“Beni bataklığın içine çeken, cezbeden bugüne şükürler olsun!” (Thus Spoke Zarathustra, 362)
1.KUMAN BÖLGESİ
“Beni bataklığın içine çeken, cezbeden bugüne şükürler olsun!”
(Thus Spoke Zarathustra, 362)
Kuman Bölgesi’nin eski tarihi kendiliğinden ilginç değildir fakat 1918-1920 olaylarının alan derinliği ve nüansının yokluğunda bir arka plan da sağlar. Belki sadece iklim (ya da manzara) ve bu coğrafya ile o, herkesçe bilinen bir şey söyler; burada, her bina ya da temizlenmiş tarlaların (manzara da) iç kısımları yanında, bir bölgede paylaşılan tarihsel olaylarda ortaya çıkar– ama Kuman Bölgesi’nde klişeler (sözler) yeni bir kavrayışın tazeliğiyle çarpar bizi.
Cilalı taş devrinin başlangıcında, aşağı-yukarı 9 yada 10 bin yıl önce, Karadeniz’in tüm batı sahilleri Cucuteni denilen kültüre aitti. Arkeolog Maria Gimbutas ve başka diğerleri tarafından tarımsal , “Anaerkil” ya da İlaheye-tapan, barışçıl ve artistik olarak çok parlak, güzel bir şekilde analiz edilmiştir. Gimbutas, M.Ö 4. Yüzyıl dolaylarında bu bölgenin Doğu’dan, büyük steplerin karşısından Karadeniz’in ötesine gelen “Kurgan halkı” (onlar, farklı defin Tümseklerinden sonra böyle adlandırılmışlardı) tarafından “istila edilmiş” olduğuna inanmaktadır. Bu yeni insanlar Pastoralist, “ataerkil” ya da ilaha-tapan, savaş sever ve barbardılar. Muhtemelen Hint-Avrupa kökenliydiler. Ana rotalardan bir tanesi Steplerden Avrupa’ya, Tuna nehri’nin giriş yerinden geçer ve oradan Yunanistan’ın içine iner ya da ırmak boyunca şimdi bizim Doğu Avrupa dediğimiz yere inerdi. Ve hakikaten de Dobruca hemen hemen sayısızca kereler sonsuz sayıda barbar akınlarına uğramıştır. Eski klasik çağlardan önce, hiçbir şeyin ayırt edilemediği istilaların bölümleri bulanık kalır ve MÖ. 7. Yüzyıl dolayları bir parça sislidir. Ve Kırım’dan aşağı Trakya’ya, Karadeniz dolaylarında, Kimmerler denilen bir halkı buluyoruz. Yarı-Barbar, belki Trakyalılar ya da İranlılar, Kimmerler derhal yeni yerleşmiş step göçmenleri, İskitler ile yüz yüze geliyorlar. Eskiçağ tarihçilerine göre (Heredot, Aristeas) İskitler, Massagetler, onlar İssedonovlar, İssedonovlar ise Arimasplar tarafından yerlerinden edilmişlerdi. Bu son ırk, herkesin tek gözlü olduğu Cyclopeanlılardı ki bunlar Hyperborea’dan (Kuzey) fazla uzak yaşamayan, Altay dağlarının yakınlarında stoklanmış altınları olan ve Griffinlilerle[mitolojk ejderha –çn-] yaşıyordu. – bunlar sadece genel düşüncelerdi. İskitler İranlı barbarlar ve Ugrianlıların (yani Magyarlar) bir Konfederasyonu olarak görünüm arz eder. Fakat Hipokrat onların diğer soylardan, diğer insanlardan oldukça farklı olduklarını söyler. İskitler bu bir parça etkiyi, Eneraes [İskitli şaman –çn-] denilen Travesti falcılarının bir sınıfına karıştıkları, Şamanizmin olağandışı bir kolu yoluyla oluşturmuşlardır; onların, Tanrıça Askelon’a hakaret etmiş olduklarından dolayı kadınımsı davranmanın “kutsal hastalığınca” çarpılmış olduklarını iddia eder Heredot. Modern alimlerden biri “Tüm hikaye” der “Tatar kabilesinin bozulmanın son safhasında olduğunu gösterir”6. Hakikatte ise, Travesti Şamanizm sadece Orta Asya’da ve Sibirya’da değil, Endonezya ve Kuzey Amerika’da, geniş bir alanda yaşanmıştır. Bu bir bakıma doğaldır anlaşılan. Benzer şeyler diğer İskitler için de söylenmiş olabilir ki bu acayip bir şeymiş gibi Heredot’u çarpar: onlar çadırlarını yanan kenevirin (cannabis) dumanıyla doldurur ve dumanı teneffüs ederler. Ta ki sarhoş olmayı başarana kadar (Arkeolojik deliller göstermektedir ki İskitler arasında kenevir kullanımı oldukça fazladır). Onlar birçok göçebe kabile gibi yer, gök ve güneşle birlikte ateşe ve Argimpaşa denilen bir tanrıçaya (Yunanlılar tarafından Afrodit Urania olarak tanınan, homoseksüelliğin patroniçesi), denize ve savaşa inanırlar ve taparlardı. Onların soylu defin törenleri insan kurban etmeye adanmış ve muhteşem derecede gösterişliydi. Yapılmış olan kazılara şükür ki İskit sanatına dair de bir şeyler bilmekteyiz. Onların sanatları, yüksek barbarlık sanatının en eski ve en iyi örneklerindendir ve sonraları birçok uygarlıkça taklit edilmişlerdir (örneğin Tuna nehri havzasın bölgesinin içlerinde İskitleri yerlerinden eden Keltler onları taklit eden uygarlıklardan biridir.); – Armacı, güçlü, büyülü ve karmakarışık. Ayrıca bilmekteyiz ki, kendilerinin ne yapacaklarını iyi bildikleri–ki çoğunu gömmüşlerdi – altından çok daha fazlasına sahiptiler. Altın post efsanesi Karadeniz’in (Kolhis) doğu kıyılarına ait bir efsanedir. Fakat hiç bir şüpheye mahal yoktur ki, bu efsane eski çağlarda bu bölgelerin tarihsel gerçeğinin tümünü temsil eder: Aşırı bolluk. Bu altınların bir kısmı Altay dağları gibi upuzak yerlerden geldi. Yunanlılar ve Romalılar için İskitler görkemli, uzak, gizemli, korkunç ve tipik barbarlardı. Klasik süper güçlerin hiçbiri onları boyunduruk altına almayı başaramadı. –fakat pek çok barbar gibi Tuna nehri’nin ötelerine doğru geri çekildiler ve onların güçleri asla Dobruca’dan daha güneylere ulaşmadı. Ki onların yaşadığı bölgelere Bizans Kaynaklarında bile“lesser scythia” (küçük İskit Ülkesi) denmekteydi.
Dobruca, Klasik edebiyatta değişik şekillerde görünür: Helenistik şair Rodoslu Apollonius’un “Argo’nun Deniz Seferi”nde (The Voyage of Argo) (M.Ö. 3.yy), Jason ve Madea, Kolhisliler [Antik dönemde bugünkü Gürcistan’ın batı taraflarında yaşayan halklar, muhtemelen Lazlar –çn-] filosu tarafından takip edilen, Altın Post olayına karışan Kolhis’deki “olay”dan kaçıyorlar. Paphlagonia’da (denizin güney sahillerinde) [Orta Karadeniz bölgesinin eski adı –çn-] dururlar ve Madea cadı-tanrıçası Hecate’ya bir kurban sunar – “Fakat törenle sunmaya hazırladı, hiç kimse duymamalıydı… dudaklarım korku ve merakla mühürlendi”. Bu anda onların Kolhisli müttefiklerine Argus tarafından bir kaçış rotası önerildi – “Mısır Thebes’sinde Rahipler”in otoritesi üzerine ki harita ile onların atalarınca korunmuş taş tabletler… Bunların üstünde, geniş ve yeterli derinlikte, okyanus akıntılarının en uzağına tacirleri taşımakta olan bir ırmak gösterilir… buna Ister (denir). Kuzey rüzgârının ötesinde, uzakta [Hyperborea’da, denirdi] ana sular Rhipaen dağlarından aşağı aceleyle gelir ve tek bir akıntı olarak sonsuz ovalara doğru akar.” bu elbette Tuna nehri’dir. Onlar ona ulaştıklarında, Ister’i “Peuke denilen bir adayı kucaklamış, bir üçgene benzeyen, denizle ilişkisi plajlarla kurulmuş ve zirvesi ırmağı işaret ederdi. İki kanala ayrılmış olan Tuna nehri’nin kollarından birinin adı Narex ve öbürü ise adanın daha aşağısındaki “the Fair Mouth” olarak bilinirdi.” Kolhis filosu, Argo’yu sıcak takibinde ”Fair Mounth”a geldiğinde Jason kuzey girişine (Narex) girmeyi tercih etmişti. Kolhisliler, Kuman Bölgesi’nin bugünkü arazisinin kuzeyine Tuna’nın aziz George Ağzı demeye alışmışlardı. Argo, Tuna’da, bugün Suluna limanı denilen, yere girmişti.
Şamanik İzler
Dobruca’nın Haritası; Kuman Bölgesi’nin Haritası
“Kolhis gemileri gittiklerinde korku salmışlardı. Leviatanların anası, denizden gelmiş canavarlar için alınan gemiler vardığında, çobanlar merada otlatmakta oldukları sürülerini bu korkunç görünüm karşısında bırakmış ve onlar bu sürüleri gemilerine almışlardı. İstrialı kabilelerin hiç biri, Trakyalılar ve onların İskitli dostları, Sigynni, Graucenii, Sindilerin – ki bunlar Lavrion’un boş ve büyük ovasında ikamet etmiş olan kabilelerdi – hiç biri gözlerini denizde, gitmekte olan gemilere dikmemişlerdi”7
Dobruca daima yarı-Yunan ve yarı-barbar oldu. Onun dini bu tahlile ayna tutmalıydı– ve gerçekten de bu bölge daima dinsel bir mayaydı. Antik çağın Trakya tanrısı Zalmoxis’in8 kutsal emanetlerini sakladığı kutusu ve “şarklı” Dionysus ve Trakya’ın Orphus’u da buradaydı. Tüm bu kültler “İskit” etkilerine dair üzerinde düşünülebilecek olan, Şamanik özellikler ve Şamanizm için güçlü delillerin göstergesidir. Heyecan verici ve sihirli biçimlerdeki tanrıçalar (Aphrodite, Hecate) – erken dönem neolitik (cilalı taş devri) kültlere dair önemli- bir bağlantı bırakmıştı. Bu dinlerin dünyası Dacia [Romanya topraklarının eski adı –çn-] şehri ya da idari birim olarak Roma İmparatorluğu’nun içinde son buldu.
Bugünkü Kuman Bölgesi kasabasının sadece Orta Çağ dönemlerindeki tarihi saptanmaktadır. “Antik” Kuman Bölgesi, Histria olarak bilinirdi. Kalıntıları Popin adasının Razem lagününde bulunmuştur. 150’nin üzerinde kitabe, Millesian orijinli ve açıkçası bolluğun en önemli kaynağı, Roma zamanlarından iki adet Histrian balık avlama-hakları ile ilgili olan antlaşma örneği bulunmuştur. Ne zaman ki sahil-kordonu, lagün ve deniz arasında halice karşı şekillendirildi ve lagün kendi kendine gemilerin yüzmeleri için çok sığlaşıp büyümeye başladı, Histria, sahil kordonunun sıkı bir parçası olmaya doğru yöneldi ve bir liman olarak koya dönüştü; Belki 6. ve 7. yüzyıllarda “karanlık çağların” bazı anlarında yerini değiştirmiştir. Fakat bu zamana kadar bölgenin etnik karakteri (doğası) de değişmiş ve Yunanlı ismi terk edilmiştir.
Histria; Altın Hazineleri
“Klasik zamanlarda bu bölge şimdikinden daha zengin ve daha fazla nüfusa sahipti. Helenik sızma göze çarpmaktaydı. Fakat bu, asla etkili olamadı ve Romanya’nın Daco-Getic insanları Balkan Trakyalıları gibi asla Helenleştirilemedi. Yunan dönemine dair birçok delil mevcuttur. Modern bir köy olan Karanasufun karşısında, bir Lagün adası üzerinde, Tuna nehri ağzına yakın Histria’nın önemli yerleşim yeri Milesian iyice kazılmıştı.[…]
Kallatis, Dobruca’da Modern Mankalya’nin eski Dorian yerleşim alanının bir kısmı kazılmıştı. Buradaki yazıtlar göstermektir ki nüfus, ağırlıklı olarak Dorian’dı ve bu şehirde, diğerleriyle ve diğerlerinin yanında bu sahil bölgesi yaygın bir şekilde Trakya-İskit’in iç krallarına bağımlıydı. Açıkçası Kallatis, Karadeniz’in tahıl ihraç eden en büyük alışveriş merkeziydi. Köstence, antik Tomi olarak tanınmaktaydı (Ovid’in sürgün edildiği yer). Şehrin kalan duvarları burnun karşısında bulundu ki kasabanın yerleşime açık yerleri inşa ediliyordu. Tüm lokal Antikaları barındıran küçük müze, 1917’de Bulgar askerleri tarafından yağma edilmiş ve içindekilerin hepsi yağmalanmıştı. Yunanlıların ticari objeleri Pruth ve Argesul’un kaynağından daha uzakta iç bölgelerde bulundu. Ege ve Thasos şarapları bu bölgelerde çok değerli bir üründü.
Ülke Roma kalıntıları bakımından olağanüstü zengindir. Cernova yakınında Tuna nehri ve Köstence arasında, Tarajan’ın olağanüstü duvarları hiçbir güçlük çekmeden izlenebilir. Axiopolis’in batı yakasında bol miktardaki kalıntılar Tuna nehri’nde görülebilir ve buradaki kazılar halen devam etmektedir. Roma anıtlarının en etkileyicisi Adamklissi’deki Tropaeum Trajani’dir. O, Köstence ve Tuna nehrinin arasındaki inişli bozkırda, issiz ve vahşi bir bölgede durmaktadır. Ki halen yekpare katı kütleler olarak etraftaki heykellerin dekorunda capcanlı durmaktadır.[…]
Bizanslıların etkisi altında kalan Romanyalılardan önceki zamanda Roma sonrası kalıntılara az rastlanır. I. Dünya Savaşı sırasında her nasılsa Moskova’ya taşınan Petroasa’nın büyük altın hazineleri, kesinlikle Hunnish yada yarı-şark kökenliydi. Bu hazineye saf altından iki kutsal şarap bardağı (panterlere benzetilerek şekillendirilmiş kulpları ile yapılmış iri lal taşlı), benzer malzemeyle yapılmış büyük bir kolye, çok ince detaylarla oyulmuş büyük bir ibrik ve bir kısım mükemmel bir şekilde işlenmiş olan hazineden ibaretti.9
(Petroasa’nın “Hunnish Altınları” ve Tomi’nin [Köstence –çn-] yağmalanmış müzesi öykümüzde ilerde tekrar yerini alacak)
Ovid halen Dobruca halkınca kendilerinden biri olarak düşünülüyor. – herşeyden öte, gerçekten de o, lokal Dacian dilinde (ve Romanyalılar değil, Romanlar) şiir yazmış mıydı? Mahalli yurtseverlik buna evet der ve Kuman Bölgesi’de Ovid kültü, Darbe altında, Akşamyıldızı’ndan yayınlanmış onun Tristia’sının çevirisiyle kutlanmıştı. Ovid, M.S. 8 yılında sürgün edilmişti. Şaire göre onun suçu “bir şiir ve bir hata”dan ibaretti. Şiir açık seçik (müstehcen) yargılandığı Ars Amatoria’ydı; “hata” ise gizli kaldı. İklimden duyduğu rahatsızlık, berbat bir can sıkıntısı ve barbar baskınlarının tehditleri altında 8 yıl isteksizce Pontus’ta (Karadeniz bölgesinde) kaldı. Arkadaşlarını ve düşmanlarını, diğer eserlerinin yanında, acılı serzenişli şiirler (5 kitaplık “Tristia” ya da “Kederler”) ve mektuplarla (Epistulae ex Ponto) Roma’ya dönüp bombardımana tabi tuttu. Yerel dili öğrendi ve halk tarafından pohpohlandı, fakat melankolisi M.S. 17’de, ölünceye kadar daha da derinleşti. Şimdi aşağıda Akşamyıldızı’nda yayınlanmış şiirlerden onun Pontus’un tasvirlerini görüyoruz. Tahminen onun okuyucuları, onun kederliliğinden sapkın bir gurur duymaktaydılar.
Ovid’in Trista’sı, Donmuş Tuna
Burada soğuk, düşmanlık ve buz denizinin dondurucu rüzgarından öte
hiç bir şey uzanmaz,
Burada, Karadeniz’in uğursuz dönemecinde, Roma’nın köprübaşı durur,
İskitler ve Keltlerle karşı karşıya,
Onun en son, İmparatorluğun kenarına az miktarda yapıştırıcı olan.
düzen ve hukukun en güçsüz kale burcu.
(Tristia; Kitap II. 195-200)
Bir bölge ki komşudur kuzey takımyıldızlarına,
tutuklar şimdi beni, engelleyici ayazdan ülke kavrulur
İskit bataklıkları, Don, Boğaziçi uzanır kuzeye,
isimlerin bir saçılımı, bir hep-fakat-bilinmeyen israf;
Onun ötesinde, hiçbir şey fakat donmuş, içinde yaşanmaz tundra –
Eyvah! Ne kadar yakın duruyorum dünyanın sonuna!
(Trista; Kitap III. 4B/47-52)
Orada, halen birileri hatırlıyorsa sürgün edilmiş Ovid’i,
ismim halen yaşıyorsa şimdi götürüldüğüm şehirde,
Asla okyanustan derin olmayan bu yıldızların altında olanı bırak bilsin,
yaşıyorum şimdi barbarlığın ortasında,
Vahşi Bessi, Gatea, Sarmiteanlarca kuşatılmış, yaşıyorum doğal yeteneklerimi,
layık olmayan isimleri! ama sıcak meltem sakince
esebildiği kadar, Tuna Nehri savunur bizi arasında:
Akıntı, onun suları uzak tutar tüm saldırılardan
Fakat acımasız rüzgar dürtmekteyse onun kaba kurulmuş çehresini ileriye,
ve toprak uzanır mermer ayaz altında beyaz.
Bora ve kar fırtınaları kuzey bölgelerini
yerleşim için uygunsuz tuttuğunda, o zaman Tuna Nehri’nin buzu
bu gıcırdayan vagonların ağırlığını hisseder. Kar düşer: bir kere düştüğünde
uzanır daima, rüzgar dondurur. Ne güneş ne yağmur kaldırır onu.
Düşenler erimeden evvel, diğeri gelir ve pek çok yerde uzanır iki yıl,
ve sonra acımasız boranlar, zorlayarak çatıları, dondurur onları
Paldır küldür düşmeksizin, çabucak hareketlenmiş uzun kuleler;
insan uzak durur bu ağrı veren soğuktan, kürkler ve dikilmiş golf pantolonuyla,
Sadece onların yüzleri kalır ifşa edilmiş.
ve sık sık onların saçlarında çınlar
Sakallar parıldarken ayaz ve beyaz.
şarap şişelenmemiş durur, kabının biçimini tespit eder,
Peki, içmekte olduğun likör değil, ama katı kütlelerdir
… pek yakın
Tuna kuru buz, soğuk rüzgarda (…) seviyede donar donmaz,
Düşman vahşiler kalabalığı biner kırlangıç üstüne
Midilli atları, onların onuru, uzun atımlı oklar ve yaylar ile
ve keser kırlara doğru bu çapulcu akınını,
Kimi komşular kaçar ve kimse tutamaz onların sakinliklerini
Onların mülkleri, korumasız, çabuk bir yağma olur:
Çirkin kaba ev eşyaları, sürüler ve gıcırdayan vagonlar,
tüm bunlar fakir yerli köylünün tüm sahip olduğu.
Diğerleri yakalanır, sürülür, elleri bağlanır arkalarından,
sürekli bakma geriye, yararsız.
Evde ve tarlalarda
diğerleri olur orada tekrar, bu keskin uçlu oklar onlara doğru,
Istırap içinde ölür, de, uçan çelik için lekelendirilir
zehir ile. Öyle biniciler ki çekip götüremez, taşıyamaz ya da, tahrip eder
Gücendirmeyen mezbele yükselir alevlerden,
ve barış halen egemenken bile, insan titrer terörden
Saldırı düşüncesinde, sürülmemiş bırakılır tarlalar.
(Tristia; Kitap III, 10/11 24,52-68)
Taze pınarlar olmamasından övünürsün: suların acı, tuzla dolu-
iç onu, ve merak ederim eğer Susuzluk giderilmiş
ya da artmışsa! Senin açık alanlarının verimsiz ya da bir kaç ağacı var,
Senin sahillerin insansız bölge, topraktan çok deniz.
Kuş şarkıları yok, koru; garip başıboş hayvanı uzak ormanlardan,
boğuk sesle bağırır, gırtlaklar yıpranır tuzlu suyla;
Boş ovalar baştanbaşa sessiz, ağaç kurdu diken dikendir-bir acı ekin
çok uygun olur arazisine.
(Karadeniz Mektuplari: Kitap III 1/18-24)
Çevirmen [İngilizceye çeviren], Peter Green, su notu ekler:
Bilinen dünyanın kenarlarında bir çeşit Ultima Tula gibi Dobruca’yı temsil eden, verimsizlik ve kısırlığına dair Ovid’in açıklamalarını okurken, onu göz önünde canlandırmak oldukça zordur. Ki bu bölge buğday üretiminde uzun yıllar bayağı ün salmıştı. Ve bugün Köstence’da sadece buğday değil, Ovid’in o zamanlar çok fena özlemiş olduğu meyve ağaçları ve şarap da üretilmektedir. Ovid eğer Dobruca’da seyahat etmiş olsaydı, ağaçsızlığın sadece bir lokal vaka olduğunu anlardı. Köstence’ya aşağı-yukarı 4 mil mesafede büyük ormanlar başlar. Fakat o Tomis’den öteye kendisini tehlikeye atmışa benzemiyor. Onun Relegatio kavramı lokal gezilerde yasaklanabilirdi. Ve iç bölgelerde şartlar öyle ya da böyle bayağı tehlikeliydi. O bölgeye dair var olan böyle bir bilgiyi o, M.Ö. 7 yılında Roma’da yayınlanmış olan Strabo’nun Geography’sının 7. kitabından edinmş olmalıdır.
Fakat yeteneklerim bir defasında yapmış olduğu gibi, bana yanıt vermekten başarısız:
Ekiyorum kupkuru sahili, verimsiz bölümü,
Sadece bu yol ile (seni temin ederim) set çeken alüvyondur su kanallarına,
Ve akıntılar tıkanmış pınarları susturur,
Sonra kalbim talihsizliğin alüvyonunca bozulmuştur,
Ve mısralarım dar bir damardan akmaktadır.
Homer teslim etmiş olsaydı kendini bu adaya, inan bana,
O da bir goth* olurdu.
(Karadeniz Mektupları IV: 2/15-22)
Ne Cycloplar, İskitli yamyamlarımızı acımasızlaştırma-dışında
tutacak –ama onlar,
Bana dadanan küçük bir terördür fakat. İskitlilerin biçimsiz rahim canavarları
havlamalarına rağmen,
denizciler daha fazla acı çekmektedirler korsanlardan. Charybdis hiçbir şeydir
Karadeniz’deki korsanlarımıza, üç kere emip, üç kere kusmasına rağmen denize;
daha iyi bir yetkinlik ile, Doğulu sahillere Dua edebilirler,
Fakat bu sahil şeridini baskınlardan azade bırakma.
[…]
evden gelen haberler ki yetersizdi, kabul buldu
sizler arasında: yazık, zavallı kimsedir geçmişe inancına dayanan!
ama inan ona! Ne Karadeniz’in dondurucu kışı nedeniyle gerekçelerin ilgisizi
bırakayım seni,
Uzanırız çok yakın buraya,
aşırı soğuk getiren yük arabası gibi takım yıldızlarına
buradan kuzey rüzgarları yükselir, bu sahiller onun yurdu,
bu yer ki kuvvetinin kaynağına hala yakın uzanır.
Fakat güney rüzgarlarının meltemleri hevessiz kalmıştır, kırk yılda bir ulaşır
uzak kutuplardan buraya. Bunun yanında,
Nehir akıntısı vardır Euxine’e kilitlenmiş ülkede,
Irmak üstündeki ırmak, azaltır
tüm akıntının gücünü, hepsi
akar ırmaklara:
[buradan sonra Karadeniz’e akan tüm ırmakların uzun bir listesi…]
ve sayısız diğerleri, Tuna nehri en mükemmelidir arasında onların,
Nil’le bile boy ölçüşür. Eklendiğinde ona,
büyükçe suların eklenerek saflığını bozması,
durdurur onu… kendi gücünde tutar.
Seyreltmesine rağmen rengini, değildir hiç de gök
Mavisi, fakat sanki gölcük yada durgun bataklık.
Ağır diplerde tuzlu temeliyle üstüne binen,
Taze su yukarı çıkandır.
(Karadeniz Mektupları IV. 10/23-30.35-47,57-64)
Çevirmen su ilginç notu ekler:
Roma’daki belgelerden belirtilir ki insanlar onun bu korku hikayelerine inanmamaktadırlar. Pekiyi: o, onların içinden bir tanesini alacak ve bilimsel delilleri (Karadeniz’in donması) sunacaktır haklı olarak. Kuzey rüzgarlarının egemenliğini zorunlu koşulların ürettiği, denizin içindeki sayısız ırmakları içine aldıkları ile birleştirmişti; taze su (tuzsuz) tuzlu suyun üstüne çıkar ve daha kolay donar. Rüzgar bu oluşuma yardım ettiğinde soğuma faktörü yaratılmış olur. Bilimsel olarak kusursuz olan, gerçekten parodi olmayan, bu didaktik –masal gerçekten güç kazanır: J. Rauch, Akdeniz (1946), S. 187-93, bundaki alıntıyı Andre Pont. S. 142-3, n.1’da yapar. Dr. Stefan Stenascu, “kıyıya yakın bölge ve kıyı boyunca tuz bakımından zengin [Tuna nehri deltasında] suların sıcaklığı tersine döndürdüğü ve hafif tuzlu bölgeler yarattığı” konusunda beni bilgilendirdi. Tuna Nehri’nin tuzsuz suları, dibe oturmuş Akdeniz’in tuzlu akıntısının üzerinden, azda olsa tatlı taze suyu üzerine yayan etkili bir güce sahiptir. Sonuç olarak, Tuna nehri sahillerinin yakınlarında meydana gelen donmalar olağanüstü bir hadise değildir. Ovid haklıydı.10
& & &
Bizans’ın erken zamanlarında bu bölge barbar dalgalarıyla tekrar çiğnendi. Sarmatianlar, Gepidealar, Slavlar, Avarlar, Magyarlar, Hunlar ve Bulgarlar Batıya hareket ederken tarihin karpit lambası ışığında (ya da değil) Dobruca daha az başarılı, bataklıklarda anlaşılması güç bir şekilde yaşamakta olan, kabilelerce doldurulmuştu. Özellikle Kuman Bölgesi, Peçenekler (ya da Parzinaklar, latincesi Bisseniler) ve Kuman Bölgesi’ne ismini veren onların akrabaları Kumanlar tarafından yönetiliyordu. Peçeneklerin torunları bugün Soplar olarak bilinir ve Kuman Bölgesi’nin etrafında kalmış olan bir kısmına rağmen çoğunlukla bugün Güney’de ya da Bulgaristan Dobruca’sında yaşarlar. Ve ardından Encyclopedia Britanica bizi Profesörlere ait önyargının eğlendirici bir örneği ile ödüllendirir:
Kötü Havalar; Barbar Akınları
“Peçenekler bir Han, örgütlenmiş 8 kalabalık ve 40 küçük ve her birinin daha küçük dereceli hanları olan birimlerce bir şekilde yönetilirler. Çok net bir şekilde onlar göçebedirler; akınlarda kadın ve çocuklarını yanlarına alırlar ve kamplarını vagonlarının çevresinin dışında kurarlardı. Uzun sakallı ve bıyıklı ve uzun kaftan giyerlerdi. Zengin olanlarının yiyecekleri kan ve kısrak sütü [kımız-çn]; fakir olanlarının ise darı ve bal likörü idi. Esasen onlar “sihirbaz” idiler, ateşe taparlar; fakat evvelden İslam’ın bir formu aralarından bir akım olmuştu ve milletçe, geçici olarak 1007-1008 yıllarında, Hıristiyan olmuşlardı. Göçebelerin en korkuncu ve en fazla nefret edileniydiler; Edessali Mathew onlara “leş yiyiciler, Allahsız, kirli insanlar, kötü ve kan-emici hayvanlar” der. Diğer anekdot ise onların utanmazlıklarına ve acımasızlıklarına dairdir. Onlar ellerine geçen tüm erkek esirleri kaçınılmaz bir şekilde öldürürlermiş. Modern Soplar aptallıkları ve kabalıklarından dolayı Bulgaristan’ın diğer yerleşiklerince aşağılanırlar. Merhametsizliklerinden dolayı korkutucudurlar. Kısa bacaklı, sarı-benizli, çekik gözler ve çıkık elmacık kemikleri ile sadece tiksindirici bir ırktır. Köyleri genellikle pis, fakat kadınların kostümlerinin altın şeritleri barbar zenginliklerini gösterir.”
Kumanlar’da görüldüğü gibi (Poloutsi ya da Walwen olarak da bilinen) iktidar hareketleri oldukça sonraları, 11. yüzyılda, ortaya çıkmıştı. Onlar Selçuk Türkleri ile ilişkilendirilir fakat Kıpçak Moğollarıyla da karışmışlarmış. Yahudi Hazarlarını yenmişler ve o zamanlar imparatorluğun merkezini Kiev’de tutmuşlar. Bir zaman için Ukrayna, Kuman Bölgesi olarak biliniyormuş.
“Bu zamanda Kumanların bir bölümü Muhammetçi fakat halen büyük oranda pagandı. “Biz gökte olan bir tanrıya taparız”, “ve bunun ötesinde hiç bir şey bilmeyiz; bu rahatlıkla, beğenilmeyen alışkanlıklara sahibiz,” derlermiş ilk misyonerlere. Benzer şekilde “Nestor’un vaka-nüvisi”nde açıklandığı gibi : “ Polovtsi’mizinde kendi alışkanlıkları var. Kirli hayvanların çiğ etlerini ve leşlerini yerken hamster ve minsk kedisi gibi kan dökmeyi ve bununla övünmeyi severler. Kaynana ve gelinleriyle evlenirler ve her şeyi babalarını örnek alarak taklit ederler.” Kumanlar kısa kaftan giyer ve iki uzun saç örgüsü hariç kafalarını tıraş ederlerdi. Avcı ve savaşçı gibi görünürler ve toprak işlemeyi Slav kabilelerinin işidir diyerek Slavlara bırakmış gibidirler. Kuman Bölgesi, güney Rusya da denirdi, gelişmiş kasabalara sahipti. Köle, kürk ve diğer ürünlerin ticaretiyle uğraşırlardı. Fakat muhtemelen ticaret Yunanlılar ve Cenevizlilerin elindeydi; Kumanlara atfedilen cenaze töreni anıtları (piramitler ya da sütunlar, zorlukla yapılmış olan elinde içki kadehiyle duran erkek figürü) muhtemelen onların çalışmaları değildi.”11
Kumanlar 13. Yüzyılda Moğol akınlarıyla parçalandı. Köle olarak satılmış oldukları Mısır’dan daha öte yerlere kadar dağıldılar. Orada yeni bir hanedanlık kurdular, Boharib memlukluları ve Moğollardan intikam almayı başardılar da. Kötü olarak bilinen “Osmanlı çocuk vergisi”[devşireme-cn-] sistemi altında İstanbul’daki sultana Yeniçeri olarak hizmet etmiş olmalarına rağmen, onların, Dobruca’da evde kalan bazı kuzenleri Hıristiyan olarak kaldılar. Kuman Bölgesi’nde (daha çoğu Müslüman olan) ise kendilerine Kuman demelerine rağmen bugün onların torunlarına Gagavuz denmektedir. Onlar Bölgenin balıkçı, avcı ve fakir köylülerinden oluşmaktadırlar.
Kuman İnançları; Bizans ve Osmanlılar
15.Yüzyılın başlarında Bulgaristan ve Romanya’nın hepsi Osmanlı İmparatorluğu’nca ele geçirildi. Kuman Bölgesi her şeyden öte bir Türk kasabası haline geldi -1918’de burada konuşulan dil halen Türkçe idi- fakat bölge sayısız sayıda azınlığa da sahip olmaya başlamıştı. Türkler ve Romanyalıların yanında Kırım Tatarları, Yunanlılar, Kumanlar, Peçenekler ve Karait Yahudileri‘de bulunmaktaydı. Karaitler Orta Çağ’ın başlarında Talmud’u reddeden Reformist bir mezhep ve Saduceeler ve Esseneler gibi Yahudilik içinde bir erken dönem reformunu temsil etme iddiasındadırlar. Defalarca Müslümanlar tarafından ilk-Müslüman, Hıristiyanlar tarafından ilk-Hıristiyanlar olarak düşünülmüşlerdir. Karaitler Karadeniz’e 10. Yüzyılda varmış olmalarına rağmen, alimlerinin hepsi (ünlü Kırımlı Abraham Firkovitch’de (d.1874) dahil olmak üzere) onların Klasik çağlardan beri zaten orada olduklarını iddia etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki onlar İsa’nın çarmıha gerilmesinin suçlularından -Kudüs’te yaşıyor olmadıklarından dolayı- değillerdi. Böylece Askenazi Yahudileri ayrı olarak yasaklamalardan muaf tutulmuşlardır. Benzer muafiyetleri Osmanlı İmparatorluğu periyodunda benzer argümanlarla kazanmışlardır. Küçük Karait cemiyeti Kuman Bölgesi’nde ticaretle uğraşmıştı. Fakat bu ticaret borç-para verme [tefecilik-çn-] işi değildi. Ve Kuman Bölgesi da anti-semitizm asla bir temel bulamadı.
Bazı dönemler Osmanlı, Kuman Bölgesi’ni doğrudan Paşa ya da Beyler vasıtasıyla, imparatorluğun ayrı bir sancağı olarak yönetmiştir. 17. Yüzyılın sonlarında, her nasıl olduysa, Doğu-Avrupa’daki iktidar “Fener Patrikhanesine” (phanariot rule) geçti. Bu sistemde Ortodoks prensler ya da “hospodarlar”, İstanbul’un soylu ve İmparatorluk’tan gelme aileleri arasında Ortodoks kilisesinin patriğine danışılarak Bab-ı Ali tarafından atanırdı.12 Moldovya, Wallachia, Bessarabia ve diğer küçük prenslikler kuşaktan kuşağa bu aileler arasında seçilen kişilerce değişik zamanlarda paylaşılarak yönetilmiştir. Bunun için yarışma çok acımasız ve saltanat temayülü kısa oluyordu. 1720’de Mavrocordato ailesinin iki değişik kolu arasındaki Bizans oyunlarından dolayı ciddi bir hayal kırıklığına uğramış, iş aramakta olan Konstantin I Kuman Bölgesi’da ayrılmış küçük bir “devleti” rüşvetle aldı. İlk anda bayağı üzgündü (çünkü o Moldovya’yı istemişti). Konstantin, kısa zaman sonra Kuman Bölgesi’ne dair avantajlar elde etmek için araştırmalar yaptı: – Kuman Bölgesi kimsenin istemeyeceği kadar küçük ama düzenli bir gelir getiryordu. Asla daha büyük bir taht elde etmeyi hayal etmekten vazgeçmiş olmamasına rağmen, Konstantin I Mavrocordato, tüm Fener Hospodarlarından daha uzun ve daha fazla bir süre iktidarını devam ettirdi. Yalnız kendisi değil, tahtını oğlu Konstantin II ve torunu Georghiu I’de devam ettirdi; Fener yönetimi 1720’den 1811’e kadar devam edip kendi Altın Çağlarını yaşadı. Bağımsızlığı sona erdiğinde (Moldovya’ca yeniden-yutulmuştu), Mavrocordatolar yerel soylular olarak Kuman Bölgesi’de kaldılar. Fakat 1859’dan sonra Romanya Birleşik Monarşisi altında şansları zayıfladı. Onlarda İstanbul’a daha fazla eklemlendiler. Bükreş mahkemesi tarafından onların Hospodarlık unvanları tanınmadı. Kuman Bölgesi görmezlikten gelindi ve düşüşe geçti.
1888’de Mavrocoratoların mirasçısı Georghiu III doğdu. Ailesinin eski sarayında büyüdü ki burası parasızlıktan harap durumdaydı. Bükreş’de Askeri Akademide eğitim gördü ve tatillerini Kuman Bölgesi’nde geçirdi. 1950’de Münih Üniversitesine -sonraki bölümde onunla beraber olacağımız yere- felsefe eğitimi görmesi için gönderildi.
Çeviren: Alişan Şahin
* Güney Baltık sahillerinden oturan Eski Almanlara verilen addır. Daha sonra Dacia ya göç edip Güney Fransa, İspanya ve İtalya da egemenlik kurmuşlardır. Barbar ve uygar olmayan kimse ya da kaba anlamlarına da gelir bu kelime. Burada da Barbar anlamında kullanılmış olduğu kanaatindeyim(The Chambers Dictionary-1998-99)[CN]
6 Encyclopedia Brittanica(1953) XX:235
7 Apollonius (1959):IV, s.155
8 Eliade (1972)
9 Xenepol (1925/1936)
10 Ovid (1994)
11 Codex Cumanicus’a bak (Kuun, 1880); bir parça İng. Çevirisi Boswell’de de mevcut(1927)
12 Phanariot dönemine ilişkin harika bir özet için Runciman(1968)a, 10. bölüm’e bakın.
Views: 60