Esenler Otogarı’nda toplanan mültecilerin bir kısmının camiye alındığını ve orada tutulduğunu, bir kısmının ise otogarın çeşitli yerlerinde kaldığını duyduğumda ben de oraya gittim. Elimde ne varsa götürdüm, bir kaç arkadaştan da acil ihtiyaçları talep ettim. Araba tıka basa doldu. Resmi mülteciler camide hapisti ama onlara yemek veriliyordu, tuvaletleri vardı ve bir çatının altındaydılar. Dışarıdakilere ise yemek verilmiyordu, açıktaydılar, altlarına serecekleri örtüleri yoktu ama kilitli bir kapının ardında değillerdi. Hepsi şaşkındı. Sadece sınıra varmak istiyorlardı.
O gece ve orada kaldıkları diğer geceler insanlar onlara destek vermek için yanlarında kaldı. Otogarda bulundukları zaman içinde onlara yardımcı olmaktan başka bir amaç yoktu. Bu daha çok bir eşlik etme durumuydu. Birinin eve girene dek arkasından bakmak, karşıdan karşıya geçerken koluna girmek gibiydi. Bunun dayanışma olduğunu düşündüm. Onların hikayesini bilmesek de ve gelecekte neler olabileceğini tam olarak kestiremesek de, sokakta uyumak zorunda olmanın ve belirsizliğin, mülteci olmanın ne demek olduğunu çok iyi anlamasak da hepimiz orada yol arkadaşlığı yapmaya çalıştık. “Seni görüyorum ve sana destek olmak istiyorum. Yaşadıklarına tepki duyuyorum.” demenin bir yoluydu bu. Bir süreçti ve onların istediği gibi sonuçlanma ihtimali vardı. Sonucu etkilemeye güç yeter miydi, belki çok fazla sayıda insan dayanışmaya gelseydi yeterdi, belki yine de yetmezdi. Ama orada battaniye, yiyecek ve bebek bezi dağıtıyorken biz yine de onların koluna girip karşıya geçene dek kollarından çıkmak istemeyen insanlardık. “Sizin bir derdiniz var ve biz yaşamadığımız bir şeyi tam olarak bilemesek bile bu dert bitene dek şimdi biz, sonra başkaları yanınızda yürüyecek” demekti tüm bunlar. Eşittik, sadece onlar zor günler geçiriyordu ve biz bu durumda sonucun istedikleri gibi olmasını umut ederek derenin üstündeki taşlardan atlaya atlaya geçmeleri sırasında “Aman düşme, bana tutun” diyenlerdik.
Sonra otogardaki mülteciler dağıtıldı. “Asla kampa gitmeyeceğiz, direneceğiz ve gerekirse öleceğiz, sadece sınıra varmak istiyoruz” diyorlardı. Bir sürü sebepten bu dirençleri kırıldı. Bir kısmı belki de bezmişti o şartlardan, bir kısmı da kampa misafirhane denmesine ve Avrupa’dan haber gelince hep beraber ve kolaylıkla yolun sonuna ulaşacağına inanmak istemişti ve gönüllü olarak kampa giden araçlara binmişti. Bir kısmı inatçıydı, “Yürürüz” dedi. “Hadi, bu kez yolda eşlik edelim” dedi insanlar. Sınıra vardıklarını görmek, yürürken yaşayacakları durumları kolaylaştırmak isteyenler vardı. Ama yürüyüş devam etmedi ve maalesef onlar da çeşitli kamplara zorla götürüldü.
Dayanışma duygusu harekete geçmiş olanlar sonrasında da birarada kaldılar. Ortada bir mülteci problemi vardı. Kamplarda neler yaşandığını bilmiyorlardı. Ama dışarıda kalan, şehirde yaşayan, günlük hayat içinde karşılaşılan bir sürü mülteci ile dayanışma içine girilebilirdi. Evi olmayan da vardı, dilenen de, çalışıp parasını alamayan da.
Şehir Görünmez Kılınan Mültecilerle Dolu
Şehir yaşamı içinde mültecilerle çeşitli şekillerde karşılaşıyoruz. Bu karşılaşmalar genellikle kısa süreli oluyor. Yanımızdan geçiyorlar veya durdukları yerin önünden, arkasından biz geçiyoruz. Bazen bir şey veriyoruz, bazen kısa süreliğine öylece bakıyoruz, para için ısrar eden çocukları başımızdan savmak için yöntemler geliştiriyoruz. O kadar çoklar ki, birine versem diğerine de vermem gerekir, diye düşünüyoruz. Belki bir iki kelime konuşuyoruz. Onlar bu şehrin bir parçası oldu. Kızıyoruz, kızmıyoruz, üzülüyoruz, acıyoruz, “Savaş ne berbat bir şey” diyoruz ama onlara pek temas etmiyoruz. Bir tepsinin yağlanması gibi bu şehre sıvanmış durumdalar. İncecik bir katmanlar ve sadece ışıkta parlıyorlar, onun dışında görünmüyorlar. Görünmez duruma getirildikleri zaman kimsenin uzun süreliğine rahatsızlık duymayacağı bir hale gelmişler. Bir anlık karşılaşmaların önemi yok, sonuçta geçip gidiyorlar ve hayatlarımızda kalmıyorlar.
Görünmez kılınan mülteciler bazı yerlerde görünür oluyorlar aslında. Ama bunun için onların yaşadıkları yere gitmek gerekiyor. Oysa yaşadıkları yerlerden, sokaklardan orda yaşayanlardan başka kimse geçmiyor. Görünebildikleri yerlere gitmiyoruz, ilgimizi çekmiyor, belki de oralardan korkuyoruz, bizim ait olduğumuz yerler değil oralar.
Destek, Dayanışma ve İyilik Aynı Şeyler Değil
Şehirde yaşayan mültecilere de yardım etmek gerekmez mi? Elbette. Onlarla da dayanışma içine girilebilir mi? Mesela kadınlara, çocuklara ihtiyaç duydukları küçük şeylere ulaşamadıkları zaman ihtiyaç duydukları şey uzatılsa, iyi olmaz mı? O gün için pişirecek yemeği yoksa, bebeğin bezi bittiyse, çocuklar gece üşüyorsa, çamaşırlar bir türlü kurumuyorsa ve yedek çamaşır yoksa o günü hatta o an’ı değiştirecek bir yardım, küçük ve basit gözükse de, çok kıymetli değil midir? Hani vardır ya herkesin hayatında, bir anda bir şey olur, bir şey değişir, Hızır yetişmiştir. Sonrasını zaten kendin çözebilecek hale geliverirsin veya en azından şöyle bir moral bulursun, çözüm bulunacağına inanırsın. Bu az bir şey mi?
İnsanın yardıma ihtiyaç duyduğu her hangi bir anda birinin çıkıp gelmesi ve ona bir şey sunması müthiş bir şey. Buna iyilik yapmak denilebilir elbette. Ama destek olmak denilebilir mi? Bence hayır. Destek, adı üstünde ayakta tutmak içindir. Ağaç düşmek üzereyken bir destek koyarsın, ağaç büyüyüp kuvvetlenene dek o desteğe yaslanır, sonra yürür gider, destek atıl olur. Ya da duvar yıkılmasın diye destek yaparsın ve o duvar var olduğu sürece o destekle varolur. İşte böyle bir şey destek, “Hadi sana üç gün, ayağa kalktın kalktın, sonra çekeceğim desteği.” denilebilir mi?
Sürekliliği olmayan bir yardım destek değildir. Peki dayanışma denilebilir mi? Ayn duruma, aynı şartlar altında, aynı tepkiyi göstermeden, ortak bir şey yaratmadan dayanışma nasıl olabilir? Belki herşeyini bırakır, yardıma ihtiyacı olan kim veya neyse onunla o durumu beraber yaşar ve çözüme ortaklık eder, hatta onun çözüme giden yolunda baştan sona yanında olursan veya işte sınıra gitmek isteyenler gibi yolun çeşitli aşamalarında yol arkadaşlığını sürdürebilirsen dayanışmış olmaz mısın? İyilik bambaşka bir şeydir. İyilik bir andır, iyilik bir kısa zamandır. İyiliği yaparsın ve biter. Belki sonra üzerine bir kaç iyilik daha yaparsın. Ama hepsi zamanın içindeki bir alanda parlayıp söner.
Bir İyilik Hareketinin Yarattığı Dayanılmaz Karmaşa
Evet, ben de iyilik yaptım. Şehirde yaşayan mültecilerin tanık olunması bile çok ağır olan yaşamlarına perdeyi kaldırıp şöyle bir ucundan baktım. Uyudukları yerleri gördüm. Yabancı bir çevrede, bambaşka bir kültürün içinde dibe doğru usulca inen birer taş gibi hepsi. Nasıl ki ekosistem değişince her şey çöküyor, dağda yetişen bir soğanlı bitki bile tüm koşulların elverişli olduğu başka bir yerde yaşayamıyorsa, penguenler kutupları, kartallar dorukları seviyor, yükseklere çıkıldığında ağaçlar bile başkalaşıyorsa bir insanın yaşadığı yerden, alıştığı iklimden, bildiği tatlardan, rutinlerinden mecburen çıkması, başka diyarlara düşmesi aynı etkiyi yapıyor. Bakınca formundan bir şey kaybetmemesi, yaşamaya devam etmesi hiç bir şeyin göstergesi değil. Zira tıpkı şehirdeki mültecilerin görünmez yaşamları gibi, bu değişim de görünmüyor ama onların içinde türlü yaralar ve dönüşümler yaratıyor. Onlar bu coğrafyaya adapte olamıyorlar, hele bu koşullarda adapte olmalarını sağlayacak hiç bir uygun koşul bulunmazken sadece travma üstüne travma yaşıyorlar.
Onların yaşadığı yerde oturan biriyle sohbet ettim. İlk geldiklerinde onlara bir ev bulduğunu, türlü yardımlar yaptığını anlattı. Ama bebek bezlerini evin önüne atıyorlarmış. Makarna veriyormuş, çöpe atıyorlarmış, çok pislermiş. Şeker veriyormuş ama bir fincana yirmi kaşık şeker atıyorlarmış, olmazmış ki öyle. Bakmış ki onun istediği kıvama gelmiyorlar, o da nefret etmeyi seçmiş. Köyden gelen bir aileden söz ediyordu. Belki köyünde, hatta belki değil kesin öyle, bebekler hazır bez kullanmıyordu. Belki çamaşırları derede yıkamak adetleri vardı, büyük kazanlar kaynatıyorlardı. Hiçbir paketli ürün kullanmadıkları için çöp tenekesi diye bir şey kullanmıyorlardı. Evet, belki de hiç tuvaletleri yoktu, evlerinin arkasında bir orman vardı. Onların içtikleri çay başka ve Türk çayı sevmiyorlar, hiç içmemeyi tercih ediyorlar. Benim annem de meşrubat içemiyor mesela, bu kimseye garip gelmiyor ama Suriyelilerin kaçak çay içmek istemesi çok garip geliyor. Acaba ezilmiş, zor duruma düşmüş insanların her şeyi koşulsuz kabul edip üzerine minnet duyması gerektiğine mi inanıyoruz? Onların davranış biçimlerinin hiç biri bana tuhaf gelmiyor. Çünkü onlar orada nasıl yaşıyordu bilmiyorum. Belki tam benim dediğim şekillerde olmasa da onların da mutlaka çeşitli çözümleri, bir takım alışkanlıkları, bazı normları vardı ve orada olup burada olmayan koşullar söz konusuydu artık. Şimdi buradaki bu farklı yaşamın içinde çırpınıyorlar. Her taş kendi yerinde ağır değil midir?
İyilik meselesine geri dönmek gerekiyor. Ucundan kıyısından şöyle bir baktığım hayatların içinde özellikle kadınların ve çocukların en çok ihtiyaç duydukları şeyleri temin edip onlara ulaştırmaya çalışan ve bunun için başka insanlara da çağrıda bulunan bir grupla birlikte hareket ederek bir iyilik hareketi içine dahil oldum. İyilik yapmadan önce gidip görmek, tanışmak, biraz sohbet etmek ve hatta bir kaçı ile biraz daha fazla yakınlaşmak imkânım da oldu. Zor yaşam koşullarına tanıklık ettim. Penceresi olmayan odalarda, dayanılması zor kokular içinde, nem ve rutubetten kabarmış, rengi değişmiş duvarlara yaslanarak oturduklarını gördüm. Mutfaksız, banyosuz, tuvaletsiz yaşanılabildiğini, bebeklerin altı bezlenmeden de büyüyebildiğini, yalınayak geze geze ayakların değiştiğini artık biliyorum. Boş alana yakılan ateşin olduğu yere mutfak dendiği, sadece döşek ve battaniyelerin bulunduğu tek odanın ev olduğu, yastık bulmanın mucize gibi bir şey sayıldığı hayatlar yaşanıyor. Kadınlar şampuan istiyorlar ve nerede banyo yapıldığını sorduğumda bir bahçe hortumunu gösteriyorlar. Bu insanlar geldikleri yerde böyle mi yaşıyorlardı? “Çok pisler.” diyenlere kızıyorum. Ben buna asla inanmıyorum. Çünkü sahip oldukları tek şey olan döşekleri öyle güzel istifliyorlarki kenara ve sabun bulunca öyle seviniyorlarki bu koşullarda ancak bu kadarının olabildiğini seziyorum. Kadınlar her zamanki gibi en zorunu yaşıyor. Gerçekten direniyorlar ve yaşıyorlar.
Mültecileri Anlamak, Mülteciliği Bilmek
İnsan temas kurduğu vakit anlıyor. Temas kurmadan ise daha azını anlıyor. Bilmekse bambaşka bir şey.
Bilmek için o durumu tecrübe etmek gerekiyor. Bilmek yaşanılanı gözlemekle olacak şey değil, bizzat yaşayınca olacak bir şey. Her gün orada olsan bile o hayat senin hayatın olmadığı müddetçe asla bilinemeyecek bir şey bu. Tadına bakmadığın biber ne kadar acı olursa olsun seni yakmaz.
İşte bu hal eşitsiz bir durum yaratıyor. Tuzu kuru olan iyiliksever insanlar, durumdan acı çeken, durumu değerlendiren, zorlukları gayet iyi gören, zaman zaman bu durumda nasıl yaşanabildiğine akıl erdiremeyen insanlar böyle bir durumda hep bir basamak yukarıda kalıyor ve aşağıdakine yapmak istemese bile yukarıdan bakıyor. Yapacağı iyiliği, mesela bir gıda yardımı diyelim, alacağı ürünü, onun markasını, miktarını o belirliyor. Bu yardımı yapacağı kişiyi de o belirliyor. Ne zaman yardımı yapacağını, önceliği kime tanıyacağını iyiliği yapan kişi biliyor. “Hadi gel seni istediğin yere götüreyim, istediğin kadar al, istediğin zaman gidelim” diyen var mıdır acaba? Limitsiz olsan bile o iyilik o verilenler bitene dek geçerlidir ayrıca.
Dilencilerle ilişkimin karmaşıklığını bir şekilde düzelttikten sonra mültecilere yapılan yardımla tekrar bir karmaşaya düştüm. Dayanılması zor durumlar karşısında katkı sağlamak ve vesile olmak beni rahatlatmadı. Yapılan şeyin kısa süreli çözümler üretmesi, mesela iki kilo şeker verince her şeyin hallolmaması ve bunu bilmemle ilgili bir durum değil bu. Yukarıda olmak durumunu burada daha net bir biçimde hissettim. Yüzlerce insana aynı anda ve adaletli bir şekilde yardım yapmak mümkün olamadığı için içlerinden bazılarını seçmek zorundaydım. Peki, tam o anda, belki de küçük bir çocuk veya o şeye en az verilen kişi kadar ihtiyaç duyan bir başka kişi çok üzüldü ise, çocuk için daha fazlası travmatik bir an yaşanmasına sebep olundu ise yapılan iyilik sorgulanmalı mıdır? Ya böyle olduysa, diye düşündüm, uzaktan bize bakan bir çocuk çok hüzünlü göründü gözüme.
İstanbul’daki tüm mültecileri bırakalım bir mahalledeki tüm mültecilere aynı anda yardım edememenin ve seçmek zorunda kalmanın çok kötü bir duygu olduğunu söylemek istiyorum. Herkesin ihtiyaçlarının aynı olmama durumu da var. Benim için sabun ihtiyaçtır. Öbürü aylardır yemediği peyniri özlemiştir. Diğeri için kış gelmeden soba bulmak her şeyden önemlidir. Oysaki yardımlar genellikle standart oluyor. Verilen bir litre ayçiçek yağından sonra edilen dualar insana çok da iyi gelmiyor. “Keşke bir şey demeseler” diye düşündüm, bir şey verdiğimde, mesela kullanılmış bir battaniye. “Her şekilde çok daha iyi şartlarda yaşadığı belli olan insanlar vicdan aklıyorsunuz siz” deselerdi daha iyi olurdu belki de. Vicdan aklamak değildi aslında, en azından benim için öyle olmadığına eminim, bir minik fayda, bir küçük hediyeydi verdiğim her şey. Ama ben adaletsizliğin simgesi gibiydim orada ve onların ortamında bunu yüzlerine çarpıyordum. Benim için utanç verici miydi her şey? Bir yandan iyilik yapmanın hazzı, diğer yandan insanın içinden fısıldayan gerçekler.. Ah ne karmaşık her şey.
Yardım Etmenin Haz Veren Büyüsünü Bozmak Lazım
Bazıları için böyle durumlar, zor yaşam koşulları çok önemsiz, hayatlarının hiç bir yerine dokunmuyor. Bazılarının vicdanını sızlatıyor ve o sızı dayanılmaz olunca da iyilik hareketinin içine girmek, ama çok da dahil olmadan bu sızıyı geçirmek istiyor. İyiliği yapmak ama temas kurmadan yapmak üzerine de düşündüm bu esnada. Greenpeace’e çok kızarız ya hani, ekoloji mücadelesi verenler Truva Atı olduğunu söyler. Hiçbir şey yapmıyor değildir ama kutuplarla uğraşır, insanın dibindeki dertlerle pek ilgilenmez. İnsanları pek işin içine katmaz da “Siz yorulmayın, sizin için ben yapayım, siz bana kredi kartından her ay düzenli para ödeyin ve karşılığında çevreci hissedin, çevreci olun” der. Her şeyin alınıp satıldığı bu zamanda iyilik yapmak, duyarlı olmak da alışverişlere malzeme oluyor. İşte buna benzer bir durum bu. “Ben sana malzeme göndereyim, vaktim yok, sen dağıt.” Çok yakın arkadaşlarım da böyle davrandı, hepsinin de haklı sebepleri var. Kesinlikle çok iyi niyetle yapılan bir şey bu, sevgiyle veriliyor her şey. Ama şimdi soruyorum, sizce bu yeterli mi? Bilmek zaten mümkün değil, tam olarak bilemiyoruz ne yaşıyorlar, biz mülteci olmadık ki… Karşılaşmadığın bir durumu bilmiyorsun öyleyse onla bir karşılaş bari. Daha fazla anla. Çünkü bu insana başka şeyleri anlama şansı da verecek. Mesela adaletsizliği, sistemin yarattığı suni ihtiyaç listemizin geçersizliğini, daha büyük bir mutfağa ihtiyacımız olmadığını, kuşatıldığımız nesneler dünyasında boğulduğumuzu, dertlerimizin dert kategorisine girip girmeyeceğini bir kez daha değerlendirmeyi, adaletsizlik karşısında yardım paketleri ile değil düşünce şeklimizi ve yaşamı algılayışımızı değiştirerek çözüm üretebileceğimizi. Bunları zaten biliyor olmak ayrı, bunlarla karşılaşmak ayrı, yardım ederken birinin acısını direkt duyumsamak ayrı, yardımların ulaştığından emin olmanın iç rahatlığı ayrı. Bu bir dönüşüm meselesi değil midir sizce de? Çok fazla insan bu karşılaşmaları yaşasa, egosundan arınarak ve bu yardım etme durumlarını kendini iyi insan olarak hissetmek için değil de gerçek karşılaşmalar yaşamak ve kendine ve sisteme ayna tutmak için yapsa dünya daha iyi bir yer olmaz mı? Bir kilo şeker vererek hiç bir şeyin daha iyi olmayacağını bilmesine rağmen bunu yapınca iyi insan gibi hissetmek tuhaf değil mi? Kendi adıma söyleyeyim bana tuhaf geliyor. Hatta “Bu acaba kibir mi?” diye düşünüyorum.
Kendi İyiliğini Kendin Yap
Kendimi ne kadar doğru biçimde ifade edebildiğimi gerçekten bilmiyorum. Mültecilere veya başka ihtiyaç sahiplerine yardım etmek için uğraşan insanları, oluşumları, onları uzaktan destekleyenleri eleştirmek gibi bir amacım olamaz. Ben de onlardan biriyim ve bir kalıp sabun vermenin bile büyük bir şey olduğunu görebiliyorum. Sadece anlamaya çalışıyorum ve kendi yaşadıklarım üzerinden çözümlemeye gayret ediyorum, yapmaya çalıştığım bu. İyilik hareketlerinin, yardım etmenin etkisi yanında, yapılan eylemin çok yetersiz olduğunu, meselenin çok daha büyük bir şey olduğunu anlamak için karşılaşmaların direkt ve daha fazla olması gerektiğini savunuyorum.
Daha çok kişi bu iyilik hareketlerine katılmalı kanımca. Daha çok insan mültecilerle temas kurmalı. Daha çok insan iyilik yaparken merhameti, acımayı, egoyu, vicdanı sorgulamalı ve durumu kendine ayna yapıp kendini düzenleyerek bu hareketlerin içinde yer almalı. Hiç kimse kimseden kendisi için iyilikte bulunmasını istememeli. Çünkü bu insana çok bir şey katmaz. Gerçek olmayan bir durum yaratabilir hatta ve bu ”Ben bir iyi insanım” kandırmacasına dönüşebilir. Çok mu acımasızca geldi? Öyle ama. Çünkü Mahmut’un iki gün sonra doğuracak karısının nasıl baktığını görmeyen için durum başkadır, gören için bambaşka. Vicdanın bir poşet yardım malzemesi ile yıkanıp paklanması, inanın bana, poşetin içindekilerin maddi karşılığı ile kıyaslanınca çok ama çok fazla. Bir poşet yardım malzemesi karşılığında aldığın şey kendini sevmek ve çok iyi hissetmek olmamalı. Birinin yardımına koşmuş olmanın hazzı yeterli gelmemeli. Verirken karşılıklı akan duygu, göz teması, sezgiler, sorgulamalar çok önemli çünkü.
Yardım paketleri dağıtılmasını neden önemsediğimi, neyin kafamı karıştırdığını anlatabildim mi? Paketler bir kaç günlük işe yarayacak hediyeler. Bu iyilik hareketlerinin başa şeylere, çok daha önemli ve büyük şeylere hizmet etmesi gerekiyor. Çok fazla insan katılır, çok fazla insan dönüşür, çok fazla insan bu adaletsizliğe isyan eder, çözümün bir şeyler vermekle gelmeyeceğini anlarsa dünya için bir umut olur diye düşünüyorum ve bunun gerçekleşme ihtimalini seviyorum.
Nurşin Altunay
Views: 45