Hamdûn El-Kassâr ve Melâmetiyye

0
1950

“Kim hırka giyerse, kim hankaha gidip oturursa dilencilik yapıyor demektir” sözü bu alanda söylenen en eski sözlerden biridir.”

Ebû Sâlih Hamdûn b. Ahmed b. Umâre en-Nîsâbûrî (ö. 271/884) Mutasavvıf, Melâmetiyye akımının ilk temsilcisi.

Hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur. Kaynaklardan dinî tahsilini Horasan bölgesinde tamamladığı, Süfyân es-Sevrî mezhebine bağlı olduğu, hadis öğrendiği ve rivayet ettiği anlaşılmaktadır (Zehebî, XIII, 51). Hücvîrî, onun fıkıh ve hadiste en yüksek dereceye ulaştığını bildirir (Keşfü’l-mahcûb, s. 226). Daha sonraki yıllarda tasavvufa ilgi duydu. Ali en-Nasrâbâdî ve Selm b. Hasan el-Bârûsî’nin sohbetlerine katıldı. Hamdûn’u Melâmî fikirlere yönlendiren sûfî Ebû Türâb en-Nahşebî (ö. 245/859) olmuştur. Ebû Hâtim el-Attâr ve Hâtim el-Esam’dan feyiz alan Ebû Türâb sûfîlere has şekil ve kıyafetlere ilk karşı çıkanlardandır. “Kim hırka giyerse, kim hankaha gidip oturursa dilencilik yapıyor demektir” sözü bu alanda söylenen en eski sözlerden biridir. Zehebî, Hamdûn’un kabrinin Nîşâbur yakınındaki Hîre’de bulunduğunu, Sülemî’nin onun hakkında bir menâkıbnâme yazdığını kaydeder (A’lâmü’n-nübelâ’, XIII, 51).

III. (IX.) yüzyıldan itibaren tasavvufî hayatta şekil ve merasimin fazla itibar görmeye başlaması, ihlâs ve öze önem veren bu harekette bir sapma olarak değerlendirildi ve şekilciliğe şiddetle tepki gösteren yeni bir akımın doğmasına yol açtı. Melâmiyye veya Melâmetiyye adını alan bu akımın ilk temsilcisi Hamdûn el-Kassâr’a göre “kınayanın kınamasından korkmama” (bk. el-Mâide 5/54) esasına dayanan melâmet selâmeti terketmektir. Onun özellikle üzerinde durduğu konular ihlâs, tevazu, nefsin arzularına karşı çıkmak ve hayattan kopmadan çalışıp çabalamaktır. Nefsin arzularına karşı koyabilmenin en emin yollarından biri yüksek duygu ve davranışları gizli tutmak, günah ve kusurları ise insanlardan gizlememektir. Melâmet yolunun çetin olduğunu, bu yolun gereklerini herkesin yerine getiremeyeceğini belirten Hamdûn el-Kassâr, Melâmetîler’in Mürcie kadar Allah’ın rahmet ve merhametinden ümitli, Mu‘tezile kadar da azabından endişeli olması gerektiğini söyler (Sülemî, Tabaķāt, s. 129; Ebû Nuaym, X, 231). Müridi Abdullah b. Muhammed b. Münâzil’e hiçbir dünyevî sebepten dolayı kızmamasını tavsiye eden Hamdûn, kürsülerden büyük kalabalıklara hitap etmenin insanın kibir duygusuna kapılmasına sebep olabileceğini belirtmiş ve bu yüzden kendisine teklif edilen vâizlik görevini kabul etmemiştir (Sülemî, Tabaķāt, s. 126; Hücvîrî, s. 226). Zühdü, “Allah’ın teminatı altında olana güvenip huzur ve sükûn içinde olmaktır” şeklinde tarif etmiş, bunun yanında herkesin basit de olsa bir işte çalışmasını şart koşmuştur.

Ebû Nuaym’ın naklettiğine göre Hamdûn el-Kassâr selefe ve döneminin âlimlerine saygı duymuş, dostlarını onların sohbetlerine katılmaya teşvik etmiş; elbiselerinin huşû, süslerinin vera‘, ziynetlerinin haşyet, sözlerinin zikrullah, susmalarının tefekkür olduğunu söylemiştir (Ĥilye, X, 232).

Hamdûn el-Kassâr tevazuu, bir insanın dünyada ve âhirette hiçbir kimsenin kendisine muhtaç olmadığını düşünmesi, tevekkülü de Allah’a sımsıkı bağlanma olarak tarif etmiş, ancak kendisinde tevekkül hakkında konuşma ehliyeti görmemiştir (Kuşeyrî, s. 307, 375). Sabırsızlığı da musibet ve sıkıntılardan dolayı bir bakıma Allah’ı itham etmek şeklinde değerlendirmiştir (Sülemî, Tabaķāt, s. 128; Ebû Nuaym, X, 231). “Bir sarhoş gördüğün zaman hemen kendine gel, kendi günahlarını hatırla, o sarhoşu kınayarak yeni bir günah işleme” ikazında bulunmuş; kendisini tenkit eden bir kişiye de, “Ne yaparsan yap benim kendimi eleştirdiğim kadar beni eleştiremezsin” demiştir (Ebû Nuaym, X, 232; İbnü’l-Cevzî, Śıfatü’ś-śafve, V, 122). Bir mahlûkun başka bir mahlûktan yardım istemesini hapiste olan bir kimsenin hapis arkadaşından yardım dilemesine benzeten Hamdûn el-Kassâr (Sülemî, Tabaķāt, s. 126), “Hakkın seni bilmesi halkın bilmesinden daha önemlidir” diyerek kusurları gizlemenin anlamsızlığına işaret etmiştir (Hücvîrî, s. 292). Kendi nefsini Firavun’un nefsinden daha üstün görmediğini söylemiş, nefis eğitiminde Hz. Yûsuf’un, “Muhakkak ki nefis kötülüğü emreder” (Yûsuf 12/53) sözüne atıfta bulunarak bu peygamberin başlı başına bir “âyet” olduğunu ifade etmiştir.

Tasavvufî hal ve makamları değerleri bakımından derecelendirmede diğer bazı sûfîlerden farklı düşünen Hamdûn el-Kassâr, huzûrun gaybetten daha üstün olduğunu belirten görüşüyle Hâris el-Muhâsibî, Cüneyd-i Bağdâdî, Sehl b. Abdullah et-Tüsterî ile aynı safta yer alırken Hallâc-ı Mansûr, Şiblî ve İbn Atâ’dan ayrılmıştır (a.g.e., s. 342). Diğer bir görüş farklılığı da velînin mâsum ve mahfuz oluşu meselesiyle ilgilidir. Hakîm et-Tirmizî ve Cüneyd’in de aralarında bulunduğu bir grup sûfî, velînin günah işlemekten değil küfür ve şirkten mahfuz olduğunu ileri sürerken Hamdûn el-Kassâr’ın da içinde yer aldığı bazı sûfîler, “Velâyette taata devam etmek şarttır, aksi halde günahlar velîyi velâyet makamından düşürür” demişlerdir (a.g.e., a.y.).

Hamdûn el-Kassâr’ın düşünceleri ve yorumları kısa sürede Nîşâbur ve Horasan sınırlarını aşarak başka bölgelerde yaşayan sûfîlerin de takdirini kazanmıştır. Onun hakkında söylenen sözlerin en meşhuru Cüneyd-i Bağdâdî’ye nisbet edilen, “Hz. Muhammed’den sonra peygamber gelseydi Hamdûn el-Kassâr olurdu” sözüdür (Herevî, s. 121; Ali Şîr Nevâî, s. 40).

Hamdûn el-Kassâr ile başlayan Melâmetiyye anlayışı lehinde ve aleyhinde ileri sürülen görüşlerle bugüne ulaşmıştır. Özellikle “iyilikleri gizleyip kötülükleri açığa vurmak” ilkesi âlimlerce tenkit edildiği gibi bazı sûfîler de bu anlayışı pek benimsememişlerdir.

Kelâbâzî et-Ta’arruf’ta, Serrâc el-Lüma’da Hamdûn el-Kassâr’a yer vermedikleri gibi Melâmetiyye’den de söz etmemişlerdir. Kuşeyrî er-Risâle’sinde Hamdûn’u tanıtırken Melâmetiyye’nin Nîşâbur’da onun vasıtasıyla yayıldığını söylemekle yetinmiştir. Kuşeyrî ile çağdaş olan Hücvîrî eserinde Melâmetiyye’ye geniş yer vermiş ve Hamdûn el-Kassâr’ı melâmet ehlinin önderi olarak tanıtmıştır (Keşfü’l-mahcûb, s. 292). “Avârifü’l-ma’ârif’in sekizinci babını Melâmetiyye’ye ayıran Sühreverdî ise Hamdûn el-Kassâr’ın adını anmamış, “Sûfî mi üstündür Melâmî mi” tartışmasında birinci görüşü tercih etmiştir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye’nin 309. babında Melâmetiyye’yi anlatırken bu makamın Hz. Peygamber ve sıddîkların makamı olduğunu, bu dereceye Hamdûn el-Kassâr, Ebû Saîd el-Harrâz ve Bâyezîd-i Bistâmî’nin ulaştığını söyler.

Abdullah b. Muhammed b. Münâzil, Mahfûz b. Muhammed, Ebû Ali es-Sekafî, İbrâhim el-Kannâd, Ebû Amr b. Nüceyd Hamdûn’un en meşhur takipçileridir. Melâmet ehlinin öncülerinden olan çağdaşı Ebû Hafs en-Nîsâbûrî ibadet ve mücâhedenin faydalarından bahsedip müridlerini iyi işlere özendirirken Hamdûn tam aksine müridlerin şımarmamaları için onları amel ve ibadetlerdeki kusurlarını görmeye çağırmış, bu yolun öncüleri arasında yer alan Ebû Osman ise bu iki yolu birleştirmeye çalışmıştır (Sülemî, Uśûlü’l-Melâmetiyye, s. 145). Melâmetî tavır Türk tasavvufunda Hacı Bayrâm-ı Velî ve Dede Ömer Sikkînî tarafından sürdürülmüştür.

Mustafa Kara   – TDV İslam Ansiklopedisi’nden cilt: 15; sayfa: 456

Views: 58

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz