Melameti Sufiliğin Ahlak Anlayışı ve Dağdaki Vaaz – III

0
983

Sülemî Tarafından Kaydedildiği Şekliyle Melametiyenin 45 Prensibi[1]

Onlar ibadetleri izhar etmeyi şirk, batıni açığa vurmayı da irtidat sayar.

Onlar, kendilerine lütuf olarak verilen şeyleri kabul etmeyip, (nefsi aşağılamak için) onu boyun eğerek talep ederler. Zira onlara göre kullukta şöhrete yer yoktur.

Onlar insanların haklarını sahiplerine verir ve fakat kendi hakları peşinde koşmazlar.

Onlar, dünya malına düşkün kişiye, sahip olduğu mal ve serveti harcayarak nefsi baskı altına almak suretiyle onu zor durumda bırakmayı tavsiye eder. Eğer böyle yaparlarsa o zaman nefs, yapılan cömertlikten de kendine pay çıkaramayacaktır.

Onlar halkın kendi salih amel ve mistik deneyimlerinden haberdar olmaları halinin övgüden çok küçümsenme konusu olacağına inanır.

Onlar kendilerine eziyet edenlere yumuşak davranır, onlara karşı saygıyı yitirmezler, boyun eğerler, bu insanları yaptıklarından ötürü mazur görürler. Onlar kibar davranır ve insanlara kendilerine davranıldığı tarzda karşılık vermezler.

Onlar nefsi, ister karşılık versin, ister yüz çevirsin, ister itaat etsin, isterse de isyan etsin her durumda sürekli itham eder. Nitekim nefsten biraz olsun duyulan memnuniyet kesinlikle ona meyletmek demektir.

Onlar nefsin kibirlenmesini, insanı aldanmaya sürükleyecek bir husus olarak görür. O nedenle nefs titizlikle gözetim altında tutulmalıdır.

Onlar insanların arasında iken daha ziyade basit ve sıradan şeyler yaparak gerçek hallerini gizler; zahir ve batındaki huzurlarını koruyabilmek için insanların kendilerini kınamalarını arzu ederler ve yaşadıkları cem halinden ziyade Allah’tan uzak olduklarını göstermeye çalışırlar.

Onlar dini emirleri yerine getirmekten lezzet almaya karşıdır çünkü bunun ruhu öldüreceğini düşünürler.

Onlar, Allah’ın kendilerine verdiği emanetleri yüceltir, kendilerinden kaynaklanan amelleri ise küçük görürler.

Onlar, “Allah, müminlerden canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır.” (Tevbe, 9: 111) ayetinde geçtiği gibi, canlarının kendilerine ait olmayıp, Allah’ın satın aldığını ifade eden bu ilkeyi benimsemişlerdir.

Onlar, bilginin nihai amacının Allah’ın iyi, nefslerinin ise kötü olduğunu düşünmek olduğunu savunur.

Onlar, bir üstadın eğitiminde olmayı ve marifet ve ahvale dair tüm konuları onun rehberliğinde araştırmayı gerekli görmektedir.

Onlar, nefsin hoş gördüğü ve kendisine bir değer atfettiği amelleri batıl ve değersiz görür; tenhada ve görünmeden yapılan amelleri makbul sayarlar.

Onlar nefslerini kusurlu ve halkı içinde bulunduğu durumdan dolayı mazur görmektedir.

Onlar hüsn-ü edeb ile vakti halka karşı koruyarak ve zahir olan hallerini gizleyerek kalbi tamamen Allah ile meşgul etmek gerektiğini savunur.

Onlar kulluğun temelinde iki kusur olduğunu iddia eder: Sadece Allah’a muhtaç olma hali ve Hz. Peygamber’i en güzel şekilde örnek edinmek.

Onlar, nefsi düşman edinme ve ondan asla razı olmama gereğine inanır.

Onlar kişinin amelleriyle övünmesinin çok bayağı ve boş kuruntudan ibaret olduğuna inanır. Zira kendisine ödünç olarak bulunan bir şeyle nasıl övünülebilir ki?

Onlar ilim hakkında konuşmayı, onunla övünmeyi ve ehli olmayana Allah’ın sırlarını açıklamayı terk etmek gerektiğine inanır.

Onlar sema esnasında musiki dinlemeye, sadece kişinin (Allah’a olan) hürmetini artırmak için ve o kişi sema esnasında yalnız bir haldeyse buna izin verilebileceğini savunur.

Onlar fakrın sadece Allah tarafından bilinen bir sır olduğuna inanır. Onlara göre kişinin fakrını izhar etmesi ve bu konuda kardeşlerinden ayrılması sayıca çok olan yoksulların derecesine düşmesi demektir.

Onlar, halktan farklı bir kıyafet giymemek ve dış görünüş itibarıyla onlara benzemek gerektiğini benimser.

Onlar diğer insanların kusurlarıyla ilgilenmemeyi esas olarak kabul eder. Çünkü onlar sadece kendileriyle meşguldür. Onlar nefsin kusurlarına karşı teyakkuzda olmak ve nefsi ıslah etmeye çalışmak gerekliliğinin üzerinde durur.

Onlar başkasına bir şey veren kişinin, verdiği şeye bir değer atfetmemesini benimser. Çünkü bunu o kişiye veren Allah’tır ve veren kişi onu hak sahibine vermektedir.

Onlar, ancak cahil bir kulun, yapmış olduğu fiilin ve salih amelin, kendisine Allah’ın ihsanını elde etmeye hak kazandırdığını düşünebileceğine inanır. Onlara göre, marifet makamına ulaşmak, Allah’tan gelen her ihsanın kendi kazanımının bir gereği olmayarak geldiğini bilmekle mümkün olur.

Onlar kişinin, kardeşinin ayıbını açığa çıkmadıkça görmemesi gerektiğine inanır.

Onlar, Allah’ın, ne onun ve ne de halk nazarında bir makam ve varlık edinmemiş kişiden ve zor durumda olandan başkasının edeceği duaya karşılık vermeyeceğine inanır. O zaman kişi salih amel ve manevi tecrübelerine güvenerek değil, boyun eğerek ve acz içinde Allah’a yönelir; onun Rabb’ine dönüşü mal mülk ve mistik tecrübe gibi her şeyden arınmış bir dönüştür. İşte o zaman onun duası makbuldür ve bu duanın kabul olması umulur.

Onlar, (Allah’ın rahmetinin bir tezahürü olan) gaflet halinin, vaktini mücahedeyle geçirenlerin hakkı olduğuna inanır.

Onlar, dünyevi işlere dalmanın insanın ahiretini kaybetmesine neden olacağını; kaderin gidişatına uymanınsa ahiret mutluluğuna işaret ettiğini benimser.

Onlar hizmet edilmeyi, hürmet görmeyi ve insanların, kendilerine değer vermesini hoş görmez. Onlara göre bu şeyler kölelerin değil, özgürlerin hak ettiği hususlardır.

Onlar, müminin firâset konusunda temkinli olması ve asla firâset iddiasında bulunmaması gerektiğini savunur.

Onlar müminin, kardeşlerine gece bir aydınlık, gündüz de bir asa olması gerektiğine inanır.

Onlar, ilmi çok olan kişinin amelini az, ilmi az olanın da amelini çok gördüğünü düşünür. Bunun anlamını Ebû Hafs Haddâd’a soran Ebû Osman Hîrî ondan şu cevabı almıştır: İlmi çok olan kişi, ameli çok olsa bile bunları kifayetsiz gördüğünden az olarak kabul eder. İlmi az olan kişiyse yetersizliğini ve eksikliklerini göremediğinden az olan amelini bile çok değerli kabul eder.

Onlar, kulağın işitmesinin, gözün müşahedesine üstün gelemeyeceğini savunur. Yani, insanın nefsi hakkında işittiği övgü, nefsine dair bildiği ve gördüğü kusurlarını ve onun afetlerini örtmemesi gerekir.

Onlar, ilim ve işaretlerin incelikleri hakkında konuşmak, bu tür hususlara fazla girmemek ve fakat bu konularda emir ve nehiy sınırlarını gözetmek gerektiğini benimser.

Onlar tevekkülü, (ameli) sadece Allah’ın görmesi, (rızkın ondan) beklenmesi ve (nefisle mücadelede onun) yardımcı olması anlamında yorumlar.

Onlar, keramet ve harikaların ifşa edilmemesi gerektiğini kabul eder. Zira onlara göre bu, istidraç ve Allah yolundan ayıran hileler olarak değerlendirilir.

Onlar sema, zikir ve ilim meclislerinde musiki dinlerken ağlamayı terk etmek gerektiğine inanır. Ebû Bekir el-Vâsıtî der ki: “Ağlamadan aldığın lezzet, ağlamanın karşılığıdır.” Ebû Osman Hîrî ise bu görüşe karşı çıkarak, hüznü artıracak olan ağlamaya müsamahayla bakmıştır: “Ağlamak insanı yatıştırırsa buna izin verilebilir. Ancak ruhu eriten ve vücudu harap eden bir ağlama ise bu onun dışındadır.”

Onlar, kişinin ölüm gününde evinin, hayatı boyunca yaşadığı ve benimsediği fakr halini yansıtması gerektiğini düşünür. Bu nedenle onun evi, öldüğü zaman önceki fakirlerin durumu gibi olmalıdır.

Onlar, mahlûkattan birisine yönelerek onlardan yardım istememeyi benimser. Çünkü belki kendisine başvurulan kişi de ihtiyaç içindedir hatta o, senin bilmediğin ve daha önemli bir ihtiyaç hali içerisinde olabilir.

Onlar, dualarından biri kabul olununca, bunun kendilerinin aldanmasına yol açabilecek bir hile olduğunu düşünerek, üzülüp endişeye kapılır.

Onlar, (başkasından gelen bir) rızkı, içinde zillet varsa kabul, izzet-i nefs varsa reddeder.

Onlar gerçek arkadaşlığı, kardeşine kendi malından bolca vermek, onun malına göz dikmemek, ona insaf etmek ve fakat ondan insaf beklememek, ona uymak, onun kendine uymasını istememek, onun verdiği sıkıntıya katlanmak, ona saygısız davranmamak, sana yaptığı az iyiliği çok görmek ve fakat ona yaptığın iyiliği azımsamak şeklinde tanımlar. Sülemî bu konuda verdiği malumatı, eğer bu devirde bir peygamberimiz olsaydı -ki bu ihtimal Muhammed’in kendisinin, peygamberlerin mührü olması itibarıyla imkânsız hale gelmiştir- o, büyük ihtimalle bir Melameti olurdu, anlamındaki bir iktibası ile bitirmektedir.

Morris S. SEALE

Çev. Dr. Ali BOLAT


[1]     Bu çeviri, Sülemî’nin anılan eserinden özetlenerek yapılmıştır. Ancak, çeviride herhangi bir temel esasın atlanmadığı da unutulmamalıdır.

Views: 148

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz