Kendi Alevinle Yanmak – Nurşin Altunay

2
2240

Alışıyordum yanmaya. Alışmak soğuk suyun altına girmek gibi, diye düşünmeye çalıştım. İlerledim. Saçlarımın kokusunu duydum. Kanım fokurduyordu. Acı tenimden daha içerilere doğru gitmişti. Her geçen dakika sakinleştim. Fırının sonuna ulaştığımda ölmüş olabileceğimi düşündüm. Uzuvlarımın yerinde olduğundan bile emin değildim. Ateşin içinde erimiştim.

Üzerindeki nilüferlerin hiç solmadığı göller var bu şehirde. Her biri mavinin farklı tonunda. Öyle temiz, öyle berrak, öyle sakinler ki. Bahçelere gidip oturuyoruz.  Göle bakıyoruz. Durgun sular dinginleştiriyor. Göl gibi olmaya çalışıyoruz. Huzur her yanı sarsın istiyoruz. Sarıyor da zaten.

Ne çok göl var bu şehirde. Her biri mavinin ayrı tonunda ama her biri diğerine benziyor.

Evler pembe, çocukların yanakları kırmızı, kadınlar neşeli şarkılar söylüyor. Dükkanların ışıkları yıldızlar gibi. Periler aramızda dolanıyor sanki. Güneş nasıl da parlıyor. Bizi bizim istediğimiz kadar ısıtıyor. Yağmurun, karın yağışı kartpostal manzaraları oluşturuyor.  Bizler bu kartpostallardaki mutlu insanlarız işte. Sokaklarda İran kedileri yaşıyor. Onlara soframızdan artan etleri veriyoruz. Tüyleri hep pırıl pırıl. Sanki geceleri görünmez cücelerce taranıyorlar.

Kocaman camlı okulların önünde metalik boyalı arabalar peş peşe sıralanıyor.  Fırından ekmek kokuları yayılıyor. Ama öyle çok güzel koku var ki etrafta, ekmek kokusu suda eriyen şeker gibi yok oluyor.

Aynalar ne güzel. Göller gibi, tertemiz yansıtıyor her şeyi. Rüzgar bile yumuşacık esiyor, okşar gibi. Kutsal kitapta anlatılan kötü ve karanlık dünyanın çok uzağında yaşayan seçilmiş insanlarız biz. Tanrı bizi özel kılıyor, bizimle beraber yaşadığımız yer de güzelleşiyor, iyilik doluyor ve seçkinleşiyor. Göllerin üzerindeki nilüferler hiç solmuyor.

Göldeki nilüferler neden hiç solmuyor? Çok mu iyi çalışıyor bahçıvanlar? Solan mevsimlik çiçekleri bir gecede yenisi ile değiştirdiklerini biliyorum. Bir gün lalelerle dolu olan park, ertesi gün sümbüllerle donatılıyor. Çok iyi çalışıyorlar, çok iyi iş beceriyorlar. Ama nilüferleri nasıl değiştiriyorlar? Hiç aklım almıyor.

Göl kenarında oturduğumuz bir gün ruhlarımızın dinginliğine teslim olmuşken yanımdaki arkadaşıma sordum bu soruyu. “Nilüferler neden hiç solmuyor?” “Onlar gerçek değil ki.” dedi bana. “Gerçek değil ne demek? Nasıl gerçek olmaz?”

“Gerçek değil, ne demek bilmiyor musun?”

“Biliyorum elbette. Nilüferler gerçek. Tam karşımda duruyorlar.”

“Onlar plastik”

Şimşek hızıyla yer değiştirdi her şey. Plastik çiçeklerin bana güldüklerini gördüm. Bunu fark edememiş olmak öyle şaşırttı ki beni allak bullak oldum. “Nasıl gerçek olduklarını düşündüm bugüne kadar?” Çok güzellerdi çünkü, ondan mı?”

Ama artık güzel gözükmüyordu gördüğüm manzara. Koca bir küvet duruyordu karşımda. Suyu sürekli temizlenen bir göl dolusu sudan oluşmuş devasa küvet. Gölde dalları yüzen salkım söğüt biliyor muydu bu durumu? O gerçekti. Görmüştüm. Bahçıvanlar budarlardı zaman zaman, kurumuş yaprakları, ölü dalları temizlerlerdi. Plastikten değildi, gerçek bir ağaçtı. Elbette gerçekti. Büyüyor, yaprak döküyordu. Dekora uygun hale getirilen gerçek bir ağaç. Dekora yakışmadığı düşünüldüğü an öldürülecek bir ağaç. Varlığı kurallara uymasına bağlıydı. Köleydi. Kendi gerçekliğinden şüphe ediyor olmalıydı.

Hiç solmayan, çürümeyen nilüferler, kırpılıp duran dallarını istediği yöne uzatmasına asla izin verilmeyen söğütler, gövdeleri dümdüz olsun diye sopalara bağlı şekilde büyümüş diğer ağaçlar. Gerçek olmak sadece yaşıyor olmak mı? Bu ağaçlar, bu oluşturulmuş göl, kontrol altında tutulan ve belki rengi bile kontrol edilen – artık her şeyden şüphe duyuyordum- , hep üç santim biçilen çimenler de en az nilüferler kadar gerçek dışı değil mi?

O gece sokaklarda gezdim. Her şeye tek tek baktım. Her şey hakkında ayrı ayrı düşündüm. Gerçek ve gerçeklik nedir, kavramaya çalıştım. Değiştirilmiş ve dönüştürülmüş olan şeylerin gerçeklikten uzaklaşıp yeni bir gerçeklik, gerçek olmayan bir gerçeklik kurduklarını gördüm. Neo klasik ressamların oluşturduğu koskoca bir yağlı boya resimdi bu şehir. Biz de o resimdeki figürlerdik işte.

Bütün gece sokaklarda gezdim. Her şeye sanki ilk defa görüyor gibi dikkatle baktım. Süslenmemiş, düzenlenmemiş bir şey bulmaya çalıştım. Bulamadım. Yeni ve bakımlıydı her şey ve ben onlarla kuşatılmıştım. Çöpler bile düzenliydi, temizdi, güzel kokuyordu. Oysa çöplerin çok pis koktuğunu, hastalık saçtığını, sağlığı tehdit ettiğini okumuştum bir kitapta. Ne çok şey okumuştum ve ne çok şeyi anlayamamıştım. Pis koku nasıl bir şeydi pek iyi bilmiyordum. İnsanın hoşuna gitmeyen kokudan daha fazlası olmalıydı.

Güzellik ve düzen midemi bulandırıyordu. Genlerimdeki en ilkel tarafların izleri güçlenmiş, fısıltılar yükselmişti. Vitrin camlarına yansıyan görüntüme baktım. Saçlarıma, makyajıma, kıyafetlerime… “Gerçek olanın üzerini örtmek ve gizlemekte çok başarılıyız.”

Eve döndüm. Soyundum. Kıyafetlerim beni esir almış zincirler gibiydi. Banyodan sonra kurulanmadım. Saçlarıma bakım kremleri sürmedim. Üzerime hiç bir şey giymedim. Kitaplığın önüne geçtim. Dış dünyayla ilgili kitapları aradım. Steril hayatlarımızın dışındaki berbat dünyayı anlatan korku dolu kitaplarının sayısı fazla değildi. Dört tane kitap buldum.

Okudukça çocukluğuma döndüm. Çocukken bu kitaplara çok bakardım. Annem kitaplarda yazanlarla beni korkuturdu. Bunun adına eğitim derdi. Hem korkar, hem de merak ederdim. Annem steril dünyamızı kuran atalarımıza dua etmem gerektiğini durmaksızın hatırlatırdı. Kitaplardaki fotoğraflardan korkmam gerektiğini söylediği için korku duyuyordum. Bana hiç bir şey o kadar berbat görünmüyordu aslında. Fotoğraflardaki insanların kıyafetleri tuhaf görünürdü. Biz eskimiş hiç bir şey kullanmazdık. Bizim hiç bir şeyimiz eskimezdi. Neden eskimezdi? Tuhaf hissettim kendimi. Belki de teknolojimiz çok gelişmişti, her şey yeni kalabiliyordu. Ama fotoğraflardaki insanlar eski giysiler kullanıyorlardı. Saçları taranmamıştı. Ciltleri bizim gibi değildi. Ama yine de gözlerindeki ışıltı büyüleyiciydi. Çocukken de mutlu olduklarını düşünürdüm, şimdi de öyle düşünüyordum. Annem “Onlar hasta, akıl hastası, çıldırmışlar.” derdi. “Ondan öyle bakıyorlar.” Diğer dünyanın insanlarının ne kadar kötü olduklarını, insan ırkının yüz karası olduklarını uzun uzun anlatırdı. Biz kendimizi kurtarabilmiştik. Biz onlardan farklı ve üstündük. Dinlerdim. Anneme çok güvenirdim ama nedense içimde bir yer ona inanmazdı. Büyüdükçe ilgimi kaybetmiştim.

Ama şimdi yine aynı merak kuvvetle geri dönmüştü içime. Onların gerçekliklerini hissediyordum. Varlardı ve aslında hiç kaybolmamışlardı. Dış dünya denilen yerde, dekorlarla önleri örtülmüş de olsalar yaşıyorlardı. Görmediğimiz şeyleri yok saymıyorduk ama işte bazı şeyleri görmeyince olmadıklarını varsayabiliyorduk. Şimdi yine onları merak eder olmuştum. Sanki her şey burada ne kadar gerçek dışıysa, orada da o kadar gerçekti.

Dış dünyaya kapalı olduğumuzu biliyordum. Geçiş yoktu. Bu bizim güvenliğimiz içindi. Tüm iletişim kesikti, kesik olmalı ve kesik kalmalıydı. Yalıtılmışlardı. Bundan onur duymalılardı. Bunun için şükretmeliydiler. Kimseye soramazdı. Tek bir kişiye bile dış dünyaya nasıl çıkılacağını sorsa tüm şehir onun için endişelenirdi. Olumsuz duygulara saplanıp kaldığını, hastalandığını düşünürlerdi. Abartılı ilgi gösterirlerdi. Neşesi yerine gelsin diye partiler düzenlerlerdi. Soramazdı. Sezgilerini dinlemeliydi. “Kafam da bir yer var, ama emin olamıyorum.”

Kafamdaki yer… Ekmek kokusunu takip ettim. Beni hep etkileyen ama diğer kokuların arasında kaybettiğim farklı koku… Beni ancak oraya bu koku ulaştırabilir. Çünkü gerçek olan tek şey o. Ben bile gerçek değilim. Kurgulanmış ve kodlanmış bir canlıyım. Plastik nilüferlerden hiç farkım yok.

Fırına gittim. Fırıncı bana ilgiyle baktı. Onun ilgisini hemen fark ettim. Gözlerinin içine bakmaya başladım.

“Saçlarınız güzel olmuş.”

Upuzun saçlarımı banyodan sonra kremlememiş, taramamıştım. Dağınık ve karışıktılar. Burada yaşayanlar için alışılmadık bir durum. Şimdiden bir sürü insan benim için endişelenmeye başlamış olmalıydı. Gülümsedim.

“Ekmek kokusu her yerde aynı mıdır? Dış dünyada ve burada aynı mıdır bu koku?”

“Ekmek kutsaldır. Kokusu her yerde aynıdır.”

Ben anladım seni, der gibi baktı. Beni içeri çağırdı. Peşinden gittim.

“Senin içindeki göz açılmış. Sen artık iflah olmazsın. Sen artık farkındasın, görüyorsun. Burada artık mutlu olamazsın. Burada kalman artık imkansız.”

“Evet” dedim. Söyledikleri beynimde dönüp duruyordu. “Keşke uyanmasaydım.” dedi içimden biri.

Duvarda koca bir ocak vardı. İçinde ateş hiç sönmüyordu. Yutmaya hazırlanan bir canavar ağzına benziyordu. Ateşe iyice yaklaştım. Yüzüm gerilmeye başladı sıcaktan. Ateş tenimi yalıyordu.

“Dış dünyaya tek bir geçiş var.” dedi. “O geçiş bu fırındır.”

Başka bir yol aramam manasızdı, tek yol bu fırındı çünkü. Fırına girmeli, emeklemeli ve ileriye doğru gitmeliydim. Fırının sonu dış dünyaya açılıyordu.

“Dış dünya ve biz hem çok yakınız, hem de çok uzağız. Bu yol hem çok kolay, hem de çok zor.”

Aklım kesmiyordu. Bu olacak bir şey değildi. Dış dünya ölümden sonra gidilen bir yer mi? Fırında ölecek ve dış dünyaya öyle geçecektim. Ölmeye razı değildim. Vazgeçtim bir anlığına.

Fırıncı ne düşündüğümü anlıyordu. Anladığını gösteren bakışlarla baktı yüzüme. Gözleri simsiyah ve çok derindi. O kolalı gömleğinin altında yine de kendisi vardı. Güven kokuyordu.

“Ateş yakar, yanarsın. Ama yanmak kötü bir şey değildir. Kül olmak savrulmak, havalarda uçuşmaktır. Yükselmektir. Yanarken sen de ateş olursun. Ateşlenirsin. Ondan korkma, güven hatta. Yol almak kolay değildir.”

Korku içimdeki kıyılardan çekildi. Yerini teslimiyet aldı. Bilinmezlik karanlık bir örtüydü. Ona doğru yol almak istiyordu. Artık kalamazdı, çünkü hiç bir şey eskisi gibi olmayacak ve sürmeyecekti.

Kapısı bir fırınla kilitlenmiş bu dünya köşeleri yuvarlak bir kalıp gibiydi. Rengi güzeldi. İnce ve yumuşak silikon kek kalıplarına benziyordu. İnsanı ve hayatı güzel görünen, muntazam şekillere sokuyordu. Bundan kaç kişi şikayet eder? Şikayet eder mi? Bunu hesaplayamıyordu. Bu kalıbın sunduğu her şeyden kaçmak istiyordu. Temiz olan kirliydi onun için. Güzel kokan mide bulandırıcıydı. Harika görünense en çirkindi.

Fırına içimde duyduğum sancının yok olacağına dair bir hisle girdim. His çok kuvvetliydi. Cesaret vericiydi. Ellerimi koyduğum zemin ateş yüzünden kapkara olmuştu. Ellerim ısıyı hissetti, acıyı hissetti. Acıyı dinledim bir süre. Ona baktım. Sonra acı katlanılabilir oldu. Yanacaktım ama yok olmayacaktım. Acı hissedecektim ama buna dayanabilecektim veya dayanamadığım noktada zaten eriyecektim.

Alışıyordum yanmaya. Alışmak soğuk suyun altına girmek gibi, diye düşünmeye çalıştım. İlerledim. Saçlarımın kokusunu duydum. Kanım fokurduyordu. Acı tenimden daha içerilere doğru gitmişti. Her geçen dakika sakinleştim. Fırının sonuna ulaştığımda ölmüş olabileceğimi düşündüm. Uzuvlarımın yerinde olduğundan bile emin değildim. Ateşin içinde erimiştim.

“Belki de kül oldum ve savruluyorum. Ruhum henüz anlayamadı bunu.”

Yanmak hafifletmişti. Üzerimdeki tabakayı yok etmişti. Saçlarım vardı hala aslında. Ama eskisi gibi değildi. Tenim kararmıştı. Gözlerimin rengi artık farklıydı ve çünkü gözlerimin arkasındaki taştan kapı açılmıştı, gözlerim ışık alıyordu artık.

Dış dünyaya baktım. Bugüne kadar gördüğüm dünyadan çok farklıydı. Gökyüzü ve güneş bile farklıydı sanki. Otlar boyumu aşıyordu. Ağaçların hiç biri diğerine benzemiyordu. Çamur vardı her yerde ve çiçekler hem küçük, hem de kokusuzdu.

Yürüdüm. Yoruldum. Acıktım. Terledim. Kirlendim. Her şey alışık olduğumdan farklıydı artık. Duvar yıkılmıştı. Artık oyun ve sahne yoktu. Uzaklardan bir çığlık duydum. Kanı donduran bir acının çığlığı. Steril dünyanın eli dış dünyadan birinin boğazını kesiyordu. Gerçekliğin tam göbeğindeydim. Bu çığlıktan habersiz olmak, bu çığlığı duymaktan daha korkunç, diye düşündüm.

Views: 64

2 YORUMLAR

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz