“Otonomun anlamı kadar güzel bir şey var mı? Otonomu bu toprakların arapçasındaki muhtar, muhtariyet, ihtar, iftihar gibi sözcüklerin çağrışımları, izleriyle duyumsuyorum. Özerk sözcüğü türetilişinde ve kökünde sorunlu da olsa (türkçe öneksizdir denilir. Erk hiç de grekçe çınladığı denli türkçe çınlamıyor) tanış biliş gelişinden dolayı “gdoaşçılar” bundan olmadık şeyler üretiyor. Herkesin “hür/ ri/ yet çağında” bir hoş gezdiği zamanda “özgürlüğü” ilk yazan insanın yiğitliğine ne demeli ya! Bugün özgürlük sözcük doğurup duruyor”
Yagı (ad.)
TDK (1988) sözlüğünde düşman maddesi “is. ve s. Far. duşman 1. Birinin kötülüğünü isteyen, ondan nefret eden, ona zarar vermeye çalışan (kimse), yağı, hasım” olarak verilmiş. “2. Birbirleriyle savaşan devletler ve bu devletlerin asker, sivil bütün uyrukları:” diye açıklamayı sürdürmüş. Bu açıklamalarda “yağı” geçmesine karşın neden dilden düşürüldü acep?
Üstlerine egemenlik kurduğu toplulukların konuştuğu dili sevmeyen, sözü ve yazısı geçer medreseli yöneticilerin bir seçimi bu dilden sürme. Seçimin devindirici gücü ise gerçekte olduğu gibi o toplulukların o yöneten kurumlar toplamına nesnel olarak yağı olması ve bunun yönetenlerce içsel ve dışsal olarak kesinlikle bilinmesi.
Bu seçim ve sürgün bir kere yağı sözcüğünün eskiyip dilden yazıdan düşmesiyle açıklanabilecek bir olgu değil. Konu eskimekse “duşman” da yagı kadar eski. Yeni medreseli yöneticiler de aynı anlayışlarla sayesinde ya da dolayısıyla yaşadıkları toplulukların yagılıgını bildiklerinden dilde sözcük seçiminde direngence başka toplulukların yönetecilerinin dillerindeki sözcükleri severek, özenerek kullanıyor, yazıyor. Enfermation, reform, comunication… Hükmetme, mülk, maliye, cumhurbaşkanı, meclis, kanun… Yönetenler, onların her devletli ve devlet dışı kurumdaki uzantısı aydınları bu dil duygusu ve eğilimini çağların değişmesine, gündelik yaşamdaki değişmelere, dönüşmelere karşın sürdürüyor. “Oranın aurası her daim çok muhteşem ve fantastik. Kuul bir mekan. Entellektüellerin misyonu Batı sivilizasyonlarının konseptlerini, idealarını, refleksiyonlarını, definasyonlarını bulundukları muhitlerde ibraz etmektir. Bunu idrak muzzam bir ehemmiyet arz eder.”
Birçok çevirmen gibi çevirmen Ö. Karakaş da “Yeter-sebep ilkesi (‘her şeyin bir sebebi var’) nedensellik ilkesiyle (‘her şeyin bir nedeni var’) aynı şey değildir.” yazmış bir çalışmasında. Yani sebep yazınca okuyanların neden ile sebep arasındaki varsayılan ayrımı anlayacağını düşünmüş belki. (Biliyorum kendisinden önce 2013’te yapılan bir çevirinin baskısı altında kalıyor. Bu bir açıdan çok güzel. Ancak A. Nahum “raison suffisante” karşılığı “yeterli sebep” dediyse ona saygılı bir selam çakıp başka bir şey denemeliydi. Elbette bir başkası da ona selam çakabilir. Ne güzel olurdu bu!)
Bir kere bu sözcükler ayrı anlamları imlemiyor. Ayrıca bir kavram yapısında, işlevinde de değiller. Kavram ve işlevi aralarında bir ilinti varmışcasına yazdığımı Deleuze görebilseydi bana gülügülüverirdi. Olsun. Bu sözcüklere kavram parçaları/öğeleri diyebiliriz belki. Ayrı anlamları imlediklerini düşünsek bile kavram oluşturma alanındayız bu sürede. İki “gösteren”den de (sesdeş sözcüklerden) durumlarına göre birçok kavram oluşturabiliriz. Sözgelimi bedendeki “ben büyümesi” ile tindeki “ben büyümesi” gibi. Bu hiç de karışıklık yaratmaz. Üstelik betimlenebilir, tanımlanabilir, açımlanabilir, açıklanabilir, yorumlanabilir kavramlardır böyleleri. Özdeşlik yagısı ben bile bu “neden”le “sebep”li nedenden oluşturulan ancak yine de ayrımsız kalan, ayrımlanamayan, ayrımlaşamayan “özdeş kavramlar”ı üst üste üç koşut tireyle kayıt edebilirim.
Sorun kavram oluşturmaksa “neden sebep” düzmece çifti ile değil bunların birini elde tutup başka bir sözcük arayarak uğraşmak gerekmez miydi? Neden/ nereden, neden/ ne için, neden/ ön, öndeki neden, neden/ ilk neden, neden/ oluş nedeni, neden/ çıkış niçini, neden/ nelik, neden/ niçinlik, neden/ neiçinlik, neden/ türetgen neden, sıralı nedenlik/ kökten neredenlik… gibi. Sorun anlaşılma, anlatabilme ise bu amaç insan topluluklarının 600’lü yıllardan beri yazarak konuşarak geliştirdikleri dünyanın gelişkin dillerinden biri olan arapçanın “sebeb”i ile de yapılabilirdi bütün bunlar. Çünkü “sebeb” sözcüğü bu topraklarda yaşayan 4-5 yaşındaki çocuklarca da anlaşılan, bilinen, kolaylıkla kullanılan bir sözcük. Ancak bunlara karşın bunun engelleri arapçanın burada yaygın olmayışı. Türeme ekleri, çekim ekleri, yapım ekleri, dişil-eril-çoğul ekleri, sözdizimi, sesyapısı, kısaca dile değgin ne varsa bu dilin buralılara yad oluşu ve anlamayı güçleştiren bir yadlıkla engelleyiciliği. Sonra bir yaderkliğe zorlayışı. Sebeple çok sayıda yeni sözcüğü arapça konuşan, düşünen, yazan bir anlak türetebilir ancak. Çoğu insan buralarda “fikr”i anlasa bile tefekkürdeki, mütefekkirdeki, efkardaki(fikirlerdeki) fikri göremeyebilir. Sonra da çok efkarlıyım diyebilir. Bu yüzden fikir<fikr (kulakların çınlasın tiren, kıral, ritim) ile türetilen 2-3 sözcükte kalakalırız. Onlar da aslında ödünçleme aparmalarıdır. Türklerin, Türkmenlerin egemen yöneticileri tam 1200 yıldır fikiri biliyor (ben acep yanlış mı dedim? fikri miydi?). Üstelik birçok dile göre önemli sayıda artık, oluşla ilgili yüklemi olan (etmek, eylemek, olmak, kılmak, bilmek, edebilmek, yapmak, yakıştırmak…) “türkçenin” olanaklarını, olasılıklarını ulemanın fikirin yumuşlarına koşturmalarına karşın kaç sözcüklük fikir dağarcıkları var ki!
Başka sözcüklerle anlatırsak anlağın kuruluşunda arapçanın etkilerinin, anlağı biçimlendirmesinin ağırlıklı olarak türkçenin kurduğu anlağa uygun olmayışı sorunu diyebiliriz. Ne bileyim ben, bu tür sorunlar çevirmenlerin temel sorunu olmalı değil mi? Acaba benzer durumlardaki sorunlarda (kavram ile mefhum, düşünce ile fikir, arzu ile istek, talep ile istek, irade ile istem/ istenç, hakikat ile gerçek… ve diğerlerinde olduğu gibi) yalnızca ben mi anlama güçlüğü çekiyorum? Belki.
Çeviride türkçeden hemen osmanlıcaya kaçışta yaygın bir savunma gerekçesi türkçenin yetersizliği, gelişmemişliği… Bunu doğru bulsak bile batak osmanlıca dayandığı devlet yok olmasına karşın nerede, niçin, nasıl gelişmesini, gelişkinliğini sürdürüyor? Türkçe çağrılan dil gelişmediyse aynı zamanda yazan, konuşan, çeviren insanların gelişmemişliği de olmuyor mu bu? Çevirmenler “atıf, asgari, aşina, bahis, daimi, fail, fikir, hakiki, hakim, hakimiyet, hasep, idame, idrak, ifade, ihtimal, ikamet, inşa, irtibat, isnat, iştigal, mahal, mana, mefhum, mensup, mesafe, mesele, meşru, mevcut, mevzu, minval, muazzam, mufassal, mübayenet, mühim, mükemmel, mümkün, müsamaha, müteselsilen, müşabehet, mütekabil, nazaran, nesil, nihai, nihayetinde, rabıta, saha, semavi, sudur, taayyün, tabiat, tabir, takip, temas, teşekkül, teşhis, teşvik, topyekun, uzuv” (Ö. Karakaş, Deleuze’ün Felsefi Mirası) gibi daha yüzlerce sözcüğü kullanmakta direnirlerse anlaşılmayı kolaylaştırmış mı oluyor?
Sorun çevirmenin anlaması mı, okuyucunun anlaması mı olmalı? Sorunlar Yusuf Hashacib’in zamanından (1060’lar) kalma arapça sözcüklerle bitmiyor doğal olarak. Bir de yüzlerce “adapte, alagmatik, amprist, autopoiesis, aktivite, asamblaj, dedüksiyon, detay, doxa, elastikiyet, enformasyon, emprovizasyon, entrika, etüd, fil, filojiston, fond, form, girift, heterodoks, hilomorfizm, jenerik, manifold, melodi, metastabl, morfojenez, nominalizm, operasyon, organizma, performans, performe, profil, redüksiyon, spekülatif, tematik, trasandantal, transdüksiyon, terminal, trend” ve diğer ve diğeleri… (Ö. Karakaş, agy.) ile oluşturulan tümcelerin bilmecemsiliğinde yitip gitmek.
“Beyni, kalbi ve akciğerleri inşa ederken…” denilebilir mi osmanlıcada hiç! “Performe edilen melodi, formel ifade, mefhumuna dahil, bir cinse mensup bütün mahiyete ilişkin teşekküller, gayri şahsi, kendisine müteakip amprik sahalar, atfedebileceğim sahalar, bir çelişkiye mahal verme tehdidi, ya da müşabehetlerle, model notasyonlarını, İdea’nın orjinal güdüsü…” gibi sözcük kümeleriyle çalışmak neyi anlaşılır kılıyor ki!
Bunlar, bu yaklaşımlar anlatabilmeyi, anlaşılır kılmayı, okuyanların kolayca bir anlam çıkartabilmesini sağlamıyor bence; tersine “türkçe”yi ilk olarak anlatma ile anlama açısından geliştirmeye değil, osmanlıcayı Batı dilleriyle güncelleyerek yeterli duruma eriştirirken osmanlıcılığın “ebediliğine” daha çok araç gereç sunuyor. Olsun, osmanlıca da yaşasın (yazık! Bana da yazık brader!) Ancak amacı Deleuze’ü anlaşılır kılmak olan bir yapıtta çok şeyi bir yana koyup osmanlıcayı geliştirme izinde dolaşılmasın. Bunlar istemeden mi oluyor? Belki.
Osmanlıcacılığa karşı olmak değil sorunum. İnsanca bir yaşam için okuduklarımı anlamak, kendiliğimi genişletmek, kendimi gerçekleştirmeye anlayacağım bir dil araç, kolay öğrenebileceğim bir araç dil isteği bütün derdim. Bu da anamdan, çevremden, azıcık da olsa gittiğim okullardan öğrendiğim dili temel alarak yapılabilir bir şey. Kaldı ki tüketici düzeni değerlerini öne çıkararak devletin “sanayi bakanlığı tüketici haklarını koruma müdürlüğüne” mi başvursak da diyebilir birileri. Çünkü “bozuk” anlaşılmıyorsa “defolu, bayat, çalışmaz” mal diyeyim, anamalcılığın Hanefi ahlakında bile sorgulanabilir sayılır.
1300’lerin başından öldüğü 1332 yılına kadar oğuzcayla yazmaya çalışan “Kırşehrili” Aşık Ali Paşa, kendisinden önce üç beş yazı yiğidinin arapça yazaçlarla kısa kısa türkçe yazmalar ve çeviri denemelerine hiç sızlanmadan katılır. Aşık Paşa 1330’da kendisinden önceki 3 ya da dört denemenin azlığına, yetersizliğine bakmadan, belki de onlar üstüne hiçbir bilgisi olmadan ilk uzun Oğuzca yazmayı bitirir. Garipname’den aktaracağım bu dizeler bugünkü “türkçeyi” okşaması açısından bilinçli olarak arayıp tarayarak seçilmiş bir aktarma değil. Tersine Garipname’yi fal kitabı açışı açarak karşılaşılan ilk dizeler. “Kimisi başdur kim ol düzdi işi/ Kamusunun serveridür ol kişi// Akl-ıla devlet dahı anda idi/ Anun-ıçun ne dilerse işledi//” (Aşık Paşa, Garipname, c. 1/1, yazı aktarımı K. Yavuz, s. 83).
(Burada yazı aktarımını yapan çalışkan insanın belirleyemeyeceği sözcük okuyuşları olduğunu unutmayın. Abecesi olmayan, örnek yazısı olmayan bir dilde yazılan “aklıla, ıçun” sözcüklerininin doğru okunduğunu, başka bir deyişle Aşık Paşa’nın seslendirmesiyle okunduğunu kimse öne süremez, etse bile kanıtlayamaz. Çünkü arapçada “akl” yazılanı Paşa “akıl” biçiminde seslendirmiş olabilir ki bu çok olası. Zaten K. Yavuz da aşağıdaki gibi “ıçun” için güzelce “içün” yazmış.
Açtığım yaprakta yazısı abecesi olmayan bir oğuzcayla/ türkmenceyle yazılmaya anlak yorulmuş böyle güzel yazılmış dizeler mi denk geldi yoksa? Olur a! Bir daha deneyelim. Bu fal açışım da türkçeyi yetersiz ve gelişmemiş bulmadan yazmış Baba İlyas’ın torunu, Muhlis Baba’nın oğlu, Elvan Çelebi’nin babası Aşık Paşa’nın ulu anısına olsun. “İmdi bu derde bize derman gerek/ bu bizüm dirliğümüze can gerek// Uşbu dirlikte geçen diri değil/ Anun-içün kaygudan ayrı degül//” (Aşık Paşa, agy. c1/1, s. 245). Organikçilere, biyoiktidarcılara, hayatçılara, ekolojicilere dirlik, diri, dirilik sözcükleri duyrulur. Birgün onlar kavram türetmeye gerek duyarlarsa eğer Garipnameyi fal kitabı olarak kullanabilirler. Aşık Paşa’nın bundan kesinlikle haberi olmaz. Olabilseydi eğer, çok kıvanırdı olasılıkla.)
Yagı sorununu çevirinin üstünden, hele bir çevirmenin üstünden anlatmam uygun değil. Ancak devlet yakasından olmayan çevirmenler bu konuda titizlenmeli. Çünkü kendi sızlandıkları bu gelişmemiş dil kendiliğinden değil, ortak yaratımla, bunun bir kolu olan çevirmenlerce de yeterliliğe kavuşturulacaktır. Sözgelimi yazarlar, çevirmenler, tv.lere söz, görüntü, öykü, filim, eğlence üretenler de içinde “müşabehet, taayyün” gibi sözcükleri kimler şıppadak anlayabilir ki! Sözgelimi “ (…), Yabancı’nın sofisti ya benzerlikle, ki durum bu değildir ve diyalektik boyunca apaçık bir çelişkiye mahal verme tehdidi taşımaktadır, ya da müşabehetlerle, ki bildiği gibi bu, diyalektik çelişkiyi çözer, ancak böyle yaparak hakikat önsezisini mahkum eder, tanımlaması gerekmektedir.” (Deleuze’ün Felsefi Mirası, derleyenler G. Jones, J. Roffe, çev. Ö. Karakaş, s. 38.) Aktarılan satırların anlamı çok mu açık? Oldu, sözlüğe bakıyoruz. Ancak bu Osmanlıca sözcükleri, hele kavramları söyleyen ya da yazanlar eski bir yazmadan alıntı yapmıyor ki sözlüğe bakalım! Hem hangi dilin sözlüğüne bakmak gerekecek bunu biliyor muyuz? Kimin sözcüklerini aramalıyız? Sorun ingilizce bir sözcüğün anlamına bakmak olsa olağan karşılanabilirdi. Ancak çevirilerde sorunsallaşan çevirenin kullandığı onlarca sözcüğün anlamına çevrilen dildeki sözcüğü bilme olanağı olmadan bakmaktır. Sözgelişi neden anlamı “ortaya çıkma, belirme” olan taayyün için sözlüğe bakmalıyım? Bu sözcük çevrilen dilden aktarılmış değil ki! Yine örneğin “kesintisiz, izleyen, ardışık” karşılığı olan müteselsili hangi sözlüğe bakmam gerektiğini bilemeden aramak çevrilen yazının bir sorunu mu yoksa çevirenin çıkardığı ek bir sorun mu? Çevirmenler ek sorun üreten insanlar mı, yoksa sorunları azaltıp çözen insanlar mı olmalı? Oysa baştan beri sorun çevirinin osmanlıcaya değil türkçeye çevrilmesi sorunuydu. Yok, yayın alanında bu durum çok yaygın olduğundan dolayı kesin olarak ben yanlış algılıyor, anlıyor olmalıyım! Öyle ya çevirmenler derneği bir uylaşım, oylaşım, uzlaşma sağladı ki ben buna aykırı düşüyorum. Ortada ortak bir benimseyiş olması kuram ve uygulamaların bilimselliğine kanıtken hem ben kim oluyorum!
Çalışkan Ö. Karakaş’ın ya da başka çevirmenlerin çabasını kesinlikle küçümsemiyorum. Karakaş bunlara karşın yalnızca 478 sayfalık bir yapıtı çevirmiş değil. Aynı zamanda bir derlemede ayrı kavramlarla dokunmuş zor denemeleri, kavramları özgün birçok zor yazıyla uğraşmış. Çevirdiği yazarların yapıtlarını, kavramlarını kendinden önce çevirenlerin arkalarında bıraktıkları izlere de bakmak zorunda. Örneğin Karakaş ya da yayına hazırlayan şu alıntıya ve önceden bir başkası tarafından yapılan çeviriye kesinlikle bakmış: “metastabl bir sistemi aslen tanımlayan şey, ‘apayrılığın’ henüz orada olmayanla herhangi bir interaktif iletişim arasında iki apayrı gerçeklik düzeyinin, en az iki farklı boyutun varlığıdır (IA 87/ 138)” (Deleuze’ün Fel. Mir. s. 444). Evet, buradaki çeviriye fazla bir şey demiyorum. Bir de okuyucuyu gönderdikleri çevirideki bu bölüme bakalım: “metastabil bir sistemi özünde belirleyen, bir ‘aykırılaşmanın’ yani aralarında karşılıklı etkileşime dayanan en az iki büyüklük düzeyinin, iki aykırı gerçeklik ölçeğinin varlığıdır” (Issız Ada… çev. F. Taylan, H. Yücefer, s. 138).
Buradaki sorunlar üzerine konuşabilmek için elimizde iki yapıt daha olmalı: fransızcada ve ingilizcedeki basımları. Metastabl yazmakla metastabil yazma arasında bir ayrım yok mu? Önemli ayrım ise ‘apayrılık’la ‘aykırılaşmanın’ arasında. Bu kadarcık bir parçada başka önemli ayrımlaşmalar, ayrımlanmalar, ayrıklaşmalar da var çevirilerde. Sorun bu üç gerçekten çok değerli insanın hangisinin türkçesinin bugünlere daha uygun olduğu sorusu değil. Sorun türkçeye çevrildiği söylenen herhangi bir yapıtta eğer osmanlıcayı yalnızca anlamak ile anlaşılmak açısından oldukça eskimiş saymamız gerekecekse osmanlıca duyumsama, sözdizim, ek kök türetmeleri, anlam, anlatım, seslendirme (sesbilgisi), yapı gibi dilsel, dinsel, cinssel, topluluklarüstü duyumlamalarla ilgili sanıyorum.
Kısaca Karakaş’larla yüksünmeden uğraşılmalı. Çünkü bunu emekleriyle çoktan hak ettiler. Tıpkı Karakaş’ın bana göre derin bir biçimde anladığı Deleuze’ün kendisinden önceki unutulan değerleri ortaya sürüşü gibi. Gilles olmasaydı J. Duns Scotus’u nereden bilecektim ki! Bunu bana öğreten arabulucu ise kesinlikle çevirmen Karakaş.
Bu yüzden çeviri üstüne birkaç kısa artık (fazla) şey söyleyeceğim. Sözcüklerin seçimi neden önemlidir? Ben anlama engelliysem de şu sözcükler tam anlayacakken anlamın üstüne bir sis çöktürüyor da ondan. (Yine fal açalım: işe bak 107. yaprak –sayfa- çıktı.) “ifade/ iddiası/ ‘muazzam çinli’/ teşekkül –şekillenmiş?-/ fikrini reddetme/ meşru –şeriate uygundan geldiğini düşünüyorum-/ temsil –misalden gelse gerek-/ spekülatif/ pratik… ideali/ aktif ve otonom tabiatına/ ideanın/ iradenin/ metafiziğe/ felsefesi/ fark/ mecbur/ ziyade/ mantıki ve aestetik/ kelime/ taahhüdü/ eser/ monografi/ ‘Kritik ve Klinik’/ makale/ tekrar/ metni/ transandantal saha/ hissedilir/ sarih bir referans/ terminoloji/ ‘Fark ve Tekrar’/ mevzu/ şekilde/ atfettiği/ muğlak/ düşman/ dair/ atıf/ nihayet/ yahut/ proje/ rakip/” (Deleuze’ün Felsefi Mirası, der. G. Jones, J. Roffe, çev. Ö. Karakaş). (Tek tırnaklar arasındaki sözcükler Karakaş’tan önce başka çevirmenlerin türkçeye “Clinic and Critic”te olduğu gibi yaptığı çeviriler(?).)
Bir de bilerek açtığım iki yapraktaki şu anlatıma bakalım: “Kant, duyumsanan manifoldun genel bir nesne formunda (…)” (Karakaş: 111). Diğeri de “ (…) Kant deneyimin zorunlu olarak nedensel olduğunu söyleyebilir belki, ama bunun zorunlu olduğunu filleri ihtiva edeceğini söyleyemez, benzer şekilde Newtoncu türden yasalar da özgüllüğü içerisinde filleri anlamamıza, filler bu yasalara tabi olsalar dahi, pek de yardımcı olmayacaktır. İkincisi kendi tekilliği içerisinde doğa mevcuttur: yalnızca filler değil bir cinsin mensubu olmaklığından gayri tekil bir mahiyet [quiddity] olarak bu fil vardır.” (Karakaş: 113). Efendim?
Yayınevinde çeviriyi okuyan biri kesin vardır (S. Özer?). Neden Karakaş’a bu “manifoldları (en azından s. 111, 130, 223, 227’dekileri), filleri, aestetikleri na’pcaz” demedi? Bir yanıt o da ‘manifold’u, ‘fil’i, ‘aestetik’i daha bebekken öğrenmiş olabilir. Dalga değil, herkes çok şeyi bebekken öğreniyor. Ben de bebekken annem ağzında ıslatıp tülbente sararak ağzıma soktuğu ekmeğin tadını, kokusunu, yumuşaklığını sertliğini öğrenmiş olmalıyım (sormuk). Yani bu anlama, anlatma, anlamlandırma işleri epey de kişinin dışındaki koşullara bağlı. Öyleyse eğer, kendimizin sormuklarını değil kitapları okuyacakların koşullarını sorunlaştırmalıyız. Bu tümceyle eşzamanda kendimi çok kötü bir durumda duyumsadım birden. Yaşasın anamalcı düzenin akar geçer dilleri!
Manifold’u Google’de aramak aklıma gelmedi. Başka eksikliklerimin yanında böyle bir eksikliğim de var ne yazık ki! Google, web dondurucu geliyor bana. Sonra bunun bir araba parçası olabileceği geldi usuma. Sanki bir duymuşluk duygusuylaydım. Bu konuda görkemli bir sözlük olan P. Tuğlacı’nın Okyanus’unda bulabileceğimi düşünerek oraya baktım. “i. İng. 1. Gemilerde, içinden yakıt veya su boruları geçen sandık; 2. otom. Oto silindirleri giriş ve çıkışlara bağlayan ve değişik sayıda delikleri bulunan boru (…)” (P. Tuğlacı, Okyanus, Ans. Türkçe Sözlük). Şimdi diyelim ki yayınevinin 1000 tane bastığı bu kitabı okuyan insanın kaçı manifoldu bilebiliri kestirmek istiyorum. İkincisi “duyumsanan manifoldun” bununla ne ilgisi olabilir Pars Bey? Artık fillere bakacak, araştıracak gücüm yok. Estetik gibi bir sözcüğü eğer aestetik estetikse, ne yüzünden böyle yazmalı ki? Çevirmen ya da tercüme eden olarak bir mütercim ilk dilde geçen kavramları ikinci dilde yoksa eğer, bir yolunu bularak bunu o kitabı alanlara, onu anlamak isteyenlere anlaşılır kılmakla görevli olmaz mı (yani)? Hele para-mal-para-xn izlek (seri) bağlanmasına diklenenler arasında bir çevirmense!
Ağır mı konuştum? Bu durumdan damlanın en küçük bölütü dek hoşnutluk duymuyorum. Durumu yiğnileştirici olan beni böyle devindiren çevrindiren sorunun ağırlığı ya da yoğunluğu. Neyliyek ustaların serinletici yağmurlarıyla iç yangınlarımızı söndürmeye, beceremezsek yiğnileştirmeye kalkışak bari. “… Çünkü ne de olsa ‘kimse inkar edemez’ denilenleri inkar ederler. Bu itiraz aristokratik önyargılar adına yapılmaz: mesele düşünen ve düşünmenin ne olduğunu bilenlerin az sayıda olduğunu söylemek değildir. Aksine, zorunlu bir tevazuyla, herkesin bildiğini bilmeyi beceremeyen ve tevazuyla, herkesin tanıması icab eden şeyi inkar eden bir kimse, bu tek kişi bile olsa, var demektir. Ne temsil edilmeye gelen ne de herhangi bir şeyi temsil etmeyi isteyen bir kimse. İyi niyetli ve doğal bir düşünce yetisiyle donatılmış bir tikel değil, kötü niyetli ve ne doğal ne kavramsal olarak düşünmeyi becerebilen bir tekil.” (G. Deleuze, Fark ve Tekrar, çev. B. Yalım-E. Koyuncu, s. 180).
Yaprak 108’de olduğu gibi kitabın başından sonuna Karakaş’ın aktardığım sisli sözcüklerinin arasında görklü parıldayan ışıklı tümceler, düşünce öbekleri, bölümler, görklü duygulanımlar da çok… “Açıkça belirtecek/ Kant’ın içgörülerine/ söz konusu/ yanlış anlaşılmış/ yeterince geliştirilmemiş/ başarıyla gerçekleştirilmesi/ kendi özdeşlikleri içinde/ tikelliği kendi genel/ kesinliği kendi kavramları içinde/ kavramsal ve kavramsal olmayan düzenler/ kavram ve sezgi/ düşünülür ve duyulur/ olan arasındaki/ özel anlam uyarınca [hele bak bak!]/ eleştiri biçiminde felsefe yapma/ geç dönem makaleler toplamına değin/ etkilendiklerinde olduğu üzere/ Kant’a adanmış/ sunulan anlatı/ büyük ölçüde bu kaynaklara dayanmakta olup [hele hele bak sen!]/ kavramları ve soruları/ daha geniş etkilerinini görünür kılacak/” (Ö. Karakaş Deleuze’ün Felsefi Mirası, s. 108) güzelliklerine doyum olmaz bu yaratıların. Biliyorum ki bu gök/blue+s bir yaratı. İngilizcede yazılmış yazıdan olduğu gibi alınmış şeyler değil. İngilizce tümceler yalnızca Karakaş’ı güzel kışkırtmış aracılar olmuş.
Yukarıda sorunu çeviri, çevirmen üstünden değerlendirmenin yanlışlığını söyleyip veriştiriyorum. Bitirmeden şunları ekliyeyim. “Madem ki ferman verildi, biz de bağrına basak mührümüzü…” Ö. Karakaş’ı tanımıyorum. Karakaş belki de kara kaşlı değil. Olsun! Öyleyse de çok güzel bir kadın kişidir. Ancak Ö. tek değil. Bu dilin onlarca güzelci çevirmeni bulunuyor. Biraz daha yüreklilik gösterip “felsefe, fark, ifade, zihin, hakikat, tahakküm, iktidar, hükümet…” gibi yerlerinde, Ali Paşa’mdan beri güvenle yerlerinde kalan, “ebedî vü ezelî” bir sırıtışla gülen sözcüklerle de uğraşmak gerekiyor. Çünkü bir “*düş-” kökünden bile hep engellenmesine karşın “gizli dil ortaklığı anonim şirketi/ gdoaş” çalışanları yüzyıllardır yeraltı üretimini sürdürebiliyor. Düşünce, düş düşkünü, düşünü, düşünür, gündüz düşü, gece düşü, düşsel, düşçü, düşünümsel, düş yorgunu, düşünümcü, düşünümcülük, düşünülük, düşünür, düşünürce, yaz düşü, ilkyaz düşünüsü, düşlem, düşlemsel, düşlü, düşsüz, düş evi, düş yeteneği, düş yetisi, düşsel algı… çünkü her ana dilin toprağında birkaç kökten birkaç ekle sözcükler, kavramlar, terimler/tanımlar, imgesel deyimler… üretmek türetmek kolaydır. Felsefe, filozof sözcükleri grekçe bir taşıldır, kömürleşmiş bir kalıttır. Arapçadaki hikmet, hakim, hükema bile onu öz yurduna gönderemedi. Bile diyorum, 600’den beri yazısıyla, kentsel yaşamıyla, sözüyle, ticareti, fethi, sömürgenliğin olanaklarıyla çalışılan bir dil. Ondan çekiç vura vura “felsefesel” sözcüğünü yapsanız bile yine de bir hoşnutsuzluk duyarsınız. Sonunda felsefi diyerek kendinizi avutursunuz. Olup olacağı budur. Onu türkçedeki adın durumlarında çektiğinizde bile dilinizde bir kekre tat kalır. Yüreklilik işte gelecekte bu dilin içine doğmak durumunda kalanlara bilerek bırakılan bir kutu şekerleme armağanıdır. Zamanın hiç bozamadığı… Kaman kazılarında bulunan, Hititlilerin yetiştirdiği bu toprakların bilinen en eski iki tür buğdayına duyulan şaşkınlık, ondan devşirilen sevinç, sevgi gibi…
Otonomun anlamı kadar güzel bir şey var mı? Otonomu bu toprakların arapçasındaki muhtar, muhtariyet, ihtar, iftihar gibi sözcüklerin çağrışımları, izleriyle duyumsuyorum. Özerk sözcüğü türetilişinde ve kökünde sorunlu da olsa (türkçe öneksizdir denilir. Erk hiç de grekçe çınladığı denli türkçe çınlamıyor) tanış biliş gelişinden dolayı “gdoaşçılar” bundan olmadık şeyler üretiyor. Herkesin “hür/ ri/ yet çağında” bir hoş gezdiği zamanda “özgürlüğü” ilk yazan insanın yiğitliğine ne demeli ya! Bugün özgürlük sözcük doğurup duruyor. Amma da cinsmiş ha! Yarın da doğurganlığını sürdüreceği belli. Belki “hür” karşılığı daha uygun bir sözcük türetilebilirdi. Olsun, bu önemli bir sorun değil. Önemli olan dilin ortak çalışanlarına, adsız işçilerine –gdoaş topluluğuna- türetimlerini sürdürecek işlenmemiş özdekler sunabilme, yetiştirebilme becerisi, yürekliliği içinde olmak.
Yeni medreseci anlayış ne yazık ki çeviri yapıttan ana dilde bir yapıt yaratmaya dek severek, taparak, “serhoşluk içinde” osmanlıcaya, yabancı dillere kaçıyor. Bu da korkarım ki az sayıda bazı yazanlarca, çevirmenlerce daha anlaşılır olma, bazen daha bilgili görünme, bazen anlamı “cukkadak oturtturma” … adına yapılıyor. Kırklarını yaşayan ün kazanmış yazıcıların yalnızca yapıtlarının adlarına bakılsa, sanırsınız çelebiler sultan 2. Mehmed’in Fatih medreselerinden birini geçen yıl bitirmiş. Yapıtlarının içine baktığınızda osmanlıcanın yazma kurallarına uyan “bab-ı zuhur-u muzurat-ı nihayî” gibi tamlamalar, tümlemeler, yazımlar bulunuyor.
İnsan eskidikçe, kocadıkça, olgunlaşıp çürüdükçe görklülükten, gökçelikten aldığı pay azalıyor mu yoksa! Bu yüzden mi çok şeye karşı çıkıyorum? (Nietzsche duysa kesinlikle kulağımı çekerdi!) Doğrusunuzcu, doğru söylüyorsunuzcu, aynen öyleci, sizin de dediğiniz gibici bir “dem û devranda”, çağda bile bu sorunun yanıtlarından çoğu belkili.
Sorun her tür egemenliğe karşı savaşın, şavaşımın, direnmenin yalnızca siyaset alanında değil aynı zamanda anlama, anlamlandırma, anlatma alanında, bunların üretildiği dil alanında, onların dilinin dışında yeni, yenilenen bir dil yaratımında da sürmesi. Bu yüzdendir ki yeni osmanlıcılık “yaratılmak istenen cumhuriyet cemiyetini” terk etmemiş, osmanlıcılığın “lisan-ı kadimesi” olan osmanlıca durmadan güncellenmesiyle önce çeşitli “cemaatlerde” (örneğin 1965’in Aydınlar Ocağı, örn. TDAV, TTK, KBY, TİKA, örn. 1977’lerden bugüne dönem dönem kesintili de olsa yayınlanan Birikim, Doğu Batı, Tezkire, Cogito vd. çevreler) yaygınlaşmış “Cereyanlar” olmalı. Yetke, erk bilmenin önüne engeller çıkararak, bilgi ile bilmeyi dar ve özel toplulukların hakkı, malı kılarak işlemekte. Ya da bazı cemaatleri bilmeden yana engel çıkarıcı sayıp kıs kıslıyarak onlara dokunmayıp kendinden sayarak, onlara karşı bir şey yapmadan, bir şey ödemeden bir yandan da özgürlükçü ve demokrasici nitelenme olanakları kazanarak da işlemekte. Zaten böyle çok yönlü, çok işlevli “cemaatlerin” içindeki etkin adlara baktığımızda onların nasıl bir konumda yerde bir araya gelebildiklerini bir türlü anlayamayız. Engelleyicilerin ürettikleri irili ufaklı bilinçli bilinçsiz bütün engelcikler devlet tarafından toplanıp işlenerek “cemaatlere, onların aritmetik toplamı sayılan cemiyete” yeniden hap verilir gibi verilmiyor mu?
Bu nedenle daha çok kişide, daha çok toplulukta, çoklu çoklukta, anlama yetisinin oluşturulması, güçlendirilmesi, genişletilmesi kısaca anlatma ve anlama gücü araçlarıyla onları donatarak her türlü ayrımcılığa, ayrıcalıklılığa, özgürsüzlüğe, çirkinliğe karşı didinen, çalışan bunu bilse de bilmese de kendiliğinden sunanlar içinde başta sıkıntıdan kurdeşen döken çevirmenlerin, yazarların, öykü anlatıcılarının adına saygı duyulmalı. Ancak çevirmenler de bu dili dilimleme çabasını yaşayanlara çam sakızı armağanlar çıkarma uğraşını içsel bir görev saymalı değil mi?
Dili ortalıkta kullanma olanakları taşıyan ve dil edimleri başkalarına ulaşan insanlar, örnek alınan insanlar, özenilen insanlar dilde yanlış yapmaktan çekinmeden bıkmadan sözcük yakıştırmakta, kavram türetmekte direnselerdi bugün yagıya düşman denmeyecek, böylece de belki yagıya dayanarak türetilebilecek onlarca sözcükle mücadele, harb, mücahit, feth, murakebe, mütevazı… demeden anlama gücümüzü genişletmekte, artırmakta ve anlatma yetimizi genleştirecek yeni araçlar yaratmış olacaktık. Bu yüzden ana dilden düşürülen sürülen kökler, sözcükler, anlamlar… yanlarında birçok sözcüğü, kavramı, yaratım olanaklarını, olasılıklarını götürdüğünden insanın içini yakıyor. Bir “-lı” eki, bir “*bö-” kökü, bir “/ng/ (burunsak n)” sesi konuşmadan, yazmadan düştüğünde kaç bin sığasal, gizligücül örtülügüçsel içgüçlü durağangüçlü… (virtüel, potansiyel, bilkuvve, kudretsel) sözcüğü, kaç bin duyguyu, kaç bin algıyı, kaç yüz duyumu, kaç on düşünceyi, düşü, düşünümü… yanında götürüyor acaba? Havyarsevenlerin edimiyle, etoburların alışkanlıklarının yayılmasıyla azıcık da olsa benzeş değil mi bir dilden doğmuş, doğacak sözcükleri kara bir düşünü inancasıyla, kara bir erekle, kara bir inanç ve eylemle yok ediş?
Sorun bir topluluğun içindeki “insin cinsin” birbirini anlama yeteneğinin derecesidir. Yoksa bir sözcüğün çince ya da japoncadan alınmış olması değil. Anadan öğrenilen bir dil içinde yaşayan, o dili durmadan değiştiren, geliştiren, dile titizlenen bu birbirini ve kendini anlama çabasındaki insanların edimine yardım edebileceğini sanıyorum dil işçisi yazan, çeviren, çeken, çalan, söyleyenlerin. Çünkü birey yok, bireylik yok, bireysel yaşam yok bu gezegende. Bir ot diğerinin duldasında olmadıkça yaşıyamıyor. Bir hayvan başka hayvanın artırdığıyla geçiniyor. Bir insan bunların arasında, ortasında, içinde diğer insanlarla kurulu bağların bağışıyla yaşayabiliyor. Çünkü yaşamın, varoluşun zorunlu gerekirliği dilleşme, dilleşme de bir dil içinde birden artık kişinin varlığını, varlıklılığını gerektiren bir edim.
Son olarak bütün bu gezinmelerin, bazılarınca dalaşma, sataşma sayılabilecek düşünme çabalarının tüm yorgunluğuna iyi gelebilecek Uruz öyküsünde Kazan Bey’in oğluna “yagı”yı tanımlamasını aktarayım. “oglan eydür yagı deyü neye derler kazan eydür ogul anunçün yagı derler ki biz anlara yetsevüz öldürürüz anlar bize yetse öldürür” (Tezcan: 99). Yagılıgın bu durumu ne denli esrikleştirici bir Tangrı!
Yahni (ad.)
Bogaç Han öyküsünde “dirse hanı karşuladılar getürüb kara otaga kondurdular kara keçe altına döşediler kara koyun yahnısından önüne getürdiler” (Tezcan: 36.)” Sanıldığının tersine göçebelerde ince bir yemek pişirme, beslenme geleneği, ekini, yordamı bulunur. Elbet ağırlıklı olarak yemek pişirme gereçleri çarşı bazardan alınıyordu. Toylar ya da toplu yemekler için büyük kazanlara gereksinim olduğu açık. Bu gereçler üzerine öykülerde bol bilgi yoksa da gereçlerin varlığını pişirilen yemeklerin çokluğundan çıkarabiliriz. Göçebe yaşam yine sanılabileceğinin tersine daha derinlikli bir topluluk örgütlenmesi ister ve yaratır. Bu gereklerden dolayı ortaklaşa kullanılan yemek pişirme araç gereçlerini topluluğun elde tuttuğunu, bunları küçük toplulukların dışında bunlara göre daha kalabalık toplulukların develeriyle taşıdığını kestirebiliriz. Develer topluluklarca öncelikle taşımacılık amacıyle beslenirdi.
Yahni sözcük olarak unutulmasına karşın yemek olarak unutulmuş değil. Bir kere aslı farsça olan bu sözcük bugün “haşlama” olarak anılmakta ve pişirilmektedir. Yahni biraz değiştirilerek salçalı, sulu; patates ve yeşilbiber eklenerek taskebabı adıyla ya da fransızcadan ödünçleme “et sote” olarak da yapılmakta. Belki de öykülerin zamanında bu yemeğin adı “aşlama/ haşlama aşı” idi. Sözlüklerde bu sözcüğün kökü olarak yer yer Ermenice imleniyor. Ermenice de bilen Nişanyan ise “… sonradan türeyen /h/ sesinin kaynağı açık değildir. Erm. xaş- (suda kaynatarak pişirmek, haşlamak) fiiliyle benzerliği tesadüfi olmalıdır” (S. Nişanyan 2002, Sözlerin Soyağacı) demiş.
Türkmenler birçok sesliyle başlayan sözcüğe halaççada yaygın olduğu gibi /h/ eklerler. (Kaşgarlı’da arguca, Z. Gökalp argucayı göktürkçe ile ilişkilendirir. Bu ilişkiyi Kaşgarlı da belirtir. Doerfer halaççayı göktürkçenin son çağdaki örneği sayar…) Kalecik Türkmenlerinin dilinde ayva>hayva; durmadan kavun, karpuz, meyve yiyenleri niteleyen aşçı -yeme düşkünü>haşçı, avlı/avlu>havlı/havlu; öyük/üyük, üyyük>höyük/hüyük, hüyyük; öykünme>höykünme, öykürme>höykürme/ yüksek sesle ağlama aynı eğilimle /h/ sesi almış olmalı. Bu eğilimin tersine dönmesiyle de karşılaşılır. Arapça hafakan> afakanda olduğu gibi /h/ sesi atılarak söylenmektedir.
Bu soyağacına gitme çabası göçebe beslenme biçeminde haşlamanın tuttuğu geniş yerle ilgiliydi. Haşlama yaygın olarak toy ya da toplu yemeklerde pişirilen değişmez bir yemekti. Yaygın olarak sevilen bir aş olmalıydı. Yegenek’te Yegenek Oğuz yaşamındaki önemli şeylerin niteliklerini sıralar: “kese kese yemege yahnı yahşı/ segirdüginde sürçmese yügrük yahşı/ dayim geldüginde tursa devlet yahşı/ bildügin unutmasa akıl yahşı/ kariminden dönmese kaçmasa erlik yahşı” (Tezcan: 142.)
Haşlamada en çok kullanılan et koyun eti olmalı. Çünkü zorunlu bir neden olmadan atı, deveyi, sığırı yalnızca yemek için kesmek olası değil. Bir kez bunların sayıları az. İkincisi koyun bolluğunda damak tadı olarak koyun etinin tadının beğenilmesi ucundan doğal ki köylü Türkmenler 1950 sonrası kentlere göçünce yaygın olarak aradıkları ilk besin koyun eti oldu. Ölen birinin gömülmesinden hemen sonra verilen toplu yemek yuğ ya da canaşında at kurban edildiği öykülerde geçmekte. Varsayabiliriz ki yerleşikliğe geçmiş Alevi Türkmenler’de topluluğa yapılan kutsal yemek “lokma”nın ilk evresinde kurban etinin büyük kazanlarda haşlanarak pişirilmesi öykü topluluklarının haşlama aşı ya da haşlamasıyla nerdeyse aynıydı. Lokmanın pişirilmesinin ikinci evresinde pişmesine az kalmış aşa bulgur katılarak lokma hazırlanır. Lokmanın kutsallığına saygıdan dolayı kurbanın eti, su, tuz, tereyağı ve bulgura tat artıcı hiçbir şey katılmaz. Böylece yüzyılların lokma pişirme biçemi ve lokma devirden devire bir değişmezlik kazanmış olmalı.
Öykülerin yahnisi ya da haşlaması ise tadın artırılması, damakların dillerin şenlendirilmesi için türlü yayla otlarının ya da kurutulmuş otların katılışıyla hazırlanmış olmalı. Kendini pek beğenen narsist/narsisist bireyler yetiştirmiş anamalcı uygarlıkta yaşayan biz daha önce yaşayan toplulukların eti çiğ çiğ yediklerini bile sanırız. Pişirseler de şöyle bir ateşe tutmuş olmalılar sanırız. Batı aşçılığının öne çıkarılan ülkesi Fransa’da aşlığa/aşocağına/aşevine/mutfağa kullanılan onlarca baharatın upuzak Doğu’dan götürüldüğünü anımsamayız bile. Aşlıktan caydık daha 1990’lara kadar yemek satan yerlere yaygın olarak asılan “tabelalar”daki aşevini köylüce (Osmanlı ulemasının reaya ya da avamı/ ammı, amiyanesi) bulup tıpkı sütlaşın sütlaça, aşçının sanki adam ya da kadın yemek pişirirken ah çekiyormuş gibi ahçıya kıvırttırılması gibi, “acıkmadın mı, şu restoranta girelim mi, diye söyleşir üni. bitirince yurduna uygarlık taklası attırması beklenen yeni medreseli yeni mektepliler. Egemenlikçi kebabçılar, köfteciciler Mc Donald’ın evrensel –yıldıztakımlarıarası- biçemini çoktan kaptı. İnsan sanıyor ki Venüs’e gitse yüzlerce Mc Donald’ın yanında Sultan kebapçılara da rastlayacak.
Burada benim arılıkçı boşuna çabam ise binlerce yılın birikimini bize unutturup hamburger yedirmeye yazgılı kılanlara karşıdır. İnsanın hangi uruk ekininden geleneğinden yordamından olduğuna, hangi uygarlıktan aldığına bakılmaksızın birbirlerinden sevinçle ödünçledikleri hoş buldukları tatlar, görüntüler, kokular, dokunma duygularının/ dokunuşların ve besleyiciliklerin yitirilmemesine bir çağrı olarak da anlaşılabilir belki.
Haşlamanın ya da yahninin diğer bir özelliği ise bilinen, toplanan, yumrulu bitkilerin pişirmenin belli bir evresinde yemeğe katılmasıdır. Kanıtçı toparlak dünyanın kanıtlara bile kanmayan insanları olan bize iki örnek. İlki 14-15. yy.da yaşayıp yazan bir hekim/tabib/hakim olan –filozof- Konyalı Hacı Paşa’dan: “havıç: ete katılan sebze. ‘içine ne havıç bırağurlarsa anun tabiatın dutar’ –Teshil, xıv-xv. s. 32-.” (Tarama Sözlüğü.) Yani patates o zamanlar Güney Amerika’dan Sırbistan’a gumpir olarak bile gelemediğinden havıcı aş gazanında yalnız bırakmış olmalı. İkincisi hekim/hakim –filozof- Ali Çelebi’nin 14. yy.da Aydın Beyi Umur Paşa’ya sunduğu Yadigar’dan: “Darçını aşa ekeler ve sarımsak katalar nohuda bir dirhem fülfül döğeler beze bağlıyalar bile bişüreler kuvveti aşa çıka –Yadigar, xıv. 6-2-” (Tarama Sözlüğü.) Ali Çelebi’nin fülfülü için internette yorulmayınız hanım: “1. Biber 2. Karabiber. Didüm ey meh benlerün fül-fül midür naz eyleyüp –Vasfi, xvı. yy.-” (Büyük Larousse.) 1300’lerde yazan asıl adı günümüzde bilinmeyen Hamzaname’nin yazarı olduğu için Hamzavi diye anılan kişiden hoş olan ek bir alıntı: “Rast geldiklerin kimin bastırma, kimin keşkek ve kimin eşki aş idüp… –Hamza xıv. 37, 50-” (Tarama Sözlüğü.)
Başka yazmalardan kekiğin, nanenin, biberin, reyhanın, soğan ve (dağsamırsağının) sarmısağın, yermantarı (domalan) ve göbeleklerin; kenger, şekerdikeni ve hatta yeni çıkmış kangal saplarının kabukları soyularak yemeklere severek katıldığını biliyoruz. Soğanın göçebe aşlığında/mutfağında ve toplu yemeklerde aşbazların olmazsa olmazı olduğunu öykülerdeki dilden kestirebiliriz. “/ol kafirün…/adem etin yahnı kılan aşbazı olur/” (Tezcan: 100). (Burada aşçı yerine kafiri vurgulamak için bir yabancılaştırma sözcüğü aşbaz kullanılmış olmalı. Türkmenler Türkmenistan, Azerbaycan ve Türkiyede kutsal toplu yemekleri pişirenlere “keyfeni/kiyfeni” derlerdi. Bu sözcüğün Türkiye ve Türkmenistanda yaşadığına ilişkin tanıklıklar bulunuyor.) Yoksul ve dağda bayırda bulunan kişinin kolayca ulaşabileceği soğan bir öyküde şöyle vurgulanıyor: “yanmış arpa etmegi acı sogan öyüni değil” (Tezcan: 108).
Öykülerde eğer ötekileri dikkatimden kaçmadıysa bir yerde sarmısak geçmekte. Boyu uzun Borla Hatun’un sarmısagı olumsuz etkisiyle tanımlaması çok etkileyici. “/sam yelleri esmedin kazan kulagum çınlar/sarımsak otın yemedin kazan içim göyner/” (Tezcan: 103). Ancak göçebe yaşamın olduğunca göçebe beslenmesinin ve tat tatma, hoşnutluk kazanma ereğinin de anlayış olarak bazara en az bağımlı bir biçimde bu tadlandırıcılara, tat vericilere ulaşma çabasıyla uygulanması gerekir. Bu kesinlikle bazara ulaşma koşullarının zorluğuyla hiç de ilgili değil.
Yukarılarda dağınık da olsa anlattığımız gibi göçebelerin yaşamlarındaki araç gereçlerin üretildikleri uygarlıkların göçebelerin yaşam bölgelerine uzaklıkları günümüz insanını hayrete düşürür. Kapitalizmin küresel aşamasındaki kadar dünyanın otunun çöpünün yaygın tüketimi olmasa da –Anadolu göçebelerinin 1970’lere dek mango, muz, avakado, enginar, çinlahanası, brüksellahanası… yemediklerine yemin edebilirim- göçebe uygarlıklar da Çin’den Maçin’e üretilen birçok ürüne, araç gerece kolayca ulaşıyordu. Hem de hiç para kullanmadan. Takas göçebelerde alışverişlerin temel biçimiydi. (Kulaklarıma birden çocukluğumdaki çerçilerin sesleri geldi. “Leblebici geldi, üzümcüüüü, gavutcuu! Çorap eskileriyinen, yün eskileriyinen, bakır eskileriyinen…”)
Öykülerde Bizans’a mal almaya giden tacirlerden dem vurulması göçebe yaşamındaki bu iki yönlü mal akışını bize duyumsatıyor.
Şimdi de sözlük biçemiyle –sınırlarıyla- bir haşlama/yahni tanıtımı vereyim. (Elbet isteyen binlercesine ulaşır. Burada ben yalnızca kışkırtıcı olmak istiyorum.) “yahni kavrulmuş soğan ve salça ile pişirilen, sade veya sebzeli et yemeği.” (TDK 1988, Türkçe Sözlük.)
Bu kadar dolaşıklaşmamızda kavuşmak istediğimiz erek ya da murat sözlüklerin ve her tanımlama çabasının aynı kıldığı haşlama ile yahninin ayrımlarını sezdirebilmek içindi. Anlatıcının, yazıya geçirenin ya da kağıda çekerek çoğaltanın yahnisi, aşlama ya da haşlama olmalı demeye getirdik.
Günümüzde taskebabı denilen aşın adı farsçada yahnidir dedik. Haşlama ise yaygın olarak et, havuç ve patatesle iki evrede hazırlanan bir aş. Az limon sıkılarak çorba gibi içilebilir. Haşlamada en beğenilen parça koyunun incik kemiğinin yer aldığı parçadır. Sağaltım inancasına (ideoloji) gönülden taparak tadı tuzu uzaklara atıp haşlamanın nelere nerelere iyi geldiğini, ne kadar yarayışlı olduğunu yazacak olursak “insanın yaşlı midesinin ağrılarını keser. Mideyi ve bağırsakları dinlendirir, rahatlatır…” diyebiliriz.
Views: 47