James J. Martin Amerikan anarşizminin tarihini anlatırken Spooner’in toplumsal sözleşme teorisini reddettiğini anlatır.
Spooner’in dikkate değer hedefi Thomas Hobbes ve bir anlaşmayla bağlı olan kişilerin aslında bir yöneticiye boyun eğme sözleşmesine katılanların olduğu toplumsal sözleşme teorisinin eleştirisini canlandırmayla ilişkilenmesidir. (Martin 1970, 194)
Spooner, Hobbes ya da Locke’u anmamasına rağmen modern okuyucu toplumsal sözleşme teorisi ile her ikisini de ilişkilendirir. Martin, Spooner’in Hobbes’a sert eleştirileri olduğunu biliyor görünürken, gene de öyle ya da böyle bunların Hobbes’un yaptığından daha fazla Amerikan Devrimi’nin altında yatan düşünceleri çok daha fazla etkileyen Locke’a bütünüyle uygun olması farklı bir sorundur.
Hobbes’a göre ([1651] 1981, 185-86) doğanın durumu, savaş gerçekten de gündemde olmasa dahi, başka insanlara karşı bitmeyen bir savaştır. Bu çatışmayı bitirmek, çatışmaya ve belirsizliğe son vermek için insanların bazı haklarını feda etmek konusunda hemfikir olmaları gerektiğini iddia eder. İktidar, bundan dolayı, onun gelişmesini toplumsal sözleşme yoluyla doğal durumdan uygarlığın en düzenli biçimine geçişini açıkladığı gibi devamlı bir şüphe, kaygı ve savaş için bir kuvvet olur.
Doğal durumla temsil edilen basit bir toplumda, insanlar kendilerinden sorumludurlar. Eğer onların yiyecek ve giyeceğe ihtiyaçları var ise giderler ve bu konuda işe yarayacak uygun şeyleri bulmaya çalışırlar. Bu, bir ceylanı öldürme ya da elmaları toplama ya da su kaynağını keşfetmeyi gerektirebilir. Komşudan bir şeyleri almak da gerekebilir. Hobbes’un sözleşmesi takip edildiğinde; dizginsiz biçimde yaşama hakları olduğunda insanlar sadece dışarı çıkar ve uygun olan ne varsa onu yaparlar. Bu anlaşmayı imzalayarak insanlar kendilerini egemenliğin özneleri haline getirirler. Bir toplumsal sözleşme zorlama olmadan çalışmayacaktır. Bundan dolayı imzacılar kendi iktidarlarını tüm vatandaşları itaat ettirerek korkutacak olan, korkunç hayvan Leviathan olan devlete verirler. Hobbes monarşiye inansa da teori, başka tip iktidarlar için de çalışır. Dahası egemen olan tüm iktidara sahip olsa da vatandaşlar adına güvenlik ve huzuru sağlamış ve kurmuş olmalıdır. Hobbes, eğer egemen bir zorbaya dönüşürse, bir problem olacağının farkındadır (Hobbes [1651] 1981, 238).
John Locke, Two Treatises of Government’te (Hükümet Üzerine İki İnceleme) Hobbes’un ilacının iyileştirmeye çalıştığı hastalıktan daha kötü olduğunu açıklar:
Bu Sansarlar ya da Aslanlarca kendilerine yapılan şeytanlıklardan kaçınmaya özen gösteren insanların aptal olduğunu düşünmektir fakat Aslanlar tarafından yok edilme, Güvenliğini düşünme korkusu bunu yerine getirir (Locke 1965, 372).
Kimi yazarlara göre Hobbes’daki Doğal durum ‘varsayımdır’ (Macpherson 1962, 18-20) ya da ‘yöntemsel bir araçtır’ (Lemos 1978, 3). Alternatif olarak Hobbes ve Locke’un her ikisi de göz önüne getirildiğinde gerçek Amerikalı yerli toplumlarını düşünüyor olabilirler. Hobbes gibi Locke (1965, 397) da “kötü şartları” terk etmek arzusundadır. Herhalükarda o doğal durumun zorunlu olarak savaş durumu olduğuna inanmaz. Daha iyimserdir. Hatta bankalar ve diğer ekonomik kuruluşların sözleşmeden önce faaliyet gösterebileceğine de güvenir. Hobbes gibi Locke da örgütlü bir topluma girdiğimizde özgürlüğümüzü bırakmamızın kabul edilebilir olduğunu düşünür. Hobbes gibi Locke için de sürece iki sözleşmenin dahil olduğu anlaşılabilir. Birincisi doğal durumu bağdaştırarak terk etmek ve ikincisi yeni rejime rıza gösteren vatandaşlar ve iktidar arasında bir anlaşma olmasıdır. Goldsmith (1966, 140) bunun Pufendorf ve Rousseau da dahil Locke gibi toplumsal sözleşme teorisyenlerinin ortak noktaları olduğuna işaret eder. Gene de bu çerçevenin Hobbes’un teorisine pek uygun olmadığı tartışılabilir. Onun modelinde egemen olan ikinci sözleşmeye taraf değildir.
Yukarıda belitildiği gibi Hobbes’dan farklı olarak Locke tek bir egemenin idaresinde çözümü tanımlamaz. Locke’a (1965, 369) göre bir tiranın varlığı halen doğal durumda yaşayan insanlara işaret eder. Hobbes’dan farklı olarak Locke’ göre insanlar sadece güvenlik değil mutluluk ve mülk de arzu eder ve bir sözleşme bunu da düzenleyecektir. Locke, Hobbes’un aksine, tüm meşru iktidarların dayanağı olarak rızaya vurgu yapacaktır.[i]
Geçen yıllarda politika teorisyenleri İskoç felsefeci David Hume’ün politik fikirlerine daha bir dikkat vermeye başladılar. Bunun merkezinde Hume’ün toplumsal sözleşme teorisini reddedişi vardır. İlginçtir ki Hume’ün yakın zamanlarda yeniden vurgusu yapılan fikirleri bir şekilde Spooner’ın pek fazla bilinmeyen fikirleriyle benzerlik gösteriyor.
“Of the Original Contract” (Gerçek Sözleşme Üzerine) denilen denemesinde Hume toplumsal sözleşme teorisine ait olan iktidarın rızaya dayandığı fikrinin abartılı olduğunu tartışır. Son zamanların iktidarlarının rıza oluşturularak meydana geldiğini fakat bu uyumun kesinlikle sınırlı olduğunu iddia eder. Hume 1689’un Muhteşem Devrimi’ne dair konuşur – ki Locke ve diğerleri etkilemeye çalışmışlardır – ve zamanında Britanya’da on milyondan fazla insanın yeni monarklar olan William ve Mary’nin getirilme kararına katılmadıklarına dikkat çeker. Diğer iktidarlar her nasılsa rıza fikrine dahi sahip çıkmazlar:
Dünyanın büyük bir bölümünde politik bağlantıların gönüllü bir kabulle ya da ortak bir söz verme ile kurulduğuna dair konuşursan, sulh yargıcı seni kışkırtıcı biri olarak kısa zamanda tutuklayacaktır (Hume 1994, 189).
Gerçekte ise, der Hume, geçmişte pek çok iktidar muhtemelen dış düşmana karşı direniş örgütlemek için savaş çıkardı. Ayrıca 1689’un İngiliz monarşisi rızaya dayalı olsa dahi, bu her çağdaş iktidarın rızaya dayalı olduğu anlamına gelmez. İtaat ya da boyunduruk altında olma çok tanıdık oluyor. Pek çok insan asla onun nedeni ya da kökenine dair bir soruşturmayı asla yapmıyor (Hume 1994, 189). Bunun özellikle İran, Çin, Fransa ve İspanya için doğru olduğunu söylüyor Hume. Muhtemelen daha liberal milletler olan İngiltere ve Hollanda için de doğrudur. Çoğunluk örnekleri göstermektedir ki rıza, iktidar için önemli bir temel olamaz (189).
Gerçekten de Hume, demokrasi idealist bir çerçevedir, der. Tüm insanların onlar için neyin en iyisi ve neyin çıkarlarına olduğuna karar verebilecek yeteneğe sahip olduklarını varsayar. Fakat bu böyle değildir. Pek çok vatandaş politik karar alma süreçlerine katılmak istemeyebilir:
Adil bir iktidarın insanların rızasından ortaya çıktığını söylediğimizde kesinlikle onların hak ettiklerinden ya da bizden beklediklerinden ve istediklerinden daha fazla onere etmiş oluruz (Hume 1994, 194).
Böylece eğer biz iktidarı rızaya dayandırmaya oturtursak çağdaş rejimleri meşrulaştırabilmek için düşük seviyede bir engel yeterli olacaktır. Örneğin, bir şekilde yasalarını ve idarecelerini kabul etmeye mecbur bırakılmış bir kişinin bir ülkeyi terketmemesini tartışmalıyız. Gerçekten de Hume politik iktidarın gerçek doğasının iktidardan bir belge almaksızın – başka biçimde ise pasaport olarak bilinir – hiç kimsenin ayrılabilememesi olduğuna dikkat çeker (193).
Nihayetinde politik zorunluluk sorusuna Hume’un çözümü insanların otoriteye itaat etmesi gerektiği şeklindedir. Çünkü eğer itaat etmezlerse, toplum zarar görebilir ya da iktidar yıkılabilir. Sir Ernest Barker’ın (1960, xlii) gözlemlediği gibi bunun “en azından pek çok politik teorisyen için anlamlı bir cevap olması zordur.”
STEVE J. SHONE, Department of Political Science University of Northern Iowa
Çev: Alişan Şahin
Not: Bu seri makalenin bütünü Anarchist Studies’in 15 Vol. 2 sayısında yayınlanmıştır.
[i] Locke’a göre rıza kavramının kesin anlamı yoğun bir tartışmanın konusudur. Örnek için Call 1998, ve Morland ve Hopton 1999 arasında bu dergideki tartışmaya bkz.
Views: 59