“Osmanlı toplumu içinde birey, hareketliliğin artmasıyla birlikte, “itaat”in ötesinde, toplum ve devlet konularında kendisini sorumlu tutmadığı bir noktadan, bu konuları düşünen bir birey olma noktasına gelmiştir. Çünkü, daha önce içine pek azının girebildiği “askeri” denen yönetici kadroları arasına çeşitli yollarla re’ayadan çok sayıda birey katılmıştır.”
Bu bildiride, Osmanlı toplumunun, kendisinin bir parçası olan “birey”i biçimlendiren düşünce kaynaklarını ve bu düşünceye dayalı uygulamaları, diğer yönüyle de bu düşüncenin kuşaktan kuşağa aktarılmasını sağlayan kurumların özelliklerini irdelenecektir.
Bilindiği gibi, her toplumsal kurum, bir yönüyle işlevsel olduğu ortamın işleyişine katkıda bulunurken; diğer yönüyle o ortamda yaşayan “birey”‘lere birtakım değerleri aktarır. Bu özelliğiyle kurumlar, aynı zamanda birer “eğitim kurumları”‘dır. Ortak davranış biçiminin “ideal”‘ gördüğü “insan tipi”, böyle bir ortamda biçimlenir. “İdeal insan tipi” dediğimiz, aslında gerçek hayatta bulunmayan ve hiçbir zaman da bulunmayacak olan bir tiptir.
Bu tip, herhangi bir mekanda, herhangi bir zamanda var olan toplum tarafından bireylerine örnek olarak gösterilir. O tipin özelliklerini kazanarak, olabildiğince ona yaklaşmak, ona benzemek çabası içinde olmaları, bireylerin yaşam felsefesini, yaşama sevincini oluşturur. İşte bu makalede, belki de tersine bir yaklaşımla, “ideal tip” üzerinden Osmanlı toplumu ele alınacak ve bu “tip”in özelliklerindeki değişime bakılarak toplumun nasıl evrildiği ve bu evrilmenin dönüm noktalarının nerelerde bulunduğu, ana çizgileriyle gösterilecektir. Kuşkusuz böyle bir çaba için dayanak noktaları, Osmanlı belgelerinin verilerinden kaynaklanan kişisel izlenimlerdir.
Çizeceğimiz “ideal insan tipi”, kuşkusuz Osmanlı çağının başlangıç yıllarından itibaren sunulan bir tip değildir. Bu tipin Osmanlı öncesi dönemlerden gelen besleyici kaynakları vardır. Ama en azından o tarihten
itibaren, başlangıçta eklektik bir yapı gösterirken, daha sonra yerleşik ve klasik bir niteliğe bürünen Osmanlı toplumunda bireylere şu özelliklere sahip bir “ideal insan tipi”, sunulmuştur:
Bu tip, “mütedeyyin, ulu’l-emre itaatkar, dünyanın düzeninden ve geleceğinden kendisini sorumlu tutmayan, nizam-ı alemi sorgulamayan ve bu yüzden de ne mekan değiştirmeye, ne de tavır değiştirmeye hevesli olan” bir tiptir. Böyle bir “ideal insan tipi”ni sunan kaynakları şöyle sıralayabiliriz:
a) Siyasal düzen: Osmanlı monarkhiası için, devletin uyrukları olan bireyler ve toplumun tümü, “vedayi-i Halik-i kibriya”dır. Yani, egemenliği sultana bağışlayan Allah’ın emanetleridir. Onun için devlet gözünde yönetilenler, ki bunlar Osmanlı terminolojisyle “re’aya” olarak anılır, “müreffeh” yaşatılması gereken “fukara”dır. Onun için devlet, fukaraya sunduğu her türlü hizmeti “sadaka” olarak görmüştür. Osmanlı’nın re’ayaya müreffeh bir yaşam sunabilmek için geliştirdiği kurumlar, bireyi mekana ve ait olduğu gruba bağlamıştır.
b) Toplumsal düzen: Bu yapı, grup bireylerinin, farklılıklarından çok birbirine benzeyen ortak yanlarını öne çıkaran bir örgütlenme biçimidir. Birbirine benzeyen bu bireyler, aynı zamanda birbirlerinin “müteselsilen kefıl”i durumundadırlar.
c) “İdeal insan tipi”nin öngördüğü “bilgi anlayışı” ve “bilginin yayılma hızı”: Bu tip insanın edindiği bilgi, formel, yani bir kurumda öğretilerek elde edilen bilgi değil, yaşamın içinde edinilen bilgidir. Formcl bilgiye sahip olan tek grup “ulema”dır. Ulemaya bu tür bilgiyi aktaran “medrese”nin tanımladığı bilginin adı da “uhim-ı nakliyye” ve “uhim-ı akliyye”dir. Diğer bir deyişle, bu bilgi gruplarından her biri de dini bilgiler içerir. Bu bakımdan üretilen değil, “şerh edilen”, yani açıklanan bilgilerdir. Edinilen bilgilerin bir bölümü, kurumlar; bir bölümü de şifahi tradisyon yolu ile bireye aktarılır. Bu bilgilerin edinilme süreci, insan yaşamının önemli bir bölümünü alabilir. Yani, bilginin yayılma ve yerleşme hızı son derece yavaştır.
Bu bilgi türünün bir başka özelliği de, “hüner” cinsinden olmasıdır. Örneğin esnaf örgütü içinde aktarılan bilgi, bu türdendir. Bu tür bilginin aktarımı, “üstad”lar aracılığıyla olur. Onun için “hüner”, bir yönüyle gizlitutulan ve sorgulamaya açık olmayan bir bilgidir. Bu bakımdan formel bilgi olarak kabul edilen medrese bilgisi ile hüner cinsi bilgi, aynı özelliğe sahiptir.
Diğer yandan İslam dünyasının en renkli ve en önemli düşünce alanı olan ve “edinme ve aktarma” yolu olarak birçok ” tarikat”a vücut veren “tasavvufi düşünce” de dış etkilerle oluşmayan, tasavvuf diliyle söylersek, “denini bilgi”dir. Bu denini bilgi, bireyin kendi çabalarıyla öğrenilemeyen, “hal” olarak tanımlanan bir bilgi türüdür ve buna ulaşmak için mutlaka bir “mürşid”e ihtiyaç vardır. Ancak mürşidin irşadı ile böyle bir tasavvufi bilgiye ulaşılabilir. Görüldüğü gibi, epistemolojik olarak her üç bilgi türü için de, formel bilgi, hüner cinsinden bilgi ve derdini bilgi, bireyin bir “otorite”ye ihtiyacı vardır.
Bu özellikleri, belgelerin diliyle aktaracak olursak; devlet, uyguladığı timar sistemi ve bu sistemin içine yerleştirdiği kurumlarla, bireyi bir mekana ve bir gruba bağlamıştır. Bu durum, aynı belgelerde “defterlü” terimiyle ifade edilmektedir. Devletin gerçekleşmesini hiç istemediği durum, bireyin “haric ez defter” olmasıdır. O yüzden “ideal insan tipi”nin temel özelliği, bireylerin aidiyetlerinin belirlenmiş olmasıdır. Bu aidiyet, bireyin toplum içinde yaşadığı gruba ve mekana işaret eder. Toplumun tümü açısından aidiyeti gösteren en üst statü “re’aya olmak”tır. Bu husus, ayrı bir çalışmanın konusudur.
“İdeal insan tipi”nin belirleyici olduğu ikinci özelliği, toplum içinde, toplumun diğer üyelerinin bu bireyden “rıza ve şükran üzere” olmasıdır. Diğer üyelerin beğenisini kazanmadan o toplumun üyesi olarak yaşamı sürdürmek mümkün değildir. Toplum, bu beğenisini herhangi bir bireyin üzerinden kaldırdığında, bunu göstermenin çeşitli yollarını geliştirmiştir.
Bugün modern hukukta olmayan bir tür hak, o dönemin geleneksel toplumu için geçerliydi. Toplum, beğenmediği bir kişiyi, önce geliştirdiği yollarla teşhis eder; ardından da resmi otoritelere şikayette bulunurdu.
Örneğin bu konuda çok dikkat çeken bir uygulama; geceleyin, bu şekilde hoşnutsuzluk duyulan herhangi birinin “kapısına katran çalmak”tır. Bir diğer uygulama ise, toplum içine çıkmadığı konusunda yakınmaktır. Bu da çoğunlukla “kendüsünün ne yapduğu ma’himumuz değildür” biçiminde dile getirilir. Böyle bir hoşnutsuzluk anında, durumun açıklığa kavuşturulması suçlayana değil, suçlanan kişiye düşer. Görülüyor ki, burada farklılaşma olabildiğince önlenmiştir. Eğer bu kişinin istenilenin dışında bir tavır göstermediği kanunla kanıtlanamazsa bu durum, bireyin grubun yaşadığı mekandan tard edilmesine kadar gidebilir. Bu, bireyin topluma benzemeye ikna edilmesinin en ekstrem ucudur. Bu ikna süreci, şifahi tradisyondan beslenen anonim hikayelerle gelişir. Bilginin niteliği ve aktarımı, belgelerde “olıgeldiği üzere”, “matekaddemden”, “kema fi’s-sabık”, “adet-i kadime” gibi terimlerle açıklanmıştır.
Belgeleri izlediğimizde, bu “ideal insan tipi” düzenini besleyen sürecin, XVI. yüzyılın sonlarına kadar devam ettiği görülür. Bundan sonra ilginç bir dönem yaşanmıştır. “İdeal insan tipi”ni besleyen ortam, şeklen değişmeden varlığını xıx. yüzyıla kadar sürdürmeye devam edecektir fakat, biçimsel yapısı değişmeyen bu ortamda “ideal insan tipi”ni besleyen kaynaklarda bir yumuşama, kişiyi ikna olması hususunda daha rahat bırakma eğilimleri ortaya çıkacaktır. Çok iyi bilindiği gibi, timar sistemi, bireyleri bir mekana bağlayıcılık özelliğini, bir sistem olarak XIX. yüzyıla kadar devam etmesine rağmen yitirmeye başlamıştır. Bu noktadan başlayan hareketlilik, hem mekanda, hem de gruplar arasında giderek hız kazandığı için, toplumsal düzen, yapısal özelliklerini yine xıx. yüzyıla kadar korumasına rağmen, bireyi bu konuda daha rahat bırakmıştır.
Örneğin, “kapıya katran sürmek” olgusunu, “kendüsünü mescidde ne zamandır görmezüz” türünden hoşnutsuzluk açıklayan ifadeler içeren belgeleri, XVII . ve XVIII . yüzyılda neredeyse hiç görmüyoruz. “Mahalleden tard”, ancak sabit olan suçların sonrasında cezai bir işlem olarak uygulanmak üzere fakat sıklığı azalarak karşımıza çıkmaktadır. Mahallelerde “kiracı” olgusunun çoğalmasıyla birlikte, farklılıkların bir arada yaşamayı engellemeyeceği bir sürece doğru yol alındığı da bu durumdan anlaşılmaktadır.
XVII. ve XVIII. yüzyıllar, “ideal insan tipi”nin şeklen değişmediği, fakat yaşam içindeki bağlayıcılığının gevşediği bir dönemdir. Çünkü hareketlilik, “nizam-ı alem”i olabildiğince statik bir toplum olarak tanımlayan düşünceyi büyük ölçüde değiştirmiştir. Re’ayadan yönetim kadrolarına geçişlerin hızlandığı, ömürlerinin kalan kısmında kendilerine yeni yaşam alanları arayanların Payitaht İstanbul’un kapılarını zorladığı bir dönemde, bağlayıcılığı olamazdı da. Bu nedenle, şahsen birçok araştırıcıdan farklı olarak, “a’yanlık olgusu”nun, bugün “sivilleşmek”ten çok, re’ayanın kul kadrolarına geçiş sürecinde değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum ki bu da kendi başına ayrı bir araştırmanın konusudur.
Burada üzerinde durulması gereken en önemli mesele, “ideal insan tipi”nin temel özellikleri arasında görülen “bilgi”ye ilişkin husustur. Osmanlı toplumu içinde birey, hareketliliğin artmasıyla birlikte, “itaat”in ötesinde, toplum ve devlet konularında kendisini sorumlu tutmadığı bir noktadan, bu konuları düşünen bir birey olma noktasına gelmiştir. Çünkü, daha önce içine pek azının girebildiği “askeri” denen yönetici kadroları arasına çeşitli yollarla re’ayadan çok sayıda birey katılmıştır. Bu yüzden XVIII . ve XIX . yüzyılda birey, artık o eski dönemin bireyi değildir. Toplumun ve devletin geleceğinden sadece padişahları sorumlu tutmak yerine, kendisini de böyle bir role hazırlamaktadır. Ama bilgi edinme açısından, durum böyle değildir. Gerçi XVIII . yüzyıldan itibaren devlet katında örfıyyeden küttab sınıfına doğru bir fonksiyon ve rol değişimi yaşanmıştır.
Ama hem formel hem de hüner cinsinden bilgide değişimi gerçekleştirecek iç dinamikler yeterince olgunlaşmadığı için, çok büyük bir değişiklik yaşanmayacaktır. Nitekim, XIX. yüzyıla gelindiğinde, bu dönemin bireyleri, kendilerine sunulan “ideal insan tipi”nde, iç dinamiklerin yarattığı yeni özellikler bulamadıklarından ve Osmanlı toplumu kapılarını dış dünyaya doğru da açtığı için, yeni örnekleri dışarıda arayacaklardır. Bu bakımdan XIX. yüzyılın “ideal insan tipi”i, bu dışarıdan gelenle içeride yaratılan arasında salınan ve bu yüzden de sürekli arayış içinde kalan yeni bir insan tipine dönüşmüştür.
Osmanlı, devleti modernleştirme sürecinde toplumu yeni özelliklere büründürmek isterken, bir yandan “adet-i kadime”ye sarılacak, diğer yandan da yeni örnekleri bu yapıya uydurmaya uğraşacaktır. XIX. yüzyıl boyunca, Batı’da gelişmiş kavramları ve düşünceleri eleştirel olarak değerlendiremediğinden, bunların benzerlerinin kendi geleneksel düşünce ve uygulama kalıpları içinde bulunduğunu ileri sürerek, buna önce kendini, sonra da toplumu inandırmak için çaba gösterecektir. XIX. yüzyılın bütün düzenleme hareketlerinde, aynı çabaya rastlamak mümkündür. Tanzimat döneminin düzenlemelerinin temel metinleri olan “Tanzimat Fermanı”nda ve “Islahat Fermanı”nda, bu tutum çok daha açıktır. Parlementer düzene
geçerek İ mparatorluğu meşruti bir yönetime kavuşturmak isteyen XIX. yüzyılın “Yeni Osmanlılar”ı, en çok bu kurum ile padişahın şer’iata dayalı haklarını zedelemeden nasıl bir uyum sağlanacağını düşünmekle vakit geçirmişlerdir. Öyle ki, “1876 Kinun-ı Esasi”si padişah haklarına hiç dokunmazken, l 908’den sonra 1909 Kanıin-ı Esasi değişikliğinde, “Genç Osmanlılar”ın devamı olan “Jön Türkler”, aynı ikilem içinde kalmışlardır. Bu yüzden bugünün tarihçileri 1908’in bir devrim olup olmadığı sorusunu hata cevaplayabilmiş değillerdir.
Bilginin yayılma hızının, bir iç gereksinim sonucu artıp artmadığı da aynı tartışmanın konusudur. Birçok kişi, matbaanın Osmanlı ülkesine XVIII. yüzyılın ortalarında gelmesini, hayıflanası bir gecikme olarak görme eğilimindedir. Ancak, matbaada basılan ilk kitaplar ve sonrasında fikri hayata katkıları konusunda hala ciddi bir araştırma yapılmış değildir. Bu yüzden XIX. yüzyıl Osmanlı toplumu, birey açısından incelendiği zaman, çok farklı değişiklikler göze çarpmakla birlikte, bireyin sahip olduğu bilginin türü ve kullanımı konusunda nasıl bir değişiklik geçirdiği sorusu da, hala cevapsızdır. Onun için Osmanlı tarihinin dönemlendirilmesi gibi birtakım çabalara girişenler, böyle bir işlemin Batı normlarıyla gerçekleşebileceğini sanmakla, büyük bir yanılgının içine düşmüşlerdir.
1. IAOSEH Kongresine sunulan bildiri, Bilkent Üniversitesi, Ankara, 2008.
Osmanli Tarihi Yazıları – Şehir Toplum Devlet adlı kitaptan bir bölüm – Özer Ergenç
Views: 284