“Benim dünyaya ve dünya işlerine meylim yoktur. Yapdığım işler ve söylediğim sözler tam olarak hak din içindir.”
Sultan Melikşah’ın Hasan Sabbâh’a Mektubu
Besmele,
“Hasan Sabbâh, bilesin ki, duyduğumuza göre (sem-i hümayunumuza vasıl olduğu vech ile) sen, yeni bir din ve millet çıkarmışsın ve insanları aldatıyorsun. Zamanın padişahına isyan niyetindesin ve cahil dağlıları başına topluyor, sana bağlananlar yumuşak tatlı sözlerle her istediğini bıçaklatmak için hazırlıyorsun. Melik ve milletin kuvveti, din ve devletin nizamı kendileriyle güçlü bir şekilde ayakta duran Müslümanların halifesine dil uzatıyorsun. Bu yanlışlardan vazgeçerek Müslüman olman gerekir. Yoksa büyük bir ordu üzerine gönderilmek üzere hazır beklemektedir. Cevap vermeğe kalkarak sakın ha kendini belaya atma, kendi canına ve sana tabi olanların canına acı! Elindeki kalenin korunaklı olmasıyla gururlanma! Gerçekten bil ki elindeki Alamut Kalesinin burçları göğün burçları gibi olsa da Allah’ın yardımıyla yerle bir ederim!”.
Hasan Sabbâh’ın Melikşah’a Cevabı
Hasan Sabbâh, Melikşah’ın mektubuna karşılık olarak “Adaletle ve halkın iyiliği için çalışan Sultan Cihangir’in hâkimiyet günleri uzun olsun!” dedikten sonra, Melikşah’ın kendisine gönderdiği mektupta yer alan satırları okumuş ve ardından ifadelerini şu şekilde sürdürmüştür:
“Ziyaeddin Hakan adlı elçi buraya gelip sultanın bu hükmünü bize iletince, sultanın bu hükmünü büyük bir saygıyla baş tacı ettim. Ve sultanın bu zavallı kulunu hatırladığı için övünçten başım göğe erdi.
Şimdi kendi durumum ve inançlarımdan biraz bahsetmek istiyorum. Umarım ki, sultanın kapısında köle olan bu kişiyi dinlerler ve benimle ilgili konularda düşmanım olan devlet adamları ve özellikle Nizâmü’l-Mülk gibi kişilerle müşâverede bulunup fikir edinmezler. Eğer kendi kendimi ifade etme fırsatım olursa, bundan sonra sultanın vereceği karara uymak benim için zorunludur. Eğer bu şekilde oluşacak kanaat ve kararlarınıza uymazsam İslam’dan dönmüş, Allahu Teâlâ’ya ve hak peygamberine isyan etmiş kabul edin! Ancak sultan benimle ilgili konularda düşmanlarımın sözüne bakarak karar verirse, o zaman benim de kendi geleceğimi düşünerek hareket etmem gerekir. Çünkü güçlü düşmanlar doğruyu yanlış ve yanlışı da doğru gibi gösterebilir. Nitekim bu durum benim için geçerli bir durum olarak ortadadır. Belki sultanım bilmiyor olabilir, bu kulun halini kendilerine bildireyim: Benim babam İmam Şafiî mezhebine bağlı bir Müslümandı. Dört yaşına geldiğim zaman beni mektebe gönderdi ve tahsil ile meşgul oldum. On dört yaşına kadar çeşitli ilim dallarıyla ve özellikle Kurʻan ilimleri ve hadis konusunda maharet sahibi oldum.[1] Daha sonra din gayretine düştüm. İmam Şafiî’nin kitaplarında peygamberin çocuklarının (torunlarının) fazileti ve imamet (halifelik) konusunda hak sahibi oldukları konusunda çok sayıda rivayet buldum. Düşünce olarak onların imametlerine meylettiğimden daima içinde yaşadığımız zamanın imamını arıyordum. Her nasılsa dünya işleriyle uğraşmaya başlayıp insanların gözünde önemli sayılan işlerin peşine düştüğümden, dinî gayelerimi unuttum ve gönlümü tamamıyla dünya işlerine kaptırdım. Kendimi mahlûkun hizmetine bağlayarak Hâlık’a hizmeti terkettim. Hak Teâlâ benim böyle yapmamdan dolayı bana birçok düşman musallat ederek beni böyle işlerden uzak durmaya zorladı. Onlardan kaçarak şehirlerde ve çöllerde dolaştım. Her türlü muhâlefet ve sıkıntılarla karşı karşıya kaldım. Sanıyorum Nizâmü’l-Mülk ile benim aramda geçmiş olan durumları biliyorsunuzdur. Hak Teâlâ beni o beladan kurtardı ve nihayet anladım ki onlar, mahlûka hizmetle Hâlık’ın hizmetini terk etmenin bir sonucudur. Binaenaleyh yeniden bütün gücümle din hizmeti ve ahiret işleri için harekete geçtim. Bundan dolayı Rey’den Bağdat’a gidip bir müddet orada kalarak genel durumu, halifeler ile din âlimlerinin hallerini inceledim ve olayların iç yüzünü öğrenmeye çalıştım. Abbasi halifelerinin ahlaki erdemlerden (mürüvvet, fütüvvet) ve müslümanlıktan uzak olduklarını gördüm. Onların imamet ve hilafetlerine göre şekillenen Müslümanlık ve dindarlıktan küfür ve zındıklık daha evlâdır diye düşündüm. Bağdat’dan Mısır’a gittim gerçek halife ve gerçek imam oradaydı. Onların durumunu araştırdım ve gözledim. Sonuç olarak onları hilafet ve imamete, Abbasilerden daha layık ve daha doğru gördüm. Fâtimîlere bağlanarak tamamıyla Abbasilerin hilafetinden yüz çevirdim. Abbasi halifeleri yolda beni yakalatmak için arkamdan adam göndermiştiler. Allah beni onlardan kurtardı ve Mısır’a sağ salim ulaştım. Ondan sonra Mısır askerlerinin komutanı olan Emîrü’l-Cüyûş’a tutuklanmam için üç katır altın vb. para gönderdiler. Hak halife ve gerçek imam Mustansır Billâh’ın bana tam olarak yardımcı olmasıyla bu sıkıntıdan da kurtuldum. Ancak Abbasi halifesi ordu komutanını (Emîrü’l-Cüyûş’u) aleyhime tahrik ettiğinden beni Frenkleri davete aday gösterdi. Bu durum imam tarafından duyulunca beni kendi himayesine alarak ferman verdi. Bildiğim ve gücümün yettiği kadar Müslümanları doğru yola getirmek, Mısır halifelerinin imametinden ve onların gerçek durumlarından haberdar etmek üzere görevlendirdi. Eğer Sultan Melikşah “etîu’l-lahe ve etîu’r-rasul ve ûlu’l-emri minküm” (Ey Mü’minler! Allah’a ve Rasulüne ve sizden emir sahibi olanlara itaat edin. Nisa suresi, 4/59. ayet) ayet-i kerimesinden birazcık nasibini almışsa, muhakkak benim sözümü dikkate alacak ve Sultan Gazi Mahmud Sebüktegin gibi onların tamamının ortadan kaldırılması için[2] Müslümanlar üzerindeki şerlerini kaldıracaktır. Yoksa bir zaman gelecek ki bu işi başkası yapacak ve bu sevaba o nâil olacaktır. (Şimdi iddialarınıza cevap veriyorum):
1.Benim yeni bir din ve millet çıkardığım iddiası:
Ben ki Hasan’ım! Yeni bir din ve millet çıkarmak mı? Allah esirgesin! Benim bağlı olduğum din, Asr-ı Saadet’deki sahabe-i kirâmın dînidir ve kıyamete kadar da doğru yol bu olacakdır. Yani benim dinim Müslümanlık dinidir:
“Eşhedü en-la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden rasûlüllah”
Benim dünyaya ve dünya işlerine meylim yoktur. Yapdığım işler ve söylediğim sözler tam olarak hak din içindir. Benim itikadım şöyledir: Peygamberin çocukları (torunları) kendi babalarının hilafetine Âl-i Abbas’dan (Âl-i Abbas iyi adamlar olsalar bile) daha layık ve daha müstahaktırlar. Sen Sultan Melikşah’sın! Çektiğin zahmet, dünyanın doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine kadar üç defa yürüttüğün askerlerle (orduyla) elde etmiş olduğun ülkeye bugün Kaverd’in (Melikşah’ın amcası) oğullarının malik olmasını ve senin kendi öz oğullarının da her nerede yakalanırlarsa orada öldürülmelerini reva görüyorsan onların da (Abbasilerin) hilafetleri kabul edilebilir. Hâlbuki Âl-i Abbas öyle çok kötülük yapmıştır ki onların yaptıkları kötülüklerden bizzat müşahede ettiklerim anlatmakla bitmez. Onların yaptıklarını hiçbir din ve millet reva görmemiş ve görmeyecektir. Onların yaptıklarını bilmeyenler, onlara inanarak hilafetlerini geçerli bir hilafet olarak kabul edebilir. Ben ise onların yaptıklarını bilen biri olarak, onları hilafete nasıl layık görebilir ve onların hilafetlerini nasıl onaylayabilirim? Eğer Sultan hazretleri onların durumlarını bildiği halde bu kötülükleri ortadan kaldırmak için çaba göstermez ve onların şerlerini Müslümanların üzerinden kaldırmazsa, bilmem ki kıyamette sorulduğu zaman nasıl bir cevap verecek ve nasıl kurtulacaktır! Şimdiye kadar yaşadığım müddetçe benim dinim bu olmuştur ve bundan sonrada bu yolda devam edeceğim. Bu inancımı bir an bile inkâr etmedim ve bundan sonra da inkâr etmeyeceğim. Dört Halife ve Aşere-i Mübeşşere’nin muhabbeti kalbimdedir ve öyle de kalacaktır. Baştan beri bağlı olduğum dinden başka bir din uydurmadım. Olmayan yeni bir mezhep de ortaya koymadım. Benim mezhebim Rasûlullah’ın dönemindeki mezhepdir ve kıyamete kadar doğru olan mezhep de budur ve bu olacaktır.
2.Benim ve takipçilerimin Abbasîlere dil uzattığımız konusuna gelince;
Müslüman olan, din ve diyanetten haberdar olup da onları kötülemeyen, ayıplamayan var mı? Onlar öyle kimselerdir ki başlangıç ve sonları yalan, gerçekleri gizleme ve Allah’a isyan üzerine bina edilmiştir. Her ne kadar onların durumu bütün âlem tarafından biliniyorsa da, sultan hazretlerinin yanında, kendi lehime delil olması için genel anlamda ifade edeceğim: Ebû Müslim gibi bin türlü meşakkatler içinde sürekli çalışıp Emevîlerin elinden Müslümanların mallarını-canlarını kurtaran, peygamberin hanedanı hakkında revâ gördükleri laneti (ki, asıl kendileri laneti hak etmektedirler) peygamber hanedanı üzerinden kaldıran adamı yok ettiler. Hazret-i Peygamber’in dünyadaki bütün çocuklarını şehit ettiler. Köşede bucakta kalan peygamber çocukları onlardan korunmak için yöneticilik haklarından vazgeçmek zorunda kaldılar. Onlardan hiçbir kimsenin şarap içmek, zina ve livatada bulunmak gibi bir şey yaptıkları ne duyulmuş ne de böyle bir şey olmuştur. Halbuki Abbasilerin en âlim ve faziletlisi sayılan Harun Reşit’in kız kardeşi Abbase’yi kendisiyle beraber şarap meclislerinde bulundurduğu ve bu vaziyette oldukları halde, arkadaşlarının da yanlarına girmelerine engel olmadığı rivayet edilmektedir. Hatta Cafer Bermekî, Abbase ile ilişkide bulunmuş ve ondan gayr-ı meşru çocuk doğurmuştu. Harun Reşid’den uzak tutulmuş olan bu çocuk, Harun hacca gittiği esnada çocuğu orada bulmuş ve Cafer Bermekî’yi de orada öldürtmüştü.[3] Yine Ebû Hanife gibi dinin en sağlam direklerinden biri olan bu yüce değerli kişiye yüz kırbaç vurdurdular. Hüseyin Mansûr Hallâc gibi bir lideri astılar. İşte Hulefâ-yı Râşidîn dediğin, işte kıvâm-ı mülk, nizâm-ı din ve devletin kendileriyle güçlü olduğunu söylediğin kimselerin hali budur. Bunları kınar ve ayıplarsam veya bunlara karşı gelirsem, insaf et! Haklı mıyım değil miyim?
3.Dağlı cahilleri aldatıp kendilerini bazı kimseleri öldürttüğüm hakkındaki iddiaya gelince:
Basiret erbâbı açıkça bilmektedir ki insan için canından daha değerli bir şey yoktur ve hiç bir kimse kendi canına kıyamaz. Benim gibi iktidarsız bir adam böyle işleri nasıl yaptırabilir? Sizin benim hakkımda duyduğunuz sözler gibi ben de sizin hakkınızda bir takım iddialar duymaktayım:
Horasan’da Sultan’ın ve Nizâmü’l-Mülk’ün adamlarıyla memurlar halka çok zulmediyorlar, Müslüman âbid ve zâhidlerin ailesine el uzatıyor, kadınları eşlerinin elinden alıyorlar, devletin uygulamalarında adalet gözetilmiyor ve bu konuda halkın devlet yöneticilerine ilettikleri şikâyetler dikkate alınmıyor. Daha da ötesi, adâlet isteyen kişiler daha büyük belâlarla karşı karşıya kalıyorlarmış!
Aynı zamanda çok büyük yetkilere sahip olan Nizâmü’l-Mülk, Ebû Nasr Kenderî gibi hiçbir zaman, hiç bir padişahın sahip olamadığı değerli bir veziri şehit ederek ortadan kaldırdı. Kendisi, bugün zalimler ve halkın en alt tabakası ile ittifak halindedir. Çünkü Hoca Ebû Nasr zamanında, on dirhem vergi alınır ve bunun tamamı hazineye girerdi. Şimdi ise elli dirhem vergi alınıyor ancak bunun beş dirhemi bile hazineye girmiyor. Küçük bir kısmını etrafındakilere veriyor, kalanını kendi oğullarına, kızlarına ve damatlarına harcıyor. Çeşitli yerlerde kerpiç ve çamura (inşaat için) sarfederek tükettiği paralar da herkes tarafından bilinmektedir. Hoca Ebû Nasr, kendi oğluna ve kızına ne zaman bir dinar sarfetmiştir? Ne zaman çamur ve tahtaya (inşaata) herhangi bir harcamada bulunmuştur? Bu durum ve bu şartlar altında hiçbir şekilde halkın kurtuluş ümidi yoktur. Bu durumda bazı kimselerin bunalıp canından vazgeçmesi veya zulmeden bir iki kişinin zulüm ve haksızlığını ortadan kaldırması normal değil midir?
Vakt-i zaruret çu nüma nedgiriz / Dest-i bikerd ser şimşiri tiz[4]
[“İyice köşeye sıkışıp kaçacak yer kalmayınca / İnsan keskin kılıncı eliyle tutmağa mecbur kalır.”]
Hasan Sabbâh’ın bir kimseyi aldatıp böyle işler yapması mümkün değildir. Dünyada hangi iş vardır ki, ona takdîr-i İlâhî (Âsumânî) müdâhil olmasın?
4.“Bu türlü hareketleri terk edersen edersin, etmezsen seni harab ederim.” buyurmanıza gelince: Ben Sultan’ın görüşlerine aykırı hareketlerde bulunmaktan Allah’a sığınırım. Ancak hem düşmanlarım kuvvetliler ve hem de beni ele geçirmek için her türlü girişimde bulunduklarından kendi durumumu sükûnetle Sultan’a bildire bilmek için bu köşeyi (Alamut Kalesi’ni) ele geçirdim ve kendime bir sığınak oluşturdum. Böylece düşmanlarım ile anlaştıkdan sonra Sultan’ın huzuruna gidebilmem mümkün olacak ve onun hizmetine girme imkânı doğacaktır. Böylece dünya ve ahirete ait saâdet yollarını elimden geldiği kadar Sultan’a gösterebilirim. Eğer ben bunun dışında bir davranışa kalkışırsam ve Sultan’ın emrine itaat etmezsem halk orda-burda beni kötüler ve benim hakkımda ‘Kendi padişahına muhâlefet etti, ‘etîʻullahe ve etîu’r-rasul ve ûlu’l-emri minküm’, yani; “Allah’a, peygamberine ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz!” Nisâ Sûresi 4/59. ayetinden hiç haberi yok derler. Diğer yandan düşmanalarımın Sultan’ın yanında değerleri artar ve benim hakkımda daha birçok iftiralar uydururlar. Benim din ve davet konusunda yapmış olduğum iyilikleri halk arasında kötü göstermek için bahane bulmuş olurlar ve benim iyi namımı kötüye çıkarırlar. Bugün Nizâmü’l-Mülk gibi kuvvetli bir düşmanın varlığına rağmen Sultan’ın hizmetine girip Nizâmü’l-Mülk’ü yok farz etsem bile Sultan’ın Abbasilere bağlılığı ve onların emirlerinden çıkamaması dolayısıyla, onların herhalde Sultan’ın benim hakkımdaki düşüncelerini değiştirerek yok edilmem için canla başla çalışılacakları ve aynı zamanda beni Sultan’dan isteyeceklerinde hiç şüphe yoktur. Sonuç, herhalde hiç de iyi çıkmayacaktır. Çünkü onların beni istemeleri ve onlara teslim edildiğim takdirde yiğitçe/insanca davranılmış olmayacaktır. Eğer onlara teslim edilmezsem onların hilafetlerini kabul eden cahiller, Sultan hakkında ileri geri konuşacaklardır.
Abbasilerin benimle olan kavgaları ve aleyhimde ne kadar çalıştıkları Sultan tarafından bilinmektedir. Mısır’a gittiğim zaman arkamdan adamlar gönderdiler ve Mısır’daki Emîr-ül-Cüyûş’a (ordu komutanına) bol miktarda mal göndererek beni yok etmesi için ellerinden geleni yaptılar. Gerçek halife ve imam-ı müstekar olan Mustansır Billâh’ın büyük yardımları olmasaydı o tehlikeli durumdan kesinlikle kurtulamaz, öldürülürdüm. Sonuç olarak ordu komutanı Frenk’e (Avrupalılara) gidip Frenk kafirlerini İslam’a davet etmek üzere beni seçti ve bu göreve tayin etti. Allah’ın lütfuyla bu tehlikeden kurtuldum. Yıllarca zahmet ve meşakkatler çekerek nihayet Irak’a gelebildim. Onlar beni daima takip ediyorlardı. Bugün ise buradaki Alamut Kalesi’ne ulaşmış oldum. Ve alevi halifelerin davetini açıklamak için Taberistan, Fihistan ve Cibâl’de bazı kaleler elde etdim. Mü’minlerden refikler, Şiîler ve Alevilerden birçok kimse huzuruma geldiler ve Abbasiler benden korkmaya başladılar. O halde yukarıda arzettiğim gibi Sultan’ın huzuruna vardığım takdirde netice hiç de iyi olmayacak, belki iki taraf arasında savaş çıkacaktır.
5.Bu kayabaşı hakkındaki söze gelelim; ‘Alamut Kalesinin burcları göğün burçları gibi olsa bile yere indiririm’ buyuruyorsunuz. Burada oturanların, bu kalenin uzun müddet kendi ellerinden çıkmayacağına dair inançları tamdır. Bu konu, Allah’ın yardımıyla ilgili bir durumdur. Ben, burada üzerime farz ve sünnet olan vazifeleri yerine getiriyor, Allah ve peygamberden Sultan’ın ve devlet erkânının doğru yola gelmeleri için dua ediyorum. Cenâb-ı Hak’tan onlara hak dini nasib etmesini ve Abbasilerin fısk ve fesatlarını halk arasından kaldırmayı kendilerine müyesser eylemesini temenni ediyorum. Eğer Sultan’a din ve dünya saadeti nasip olacak olursa Sultan Muhammed Gazi onların defedilmesi ve şerlerini ortadan kaldırmak için kıyam ettiği, Tirmiz’den Seyyid Alaüʻl-Mülk Hüdavendzâde’yi hilafet makamına oturtmak için getirdiği gibi Sultan da bu işe girişir ve bu büyük iş onun eliyle ortaya konulur. Böylece Allah’ın kulları onların şerlerinden kurtulur. Yoksa bir zaman gelir, âdil bir padişah harekete geçerek bu işi yapar ve Müslümanlar onların zulmünden kurtulur. Ve’s-selamu ‘alâ men ittebea’l-hüdâ.” ( ‘Doğru yola tâbi olanlara selâm olsun!’ Taha suresi 20/47).”
Kaynaklar: Mehmet Şerefeddin Yaltkaya’nın Fatimiler ve Hasan Sabba Başlıklı Makalesinin Sadeleştirilmesi,
Doç. Dr. Adnan Adıgüzel – Kasım 2014 E-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -Www.E-Sarkiyat.Com- Issn: 1308-9633 Sayı:XII
İtaatsiz.org’un notu: Selçuklular ve Nizari İsmailizmin kurucusu Hasan Sabbah arasındaki mektuplaşmalar birer tarihi vesikadır. Bir efsane haline gelmesinden dolayı uydurma tarih ve tarihçilikte atfedilen her şeyin gerçek kabul edildiği bu ilişkide onların ve özellikle Hasan Sabah’ın fikriyatına dair intibayı güçlendirmesi maksadıyla okunması için…
[1] İbn-i Esir, c. X, s. 131’de Hasan Sabbâh’ın hendese, hesab, nücum, sihr vb. ilimlere sahip olduğu belirtilir.
[2] Mahmud Sebüktegin’in Abbasi halifesi Kâdir Billâh’a kesin bir sadakati vardı. Kendisinin Abbasiler aleyhinde her hangi bir hareket yaptığı görülmemiştir. Hasan Sabbâh’ın orada Tahertî olayından istifade etmek istediği görülüyor. Şöyle ki: Sultan Mahmud b. Sebüktegin, Horasan’da bulunan Bâtınîleri takib ettirerek onları dâileri ile birlikte cezalandırmıştı. Bunun üzerine Mısır halifesi tarafından Mahmud b. Sebüktegin’e hitaben yazılmış olan bir mektub ve hediyelerle Tahertî adında biri Nisabur’a gelmiş ve buradan Herat’a hareket etmişse de Mahmud b. Sebüktegin, kendisiyle Mısır halifesi arasında özel bir ilişki olduğu düşünülmesinden çekinerek Tahertî’yi tekrar Nisabur’a iâde etmişti. Burada Kerrâmiyye reisi Ebû Bekr Muhammed b. İshak b. Muhammedşad ve benzerleri ile tartışmalar sırasında aşırı düşünceleri açığa çıkmış olduğundan öldürülmüştü. Kâdir Billâh bu Tahertî’nin Mahmud b. Sebüktegin’e geldiğini duyarak kendisine bir mektub yazmışsa da cevap olarak kendisine Taherti’nin öldürülmüş olduğu bildirilince rahatlamıştı.
[3] Bermekîlerin Harun tarafından öldürülmeleri siyâsî sebeplerden kaynaklanıyordu. Abbase ise Cafer’in nikâhlı eşiydi. İbn-i Esir Tarihi, c. VI, s. 69 vd.
[4] Beytin anlamı “İyice köşeye sıkışıp kaçacak yer kalmayınca / İnsan keskin kılıncı eliyle tutmağa mecbur kalır.” Bu beytin Şeyh Sâdi’nin Gülistan’ında olduğunu biliyoruz. Ancak Şeyh Sâdi, Hasan Sabbâh’tan çok sonra yaşamış biridir. Yani Hasan Sabbâh’ın bu beyti Şeyh Sâdi’den almış olma ihtimali yoktur. Bu durumu dikkate aldığımızda, Şeyh Sâdi’nin bu beyti kendisinden ve Hasan Sabbâh’tan daha önce yazmış olan bir şâirden almış olduğunu kabul etmek gerekecektir.
Views: 950