiriyoruz, parmaklarımızın arasına, hayatımız onların arasına… üç müydü, on kala çıkalım, araç gelene kadar, kırmızı yanana kadar, kapı açılana kadar… rakamların sesi uğuldayıp duruyor bütün rujlu dudaklara yapışmış bir ekmek kırıntısı gibi rahatsız edici bir şekilde öyle duruyor. Bu yine en beyaz ofislerden birinin içinde ben ayaklarımı gıdıklamaya gelecek kırmızı şapkalı cüceyi bekliyorum…

Diğer taraftan tabii eğer bu cüce pazar günü siyah ve beyaz kuğulu parkta herbir dalına yeşil kelebekler konmuş da hepsi birlikte kanat çırpıyormuş gibi yaprakları hışırdayan kavak ağacının altında beni bulmadıysa bundan sonra işi biraz daha zor. Ben daha çok büyüdüm çünkü. Orası buluşmak için güzeldi. Çimlerin üzerine uzanmış kan gibi mavi gökyüzüne doğru uçan yeşil kelebeklerin kanat çırpışını izlerken başımı yana çevirdiğimde kocaman uzayan yamaç çimenlerinin arasında küçücük bir böcektim çünkü o gün ben ki ona rağmen parkın bekçisi geldi ve bana bunlar yamaç çimleri üzerine oturmayın, uzaması gerekiyormuş dedi. Pazar günü dünya bir alemdi çok… Pazar günü turuncuydu ben genelde turuncu mavi ve yeşil içinde kalmaya büyük gayret gösterdim. Güneş batarken gökyüzünün altında yeşil çimenlerin üzerinde.

Bu beyaz ofisteki nemli yemekhanede yediğimiz sarı tavuk, sarı sert patates kızartması, kırmızı ketçap ve beyaz makarna… yemekler yarattığı mide bulantısı ile getirdiği bunalımlı ruh hali yemin ederim ki alabileceğimiz herhangi bir kimyasal plastik çeşitli renklerdeki asid hapları kadar etki yapıyor üzerimizde… Hepimiz gün boyunca burada birbirimizin nefesini alıp verdiğimiz saatler boyunca öyle mutsuzuz sanki. Dışarı çıkıp geliyoruz, dışarıda gözlerimize görüntüler yüreğimize kuruntular toz duman halinde yapışırken silkelenip temizlenemiyoruz, buranın beyaz ışığı çok görünür kılıyor bunu. Tek kelime ile kelimelerimiz kelimelerimiz değil. Kelimelerle göz ve ekran boyuyoruz. Şimdi durup bu şarkıyı dinlemeliyim “ı want paint it black”.

İnsan kendisini bu kadar unutsa mı iyidir, hatırlasa mı? Siyah anladım ki tüm bunların içinde en temiz renktir…

Aralık 2008

Views: 175

Önceki İçerikLysander Spooner’in Toplumsal Sözleşme Eleştirisi – Steve J. Shone – 4
Sonraki İçerikDevletleşme, Yöneticilerin Ortaya Çıkışı ve Deve Cemal Çetesi (Bölüm 3) – 11 – Bayram Bey
Almanya’da Giessen’de yaşıyor. Edebiyatta bazı yazar ve şairlere saplantısı yüzünden üni. eğitimi yarım bıraktı. Döngüsel olarak her güne Gülten Akın, Gunter Grass, “Garacaoğlan” okuyup başlıyor. Kitapçı raflarında karşısına çıkan her “G”li yazarın yapıtını alıp okuyor. Karşılaştığı yazılarda, bilmediği dillerin sözcükleri de içinde, “G”li sözcükleri belleğine kazıma çalışmaları yapıyor. En sevdiği sözcük başka anlamları da içinde “Gül”. Beslenmek, barınmak, giyinmek için orda burda her bulduğu onaylanabilir paralı kölelik edimlerini yerine getiriyor. En sevdiği roman J. Berger’in “G”si. Öyküye gelince sevdikleri çoksa da Kafka’nın “Ceza Sömürgesinde”si. Ceza Sömürgesinde el erimi yakınında duruyor hep. Şiir? İşte bu alanda seçim yapmak olanaksız geliyor; gezegenin, başka yıldızkümelerinin gezegenlerinin, böceklerin, çiçeklerin, insanların, denizyıldızlarının ve denizanalarının şiirlerinden hoşlanıyor. Basılı hiçbir şey oluşturmak istemiyor. Yazdıklarını beğenmiyor. Arada sırada “zorunda” kalmadıkça kimseye bir şeycik okutmuyor. Okuttuğu için önünde sonunda kocaman bir pişmanlık duyuyor. Ana dilini ulusçuluktan, kimlikçilikçilikten ve onlar gibi ezberletilmiş kurgusallıklardan dolayı değil, önemli bir şiir dili olduğu için seviyor. Almanca dışında başka dillerde çok az okuyor. Farsça bilmiyor; ancak onun ortalıkta salınan gül kokulu bir şiir dili olduğunu duyumsuyor. Belleğinde Hayyam’ın Hafız’ın, Hatayi’nin, Furuğ’un kimi dizeleri kakılı. Onları düşlerinde, uyanıkken, dalgınken, ayıkken elinde olmadan mırıldanıyor. Dolu zamanlarında şiirimsiler, öykümsüler fısıldıyor kendine. Canı isterse onları yazıya geçiriyor. Kentte yürürken, para kazanırken, araba kullanırken, durumlar ya da karşılaşmalarda elinde olmadan mırıldandıklarını yineleye yineleye oyalanıyor. “Güçlü derecede saplantılı” tanısıyla yaşıyor. Çöl hekimlerinin tanılarını umursanamaz buluyor. Bazen de fısıltılarını telefonuyla (ses kayıdı) paylaşıyor. İşte böyle bir şey benim öyküm de!

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz