“…göçebe yaşamı imrendirici gösteren şey yazıcı ya da anlatıcının sandığı “altın taht”a oturmak değil, bu kendine yeten, artık ürünleri toplulukla birlikte tüketen, tüketmek zorunda kalan, hoşlanarak bir şenlikle bir şenlikte tüketen, ortaklaşa üretip mal varlığı açısından benzeş konumlarda konumlanışın, nesneler iyeliğinin nerdeyse yarını düşünmeyi bir yana bırakıcı bir eli açıklığın öykülerin yaslandığı yer oluşu. Durum böyle olunca eşitliğe dayalı özgürlükle birlikte ortaklaşa paylaşma, tüketim, artık ürünü olanın kendini yağmalatması, armağanlaşma, karşılıklı yardımlaşma yaşamı görklü kılıyor.”
Zengin (sıfat.)
Bu farsçadan ödünçlenmiş sözcüğü bugün malı, anamalı, parası çok olan diye anlarsak sanki imlediği birçok şeyi kaçırıyoruz. Yeni bir varlıklı olma tanımına gerek var. Geçmişte kişilerin mal, taşınmaz mal, altın, yetke ve yetki çokluğu durumunu artığıyla anlatan bu sözcük bugün varlıklıların aslında yalnızca sonul olan bunlarla nitelenemeyeceğini düşündürtüyor. Kısacası varlıklı olmak bugün mal, taşınmaz, anamal dışında ele geçirilen, elde olan şeylerle tanımlanabilir görünüyor. Bu şeyler de görünmeyen bir yetke, görünmeyen bir güç, görünmeyen bir egemenlik ağını çekip çevirebilme konumu ve o konumun yönetimde etkili olabileceği bir yere oturması, kısacası ünlü bir seçkinlik durumu. İşte bunları ele geçirenlere egemen diyoruz. Bunların para değil, anamal issi olduklarını ve bu anamalın bir sonuç olduğunu unutmazsak farsça “zengin”in çağlar gerisinde donup kaldığını, imledikleri şeylerin ne kadar az olduğunu anlarız. Baki’nin miydi, “bu şehr-i İstanbul ki bi-mislü behadur/ Yek pare sengine acem mülkü fedadur//” ikiliği? Bir Microsoft şirketine bir gezegen feda değil mi! Belki de yetmez.
Bir zamanlar zengin karşılığı önerilen varsıl ise pek kullanılmıyor. Bunun beğenilmemesinin “ –sıl” ekiyle türetilmesiyle yakından ilgili olduğunu sanıyorum. Ortak beğeni “yok+sul”daki gibi onu her türlü bağdan kopuk düşündü belki. Aslında varsıl demenin gereği de yoktu. Çünkü dil akarında durmadan kendini güncelleyen bir sözcük vardı. Var-lık-lı! Zengin eleştirimi bu varlıklı sözcüğü için geçerli sayamayız. Çünkü varlıklı biri güç, yetke, yetki ve anamal issidir. Varlıklı yukarıdaki bütün nitelikleri söylemeden kapsıyor görünür.
Öykülere ve onların sisli zamanlarına gelince, zengin, zenginlik sözcükleri kişilerin issi oldukları malları, altınları oldukça iyi gösteriyor. Öykü kişilerinin görünmeyen varlıklılığı bir birine denk düştüğünden zenginliğin egemenlik, güç, yetkeyle pek bağı kalmıyor.
Belki de göçebe yaşamı imrendirici gösteren şey yazıcı ya da anlatıcının sandığı “altın taht”a oturmak değil, bu kendine yeten, artık ürünleri toplulukla birlikte tüketen, tüketmek zorunda kalan, hoşlanarak bir şenlikle bir şenlikte tüketen, ortaklaşa üretip mal varlığı açısından benzeş konumlarda konumlanışın, nesneler iyeliğinin nerdeyse yarını düşünmeyi bir yana bırakıcı bir eli açıklığın öykülerin yaslandığı yer oluşu. Durum böyle olunca eşitliğe dayalı özgürlükle birlikte ortaklaşa paylaşma, tüketim, artık ürünü olanın kendini yağmalatması, armağanlaşma, karşılıklı yardımlaşma yaşamı görklü kılıyor. Bu güzellikte biriktirme, onu çocuklar aracılığıyla gelecekteki belden ineceklere kalıt yoluyla aktarma; adı, soyu kalıcı kılacak kalıt düşüncesi de oluşamıyor. Ancak göçebelerin dışında bölünmüş toplumlarda bu kalıt bırakma düşüncesi ve tutkusu çok güçlü görünüyor. Bu güçlülük ki düzeni (nizamı) kuran ve düzenin üstünde kurulduğu yerdir.
İran Selçukluları sultanı Melikşah’ın bir ululanmasında el-Cüzcani Nizamül Mülk’e karşı onu şöyle söyletir: “Öyle ise yetimlerin malına tamah etmek insafsızlık olur. Her kim mal kazanıp biriktirmiş (…) haram veya helal [mal] toplamış ise, bunun sebebi ondan sonra evlad ve yakınlarına ulaşması içindir; biz onu zulumle, zorbalıkla alalım diye değil.” (el-Cuzcani, agy. s. 83).
Yagma geleneğinin toplulukları, topluluklar içerisindeki kişileri varlıklılık açısından ayrımlılaştırıp topluluk işleyişini parçaladığını öne süren tarihçilerin düşüncesini anlamam pek olası değil. Bunu öne süren düşünce insanları bence pek açık değil. Çünkü öykülerdeki yagmayı yalnızca Kazan’ın yaptırdığını düşünmek, bu yagmalatmanın onun ününü ve yetkesini artırdığını varsaymak, hele yagmanın etkisinin pençik düzenini sürdürdüğüne inanmak oldukça dayanaksız geliyor bana.
Bir kıza dünür gidecek kişileri bulmak için bile o ocağın beyleri, kocaları bir araya toplayıp onları toyladığı göz önünde bulundurulursa artık mal varlığının eritileceği yükümlülükler birer yagmalatmaya dönüşecektir. Böylece koşulların denk gelmesiyle mal varlığının artışı kat sayısı, çünkü bakılan koyun artışı sayısı rastlantısaldır, artık ürünü tüketme, tükettirme geleneklerinin uygulanma kat sayısı karşısında küçük düşecektir.
Beyrek’te Borla Hatun topluluk içindekilerle ve topluluk dışındakilerle yardımlaşma, dayanışma geleneklerini şöyle vurgular. Borla Hatun da böylesi davranışlarından dolayı erendir, erdemlidir… “kuru kuru çaylara su saldum/ kara tonlı dervişlere nezir verdüm/ yanum al[a] bakdugumda konşuma eyü bakdum/ umanına usanına aş yedürdüm/ ac görsem toyurdum yalıncak görsem tonatdum/ ” (Tezcan: 104). (Daha n’apsın kadınca’ğız! Egemen olup yanındaki komşulara vergi mi salsın! Öyle bir gelenek içinde zorunlu kalarak varlıklılığını her gün yagmalatıyor.
Peki kuru çaylara su salmak da ne oluyor? Binden iki olasılık: kuruyan çaya su döktürme yoluyla çayın yeniden akacağı umulur. Bir büyü yordamı. Buna Borla hatun da inanmasa gerek. Gene de yağmur yağsın diye yom vermeye toplananların ekininde töresinde olduğu gibi böyle bir gelenek olabilir. İkinci olasılık, ortalıkta kapalı bir eğretileme var: bir şekilde geçimliklerini yitiren ocaklara –kıran, çapula uğrama, geçimliklerini kurtlara kaptırma gibi- geçinebilmelerine yetecek sayıda koyun kuzu gönderdim… -2 çocuklu bir ocak 8-10 koyunla yaşama tutunabilir. Çünkü bir yıl sonra koyun sayısı katlanacaktır-… Bence öylesi bir toplulukta bu sekiz on koyun verme sıradan bir davranıştır.)
Anlatıcı Oğuz beylerinin varlıklı olmasını temel olarak sınırdaş urugların yagmalanmasına bağlar gibidir. “kalın oguz begleri toyum oldu kazan beg ordusını oglanını uşagını hazinesini aldı geri döndi altun tahtında [oturdı] yedi gün yedi gece yeme içme oldı (…) cılasun koc yigitlere kıla ülke verdi şalvar cübbe çuka verdi” (Tezcan: 66). Bu öyküde Oğuzların ne ürettikleriyle ne de nasıl tükettikleriyle ilgili doğrudan bir kayıt bulabiliriz. Toyum eden çapuldur. Sınırdaş urug yagmalanmıştır. Tıpkı Yegenek’te olduğu gibi. “pes bir ugurdan begler hisara yöriyiş etdiler yagmaladılar” (Tezcan: 145). Olumlu yagma olumsuzluğu hiç olmazsa birazcık da olsa arıtmaktadır. Bu arıtma yedi gün yedi gece süren yeme içme ve savaşçılara dağıtılan giyeceklerledir. (Para aklama/arıtmayla bir benzeşikliği yok gibi görünüyor.) “kuşun alakanını kumaşun arusını kızun gökçegini bayındır hana pencik çıkardılar bakisin gazilere bahş etdiler” (Tezcan: 145). İşte beylerin dışında savaşa katılan “gaziler”e savaşçılara bırakılan “geriye kalan” çapul.
Bu işleyişe ve anlayışa öykülerdeki tek karşı gelme, eleştiri ve karşı eylem Yegenek öyküsünde Yegenek’te görülür. Yegenek Düzmürd kalesine babasını kurtarmaya giderken yanındaki 24 savaşçı sancak beyine gördüğü düşü anlatır: “ag boz atlar çapdurur alplar gördüm/ (…)/ ag sakallu dede korkutdan ögüt aldum/ (…)/ göz ucıyıla ol ere bakdum/ dayum emen imiş anı bildüm/ (…)/ ogul yegenek kanda gederisin dedi söyledi/ men eyitdüm düzmürd kalesine gederem babam onda tutsak imiş dedüm burada Tayum mana soylamış eydür (…) yedi katla vardum/ ol kaleyi alımadum gerü döndüm/ menden dahı er kopmayasın / yegenegüm dön/ dedi yegenek düşinde tayısına soylamış eydür kalkubanı yerinden turdugunda/ ala gözlü beg yigitleri yanına salmadun/ adı bellü beglerile sen yortmadun/ beş akçalu ulufeciler yoldaş etdün/ anuniçün ol kaleyi sen alımadun/ (…)” (Tezcan: 142). Burada yalnızca yagma arkasında koşan, yanında paylarına düşecek beş para için bulunan çapulcuları yoldaş kılan Emen beye ve onun çapulculuğuna, çapul eylemine ağır bir eleştiri yok mu?
İşte bu eleştiri Türk, Moğol bakışlı, devletçi bakışlı anlatıcıyla, yazıcıyla Oğuz anlatılarından geriye kalan Yegenek anlayışını ayrı kılan bir eleştiridir. Tarihçilerin devlet ve yabgusundan bilgiler verdiği Oğuzlar neden bu öykülerde hiç olmazsa bir yerde yabgu diyemediler? Bu öyküler herkesin söylediği gibi katman katmansa, bu katmanların derindeki zaman ve yerlerinden bir sözcük 750’lerden 1000’e dek süren bir zamandan bir han, bir yabgu, bir kaan, bir sultan adı fışkırmalıydı. Hazarötesinden fışkıran bir yer adı, Karacuk dağları gibi bir de yabgu, beygu, şah, emir adı ortaya çıkmalıydı öykülerde. Batı ve Güneybatıdan komşuları olan sınırdaş Türk devleti Hazarların iki üst yöneticisi hakan ve yabgu ünvanlıydı. Yabgu ayrıca Göktürk, Uygur, Karluk uruglarının kurduğu devletlerin başlarında bulunan egemenlerin de ünvanıydı. Oğuzlar Seyhun’un aşağı akarları ve Aral’ın Kuzey, Kuzeybatı bozkırlarında yabgusuz beygusuz beyleriyle birlikte bir egemenlik örgütü kurmadan 1000’li yıllara üç beş yıl kalana dek yaşamayı becerdiler. Bu az bir zaman mı? Ne diyelim “yıkılsın devletli eller!”
Bu yüzden kaç boylu olursa olsun Oğuz boylarbirliği devletleşememiş, devletleşmek istememiş, devletleşmeye karşı dolayısıyla varlıklı yoksul, aklı karalı topluluklar oluşmasına karşı önlemler geliştirerek birlikte ağlamış, birlikte gülmüşler. Ancak değişik dönemlerde çevrelerindeki devletler arasında devletsiz yaşayabilmek tarihin hiçbir döneminde hiçbir urugta kolay, uzun dönemli süren bir durum olamamıştır. Oğuz yurtlarının çevresinde kurulu devletlerin akınları, onlara özenen içteki beylerin toplulukların edimleri eylemleri karmaşası içinde birlik dağılıp gitmiştir.
(Burda Selcük beyin babası Dukak/ Demir Yaylı –Reşidüddin’e göre Lokman beg- gibi, onların boyu –Kınık- gibi kişi ve toplulukların çevre devletlere –Dukak Oğuzdan kaçıp Hazar devletinde savaşçı bey/emir olmuştu. Ölümünden sonra da Hazar’da oğlu Selcük subaşı/ savaş beyi oldu- paralı savaşçı olmaları gibi edim ve eylemleri konu ediyorum. Oğuzlardan tutsak alınıp, kaçırılıp saraylara “gulam adayı” olarak satılan çocukların 7 yıldan uzun bir zaman eğitilerek savaşçı, saray görevlisi, ordu yöneticisi emir olması üstüne konuşuyorum. (Sebüktegün bir gulamdı. Daha sonraki yıllarda Samanilerin içinden Gazneli devletini çıkardı. Sultan Baybars Sebasteia/Sivas pazarından satın alınmış, Kahire’de bir soyluya satılmış bir köleydi. Sonra o devletin başı oldu… Bağdat’ta saray, ordu oğuz köleleriyle doluydu. Odalıklar, cariyeler, saray hizmetçileri… Oğuzlar’ın bu dağılışında “Harezm’de vali” görünen Cendli Alioğlu Şah Melik –Cend Meliki; Beyhaki’den aktaran Cuzcani s. 65- gibi kişilerin hiç etkisi yok muydu? Öyleyse bu bir alın yazısıdır ya tarihin değişmez yasalarının bir sonucudur.
Oğuz Yabgu devleti için gösterilen tek kanıt olan Şah Melik’le ilgili önemli bir tanık Beyhaki’den aktaran Cüzcani’dir. Onun ve kaynağı Gazneli devlet yazıcısı Beyhaki’nin anlatımı hiç de açık değil. Tersine Hazarçevresi Oğuzlarının paramparça olarak 1030’lu yıllara girdiklerini gösterir. (Alıntı Dede Korkut’taki boylarbirliği dediğim yapının Yabgu devleti olduğuna dayanak gösterildiğinden önemli sayılabilir. Bu dayanak da özellikle “Cend meliki” kavramının Cend Sultanı, Kralı, Padişahı olarak okunmasıyla engellidir. Bu kavram Gaznelilerin “Horasan melikleri”nde olduğu gibi il yöneticisini -ilbaş’ı, emiri, valiyi- göstermektedir ki bu Gazneliler yönetiminde bilinen bir ünvandı. Onların hanına ise Abbasilerin gölge devleti –taşeron devlet- Samanoğullarının yıkılması ardından Bağdat’tan verilen bir ünvan olan “sultan”la ünlenilirdi/hitab edilirdi… aşağıda köşeliparantez içindeki koyu yazılar benim notum; diğerleri çevirmenin. Yuvarlak parantez içindeki yazaçlar çevirmenin farsça verdiği sözcükler olup ben Latin yazaçlarına aktardım:
“Sultan Mahmud [Gazneli] (…) dört bin Selçuklu göçerini/ yolcusunu (…) Ceyhun’dan geçirdiğinde onların önderleri (…) dört kişi idi: Yağmur (YGMR), Boğa (BVKA), Göktaş (KVKT’Ş) ve Kızıl (KZL). Horasan civarındaki otlakları onların arasında paylaştırdı ve onları Horasan meliklerine teslim etti. Hiçbir silah çeşidi bulundurmamaları için emir verdi. Selçuk’un büyük oğlu onların büyüğü idi [Arslan Yabgu<İsrail]. [O] Yiğitlikte meşhurdu. Onu iki oğluyla Multan’a gönderdi. (…) Onların Mavera’ü’n-nehr’de kalmış olan bakıyyeleri [ise], [Oğuzların ve Kınık boyuna katılmış alttopluluklardan kalanlar]her yıl Nur Buhara’dan Dargan-ı Harezm’e (DR G’N HV’RZM) otlağa geliyorlardı. Onların Şah (Ş’H] adındaki Cend Meliki ile eski bir husumetleri vardı. Mes’ud-ı şehid’in [Gazneli Mahmud’un oğlu](…) saltanatı döneminde Emir-i Harezm Altuntaş’ın oğlı [Harun], Sultan’a isyan etti. Selçuklular o isyanda ona yardımcı oldular. [Harun bunun karşılığında] 425 (1033- 1034) senesinde Harezm beldelerinden biri olan Ribat-ı Maşe adlı yeri (mevzi’) onlara otlak olarak (çerehor) verdi. Cend Meliki onların durumundan haberdar olunca onların üzerine saldırdı ve onlardan sekiz bin kadar insan öldürdü. Çok az bir kısmı [sağ] kaldı. [Düştükleri] durum [karşısında] şaşkına dönüp ne yapacaklarını şaşırdılar. Emir-i Harezm Altuntaş’ın oğlu asi Harun öldürüldü. [Ancak] Selçukluların diyar-ı Harezm’de kalmaları mümkün olmadı. Buhara Meliki olup Afrasyablı [Karahanlı] hanlarından (…) gelen Ali Tegin’in oğullarının korkusundan [Maveraü’n-nehr’e] gidemediler. [Bu yüzden] mecburen kendi adamları ve yoldaşları ile birlikte yedi yüz kadar atlı [ile] Nesa ve Merv tarafına geldiler. [Bu sırada] onların [Merv çevresine daha önce gelmiş topluluklar] emirlerinden olan Yağmur ölmüş ve ondan [geriye] kalan bir oğul kalmış idi. O cemaat [Şah Melik ve Ali Tegin’den kaçan] [Selçuklular], Harezm tarafından Nesa ve Merv civarına geldiklerinde Yağmur’un oğlunun onlara mukavemet etmeye gücü yoktu. Çünkü her ne kadar onların [Selçukluların] sayıları az idiyse de Yınallılar (…) ve onların dışındaki diğer taifeler onlara katılmış idiler. Yağmur’un oğlu, onların önünden [çekilip] Irak tarafına gitti ve Rey’i aldı.” (S. el-Cuzcani, Tabakat-ı Nasıri, s. 65, 66.)
Parçalanan topluluklar her yöne göç etmeyi yaşama tutunacakları bir zorunluluk, bir olanak olarak kavramış olmalı. Bir kesim topluluklar Bizans sınır boyları olan Balkanlara, Bulgaristan’a, Romanya ve Moldova’ya bir kısmı Horasan yoluyla Kafkaslar ve Ortadoğu’ya dağılmışlar. Bu dağılışta aralarındaki bazı toplulukların İslam’a girişi de etkili olmuştur.
Oğuzların devletleşmemesine yanmış değilim. Tersine seviniyorum. Çünkü onlar kalabalık topluluklarına karşın devletsiz bir yaşamın olabilirliğinin bilinen önemli bir örneğidir. Onların bir sultanının, padişahının, emirinin, yabgusunun, beygusunun… adının tarihçiler tarafından bulunamaması “en azından bulunana dek böyle ünvanlı bir yapı yok”u göstermez mi?
Bunlardan dolayı da yandığım S. Peacock’un vurguladığı noktanın ikinci savınadır: “Ancak belki de Oğuz devleti kendi kendine yok olup gitmiş ve yerine hemen başka bir siyasal yapı kurulmamıştı [sav 1]; Mankışlak örneğinde gördüğümüz gibi Oğuzlar bir devlet yapısı olmadan da yaşamlarını sürdürebiliyorlardı [sav 2].” (S.. Peacock, Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu, çev. Z. Rona 2016).
Gerek Çingiz Han’ın gerek Timur Sultan’ın devlet kurucu temel eylemi çevrelerindeki her topluluğu, boyu, boybirliğini değişen ve her çapulda kat kat çoğalan akıncılarla sürdürülen kuralsız, ilkesiz, acımasız yagma, talan, kadın kaçırma, çocuk ve her cinsten tutsak alma baskınlarıdır. Bu edimler devlet kurmak için yeterli mal, varlık ve deneyimi kesinlikle sağlamaktadır. Timur bu çapul yıllarında Harezm’de bir boya yapılan akında bacağından ağır yaralanarak kaçabilmiş, iyileştiğinde topal kalmıştı. Bu yüzden Aksak Timur, Timurlenk –leng farsçada topal anlamına da gelmektedir- olarak adlandırılmıştır. “… konur atlu kazana keşiş deyen beg yegenek torı aygırına bindi” (Tezcan: 51) diye tanıtılan Yegenek’in eleştiri bundan dolayı önemli bir siyasal eleştiridir.
Ancak öykünün bu düş anlatısına bitişik olayı Arşunoglu Direk Tekür’ün 24 sancak beyini sırayla yenmesi, onları geriye kaçırtmasıdır. (Eski savaşlarda savaşın ilk evresinde taraflardan bir savaşçı karşıdan bir karim/rakip isteyebilirdi. Bu bir savaş geleneğiydi.) Sıra Yegenek’e gelir: “kafirün çignine bir kılıc urdı geyimini keçimini togradı altı parmak derinligi zahm erişdürdi (…) heman döndi kaleye kaçdı yegenek ardından yetdi (…) ensesine eyle çaldı kim başı tob gibi yere düşdi andan yegenek atın dönderdi leşkere geldi tutsak olan kazılık kocayı salı vermişler çıkub geldi” (Tezcan 144). Bunu izleyen olay şudur: “yegenek babasıyıla görişdi andan kalın begler [ile] görişdi pes bir ugurdan begler hisara yöriyiş etdiler yagmaladılar babasıyla yegenek gizlü yaka tutuban yiyleşdiler iki hasret birbirine bulışdılar issüz yerün kurdı gibi ulışdılar tangrıya şükürler kıldılar” (Tezcan: 145). (Bölümde yazmadan kaynaklı sorunlu bir sözcük çekilmesi/ çekimlemesi “ugurdan”dır. “’GRDN” ile yazılı olan sözcük “ugrından” “bir gizli yoldan” olabilir. Uğrun bugün yalnızca “gizli gizli” anlamında türkülerde geçiyor. Bir Silifke yöresi türküsünde “Eşin eşin gel gel/ Uğrun uğrun gel gel/ yinelemesi/nakaratı var. “Uğru” türetmesi ise çalan, çırpan, hırsız anlamına gelir.)
Öyküde açığa çıkan bir şey de yukarıda Yegenek’e yüklediğimiz anlayışı doğrular gibidir. Yegenek bir yaşında ayrıldığı babasıyla uzun yılların verdiği özlemle kurtlar gibi uluşurken Tekür karşısında kaçan beyler Tekür öldürülünce “pes bir ugurdan” hisara girerek yagmalarlar. Öyküde bu yagma mallar daha önceden anlattığımız gibi iyileri Bayındır Han’a gönderilir…
Öykülerdeki betimlemelerde ortaya çıkan beylerin issi oldukları hayvan sayısının çokluğu başka bir yaklaşımla değerlendirilebilir mi? Örneğin Beyrek için Deli Karçar’a dünürcü gidecek olan Dede Korkut’un bir tümcesi insanı böyle bir okumaya kışkırtıyor. Bu bakış açısıyla 12 öyküde adı geçen beylerin issi oldukları hayvan türleri ve sayılarının çokluğu nerdeyse aynı sözcüklerle anlatılıyor. Bu iki savı sondan başlayarak kısa kısa örnekleyeyim.
Yegenek’te Kazılık Koca tutsaklıktan kurtulunca tekürü öldüren ama tanımadığı oğluna sorar: “kazılık koca derleridi bir kişi varıdı bayındır hanın veziri idi şerabun itisi başına çıkdı kaba dizinün üzerine çökdi bayındır handan akın diledi bayındır han destur verdi nereye dilerisen var dedi (…) kazılık koca temam 16 yıl hisarda tutsak oldı (s. 139) (…) kazılık koca tutsak oldugı vakt oglancugı varıdı bir yaşındaydı (s. 140) (…) Tutsak olan kazılık kocayı salı vermişler çıkub geldi hay beg yigitler kafiri kim öldürdi deyü [haber sordı] soylamış görelüm (…) kaytabanun mayesini yüklü kodum/ nermidir mayemidür anı bilsem/ kaza[gucum kısragın yüklü kodum/ aygırmıdur kısrakmıdur anı bilsem/ ag]ayılum koyunını yüklü kodum kocmıdur koyunmıdur anı bilsem/ ala gözlü görklü helalum yüklü kodum/ erkek midür kızmıdur anı bilsem/ mere yigitler haber mana/ yaradan ışkına” (Tezcan: 144). [‘Yüklü koymak’ı ‘gebeyken ayrıldım okuyun.] Burada Kazılık’ın mallarına yoğunlaşırsak nerdeyse bütün beylerin mal varlığıyla tür ve yaklaşık sayı olarak aynıdır. Birim olarak deve için kaytaban (deve barınağı ya da kaba benzetmeyle deve ahırı), at için kazaguc (tavla, ahır), koyun için agayıl/ ağıl (barınak, ahır) kavramları geçmektedir. Varsayımlı olarak bir ağıl koyun sayısal olarak öteki hayvanların sayısından kat kat artıktır. Bu artıklık hayvan bedenlerinin irili ufaklı olmasının yanında Oğuzlarda temel üretim aracının koyun olmasıyla da ilgilidir. Bunu “yüklet, binit” kavramlarından çıkarabiliriz. Yük taşımak için deve, binmek için at yetiştiriciliği temel üretim aracı sayılamaz. Ancak koyun için öykülerde birçok yerde “şişlig” denmektedir. Şişlig önemli ve imrendirici bir yiyecek adıdır. İki yaş yaşamış dişi koyunlara Anadolu’da “şişek” denilir. *şiş- kökünden türetilmiştir. “dirse han oglancugı idügin bilmedi karşu geldi soylar görelüm hanum ne soylar eydür (…) agayıldan tümen koyun/ gederise menüm geder/ senünde içinde şişlig[gün] varısa/ degil mana” (Tezcan: 46). Bogac agasına eydür: “agayılda tümen koyun/ senün geder/ menümde içinde şişligüm var/ [komagum] yok kırk namerde/ (…)” (Tezcan: 48).
Hayvan türlerinin barınakları mal issileri için eşit sayıda hayvanı barındırmasa da beylerin mal varlıkları ağıl, kaytaban, kazaguç olarak aynı sayıda. Koyun sayısı olarak Kazan’ın sürüsünün büyüklüğünü bir öykü abartılı bir yuvarlamayla belirtiyor: “kafirün biri eydür kazan begde bir hayfumuz kaldı şökli melik eydür mere aznavur ne hayfumuz kaldı kafir eydür kazanun kapulu [kara] dervendde on bin koyunı vardur şol koyunları dahı götürsen kazana ulu hayf ederidün dedi” (Tezcan: 51). Abartıya gelince, “gece yaturiken karacuk çoban kara kaygulu vakıa gördi (…) kıyan güci, demir güci bu iki kardaşı yanına aldı agılun kapusını berkitti üç yerde depe gibi taş yıgdı” (Tezcan: 52) denmekte.
Bir kere 10 bin koyunu alacak bir ağıl kurmak göçebe yapı kurma bilgi ve deneyimiyle olanaklı değil. İkincisi 10 bin koyuna kesinlikle 3 çoban bakamaz. Bir sürü koyun tarımcı hayvancı İçanadolu’da yaklaşık 300 koyunluktur. Bunu iki çoban otlatmak zorundadır. Tarım alanları sınırlı olan Hazarötesi göçebelerinde bu sayıyı en artık iki ya da üçe katlayabiliriz. Bu sayı bile imgeseldir. Çünkü çoban kırda her koyunu dün gün izlemek zorundadır. Bu kendiliğinden gelişen bir yetenektir. Ancak bir sürüde varsayımlı 800, 900 koyunu izlemek de olanaklı değil. Kalecik Afşar’da 1945-1960 arasında -tarımın pek akar geçer olmadığı yıllarda- yer gök koyun görünürken 50 ocağın beslediği yaklaşık 5 bin-6 bin koyun idi. Afşar’ın otlak sayılabilecek toplam yayılım (koyunların otladıkları, yayıldıkları kırlık ile ekilmemiş tarlalar) genişliği dağ bayır da içinde 15 bin dönümlük bir alandı. Bu yüzden öyküdeki (10. 000: 3= 3.333 koyunluk) 3-4 binlik sürüye bir kişinin çobanlık yapabilmesi ancak kurtla kuzunun kardeş olduğu göksel kırlarda olanaklıdır.
Hazarötesi doğasıyla Anadolu doğasını pek karşılaştırmadan yalnızca su kaynakları açısından bile 10 bin koyuna yetecek su bulmak, her gün bu kaynaklara yakın yerlerde sürüyü otlatmak olanaklı değil. Çünkü koyunların otlatıldığı yer 2-3 gün hatta daha artık dinlenmeye bırakılmazsa orada ot görebilmek bile olanaksız olur. Burada 10 bin koyunluk varlığın yalnızca Bayındır Han’a özgü olmadığını da belirtelim. Çünkü Bogaç öyküsünün Dirse Han’ı da “agayılda tümen koyun/ gederise menüm geder” demekte.
Öykülerde tümen yineleyelim 10 bin demek. Bunları -gerekçelerimi yukarıda belirttiğim için- tarihçilerin çoğu gibi sayısal gerçeklikler olarak okumaktan yana değilim. Kısaca 10 bin, tümen, bin bin, yüz yüz deyimleri “pek çok” anlamında Türkiye’de yaygın olarak 40 yıl öncesine dek kullanılırdı.
Dünürcü Dede’ye, yani birinci kışkırtıcı okumaya gelince: “dede korkut eydür yarenler çünki meni gönderürsiz bilürsiz kim delü karçar kız kardaşını dileyeni öldürür bari bayındır hanun tavlasından iki şehbaz yügrük at getürün bir keçi başlu keher aygırı bir toklı başlu torı aygırı nagah kaçma kovma olurısa birisini binem birisini yedem dedi (…) vardılar bayındır hanun tavlasından ol iki atı atı getürdiler” (Tezcan: 74). Aynı barınak sayısında hayvan issi olan oğlan babası Bay Büre beyin tavlası dururken neden Dede Bayındır tavlasından at istiyor? Deli Karçar’ın istediği başlık Bay Büre’nin mal varlığını öngörmemizi sağlıyor. “ bay büre beg eydür hele ne diledi dede eydür bin aygır (…) bin dahı bugra (…) bin koc dileyübdür (…)” (Tezcan: 76). Sonra varıp Bayındır Han’ın tavlasından iki atı hangi bağla, gelenekle, töreyle, gerekçeyle getirebiliyorlar?
Bu soruların olanaklı tek yanıtı Oğuz topluluklarının ya da boyların alt kümelerinin/obalarının yerleşim zorunlukları, hayvanların beslenebilme koşulları tarafından belirlendiğine göre beylerin anlatıcı tarafından verilen mal varlıkları o alt kümenin ya da kümelerin ortak malı olmalıdır. Başka bir varsayımsal yanıt bey sayısındaki çokluktan dolayı hayvan sayılarının aritmetiksel toplamının o yurtlarda beslenemeyeceğinden dolayı olanaklı değildir. Bu ortaklık aslında otlakların, suların, yaylaların, kışlakların topluluğa ait olması tarafından da zorunlu kılınmaktadır. Sınırlandırılmış yurtlar öykülerden anladığımıza göre tek tek topluluklarındır. Örneğin Dumrul’un babası “karşu yatan kara tagum gerekise/ söyle gelsün azrayilün yaylası olsun/ sovuk sovuk bınarlarum gerekise/ ana içit olsun/ tavla tavla şehbaz atlarum gerekise/ ana binit olsun/ katar katar develerüm gerekise/ ana yüklet olsun/ agayılda agca koyunum gerekise/ kara mutbak altında anun şöleni olsun/ altun gümüş pul gerekise/ ana harclık olsun/ (…)” (Tezcan: 119) diyerek tüm mal varlığını sayarken sınırlandırılmış yayla, su gibi üretim araçlarını da sıralamaktadır. Bunun göstereni birkaç öyküde “ordı/ordu” kavramıyla vurgulanmakta: “buga acımışıdı gendüyi bir yüce yerden atdı begil at cılavısın yenemedi bile uçdı sag uylugı kayaya tokundı sındı (…) kaftanı altından ayagın berk sardı var kuvvetile atınun yelisine düşdi avcılardan ırdı dülbendi bogazına geçdi ordusı ucına geldi oglancugı emren bahadur babasına karşu geldi” (Tezcan: 158). Begil’in ocağının geçimlik otlağının sınırı “ordusı ucına geldi” ile vurgulanıyor.
Aynı kavram birkaç sözcükle, aynı vurgularla nerdeyse bütün öykülerde yinelenmektedir. Bu kavram Deli Domrul’da “meger bir gün köprisinün yamacına bir bölük oba konmış idi ol obada bir yahşı hub yigit sayru düşmiş idi” (Tezcan: 115) “bir bölük oba” ile anlatılıyor. Beyrek’teki “karşu yatan kara tagı/ sorar olsam yaylak kimün/ sovuk [sovuk] sularını/ sorar olsam içit kimün/ tavla tavla şehbaz atları/ (…)” (Tezcan: 84) vurgusu da geçimliğin toplulukça üretildiği üretim araçlarını göstermektedir. Yurt yerinin, ordunun, oba ve bölüğün topluluğa ortak olması gerektiği onların artırılamazlığından dolayı bir zorunluluk olduğundan Dumrul’un babası da Beyrek’in kız kardeşi de topluluğu adına, topluluğun bir örnekçisi olarak konuşmaktadır. Çünkü kandaşlığın töresinde topluluk üyeleri tasada kıvançta, ün hakkında ve ölümde kalımda ortaktır.
Böylece gerçekte birinci derecede kandaş olan, bir dede ile bir ebeden/eciden türeyen bir alt küme ya da oba bir büyük ocak ya da ailedir. Bu da hayvanların ortaklığını zorunlu kılan bir öğedir. Çünkü kandaşlığın bu belirleyici işleyişi bugünkü anamalcı düzende bile biraz daralarak –çekirdek- da olsa ocak içinde zorunlu ortaklıklığı sürdürmektedir. Anababalar kalıt tüzesi açısından öldüklerinde anamal ve diğer varlıklarını çocuklarına eşit olarak bırakmış sayılır. Elbette kalıt tüzesinin -ya da miras hukukunun- ve güvenlik güçlerinin desteğiyle.
Bu söylediklerimizi destekleyici bir sözcüğe, “aga”ya göz atalım. “ag ban evüm şundan geçmiş gördünmi degil mana/ kara başum kurban olsun çoban sana/ dedi çoban eydür ölmişmiydün yitmişmiydün a kazan/ kanda gezeridün neredeydün a kazan/ dün yok öteki gün evün bundan geçdi/ çoban böyle degec kazan ah etdi aklı başından getdi dünya alem gözine karangu oldı eydür agzun kurısun çoban/ dilün çürisün çoban/ kadir senün alnına kada yazsun çoban dedi (…) ne kakırsın bana agam kazan/” (Tezcan: 56).
Aga derebeyliğin “aga”sı değil burada. Öykülerde aga, o zamanda türkmencede olmayan baba sözcüğünün karşılığı olarak. İkinci anlamı da “ağabey”. Öykü katmanlarında ‘aga’dan ‘baba’ya geçişi çok açık olarak izleyebiliyoruz. Türkmencede agadan “ağabey” türetmek ise bir yenilik sayılamaz. Çünkü adı olan herkes bey ve “abi” anlamındaki aga da bir bey. Bunu küçük bir alıntıyla berkitelim. Gerdek çadırında gelinle söyleşen Segrek kendisine “murad ver murad al andan get yigidüm/” diyen geline şöyle der: “mere kavat kızı agam başına and içmişem dönmegüm yoh dedi kız eydür kademi kutsuz gelin deyince udsuz gelin desünler kayın atama kayın anama eydeyim dedi soylamış kız eydür (…) ala gözlü oglun kardaşını andı geder/ agca yüzlü geli[n]ün dönderimez (…) ata ana ah ettiler yerlerinden kalktılar ogul getme deyü gördiler çare olmadı elbetde ol agam tutılan kaleye varmayınca olmazam dedi ” (Tezcan: 171).
Aganın baba anlamında söylenişi de birçok yerde geçer. Begül oglı Emrenün… öyküsünde oğlu babasını at üzerinde yaralı olarak görür: “oglan burada soylamış (…) arkurı yatan ala taglar etegine ava vardun/ kara tonlu kafirlere ugradunmı/ ala gözlü yigitlerün kırdurdunmı/ agız dilden bir kac kelime haber mana/ kara başum kurban olsun agam sana” (Tezcan: 159).
Karacuk çobanın “agam kazan” demesi, hem de öyküde vezir, beylerbeyi, han olarak ünlendirilen bir beye agam demesi derebeylik ilişkileri içinde bir kulun/serfin söyleyebileceği bir ünleme değil. Karacuk çoban böyle dediğinde onunla kazan arasındaki ilişkinin derebeyi ile yanaşma/kul (serf) arasındaki bir ilişki değil, eşit ve birbirine kandaşlık bağlarıyla bağlı iki insan arasındaki bağı da ünlemiş olur. Ayrıca söyleşmenin ilk tümcelerinde Karacuk şaşkın Kazanı azarlamaktadır da. “… çoban eydür ölmişmiydün yitmişmiydün a kazan/ kanda gezeridün neredeydün a kazan/ .” Karacuk’un Kazan’ı azarlama yetkisi, gücü hangi bilinçten, hangi bilinçdışından çıkıyor? Gerçekte ağıldaki koyunlarda payı, ortaklığı olan bir insandır Karacuk. Aynı zamanda Karacuk Kazan’la aynı topluluğun özgür ve eşit olan bir kişisidir. Kazan’ın ocağından kişilerin tutsaklığı onun yürüğeni de göyündürür. Çünkü kandaşlık bağı var. Yagmalanan mallarda da ortaklığı…
Elbette Karacuk agam derken, yaşça büyüğüm, agabeyim anlamında seslenmektedir. Bugün de böyle demiyor muyuz ratlaştığımız bizden yaşça büyük görünen tanış ya da yabancı insanlara? “Abi ben Sefaköy’e gideceğim. Dolmuşa ya da otobüse nereden binebilirim?”
Geriye E. Werner’in Oğuzlarda derebeylik ortaya çıkarmaya çalışan tezlerine birkaç tümceyle bir soru iliştirme işi kalıyor.
1960’ların akarda geçerli (reel mi desek, gerçekliği saymaca olan öğretiler, soyutlamalar, genellemeler, indirgemeler…) marksizmi yeryüzündeki bütün zamanların toplumlarını beş tip gösterir. Bu tipleri belirleyen de üretim biçimi ve üretim ilişkileridir.
Oğuzlara yoğunlaşmadan önce birkaç tümcelik şu soyutlama, genelleme ve indirgeme yaklaşımlarının ayrılmazlığına değineyim. Birbiriyle ayrılmaz üçüzlerin bir aradalığı ilk bakışta usa aykırı durur. Tersine bütün toplum bilimlerinde bir türlü ayrılmaz bir üçlüdür bunlar. Reel Marksistlerde de en tutulan bir yöntemdir bu. “bizim burada söylediklerimiz pek çok ‘Marksiste’ idealizm olarak görünecektir. Ancak asıl idealizm, hem de en çiğinden ve en safiyesinden idealizm, gerçekte bu tarihsel gerçekliğin bütününü, zorunlu olarak geri kalanından soyut, dolayısıyla da basit ve katıksız olarak soyut olan (ve, en iyi olasılıkla bir fikir düzlemine ait) tek bir etkenin eyleminin sonuçlarına indirgeme çabasında yatmaktadır. Gerçekten de ‘tarihsel maddeci’ olarak adlandırılan kavrayışta, tarihi ilerleten fikirlerdir –sadece, felsefi, siyasal, dinsel, vb. olmak yerine teknik fikirlerdir. Bu fikirlerin işler hal alabilmek için çalışma araçları ve yöntemlerinde ‘cisim bulmaları’nın gerektiği doğrudur. Ancak bu cisim bulma fikirler tarafından belirlenir; yeni bir araç, üretim etkinliğinin ilişkilerini, olanaklarını ve nesnesiyle birlikte tasarlamanın yeni bir tarzını oluşturduğu ölçüde yenidir. Dolayısıyla, teknik fikirler bir tür itici güç olarak kalırlar.” (C. Castoriadis, Toplum İmgeleminde Kendini Nasıl Kurar? s. 37, çev. H. U. Tanrıöver 1997-2013).
Oğuzlar’a dönelim. Onlar “ilkel komünal” ve “köleci” bir toplum değilse, ki 900’lü yıllarda böyle olan kalan bir “toplum” bulunmadığından öyleyse “feodal” bir toplumdur. Çünkü daha “kapitalist toplum”, “sosyalist toplum” o zamanlarda yok… Bu beşliye sonradan eklenen bir de “Asya Tipi Üretim Biçimli” toplumlar var. Buna dönemin marksistlerinin de ayrımına erdiği beşliye katamadıkları sınıflama dışı kalabilecek olan “toplum”lar sokuluyor. Böylesi bir basitleştirmeyle verdiğim belirtme elbette eksikli ve yanlıştır. Bu kuramın ayrıntılarına girmedikten sonra her söylenen eksikli olacaktır. Yine de C. Castoriadis’in 1960’lardaki şu değerlendirmesi bana çok önemli geliyor. “Öncelikle, Marx’ın (ve tüm Marksist hareketin) bizatihi ekonomiye verdiği temel önem artık aynen sürdürülemez. (…) Üretici kaynakların mülkiyetinin belli bir biçimde edinilmesinden hareketlele (…) değerlerin oluşumu, mübadelesi ve paylaşımını belirleyen soyut ve nicelleştirilebilinir ilişkiler sistemi. Bu bağıntılar, işleyişi özgül, diğer toplumsal bağıntılardan bağımsız yasalarca denetlenecek özerk bir sisteme dönüştürülemez. Kapitalizm örneğinde bu yapılamaz. Hele de, ekonominin toplumsal etkinlik alanı olarak ‘özerkleşme’ eğilimini en fazla kapitalizmde gösterdiği dikkate alımdığında, daha önceki toplumlarda, bunun büsbütün yapılamaz olduğu anlaşılır. Kapitalizmde bile ekonomi bir soyutlama olarak kalır;toplum, diğer toplumsal bağıntılara ikincil gözle bakılacak kadar, ekonomik topluma dönüşmemiştir.” (C. Castoriadis, Toplum İmgeleminde Kendini Nasıl Kurar? c. 1, s. 29, çev. H. U. Tanrıöver 2013.)
Ancak yaşamın karmaşası, kargaşası sosyal bilimlerin, insan bilimlerinin ve de tarihsel materyalizmin arı diri sınıflandırmalarına uymuyor. Tekillikler, özellikler, kuraldışı kalışlar kurallara baş kaldırıyor hep. “W. König de göçerlerin hayvan yetiştirimini ‘üretimin belirli bir gelişmişlik düzeyindeki üretici güçlerin uzmanlaşmış bir gelişim yönü’ olarak görür; ve Sellnow gibi, bağımlılık ilişkilerini sürüler üzerindeki mülkiyet farklılaşmalarından türetir; ancak kural olarak bu farklılaşma, sınıf ve tabakaların birbirlerinden kesin sınırlarla ayrılarak kristalleşmesine yol açmamış, daha çok toplumsal ilşkilerin hareketliliğini sağlamıştır ki, bu da göçer ekonomilerinde başka üretim tarzlarıyla bütünleştikleri zaman bile feodalizmin ön koşullarının neden belirlenmediğini açıklar. Sovyetlerde yapılan araştırmalar ise bunun tersini kanıtlıyor. S. G. Agadzanov 10. yüzyıldaki Oğuzlar konusunda, mülkiyetin aşiret ve boy aristokrasileri tarafından gasp edildiğini ve bunun, otlaklar temelinde örgütlenen toplulukların çöküşüne yol açtığını ve kara budunu, yani basit halkı bozkır aristokrasisiyle karşı karşıya getirdiğini savunuyor. El konulan otlaklar, ürünlerden rant alma için ekonomik bir yaptırım aracına ve komşular arası yardımlaşma, bir sömürü biçimine dönüşür. Kemkes’te (halk meclisi)[kengeş?] aristokrasinin sözü geçer. Han seçiminde kara budunun rolü göstermeliktir. S. E. Tolybekov bu toplumsal durumu ataerkil feodalizm olarak adlandırıyor.” (E. Werner, Osmanlılar [1300-1481], c.1, s. 40, 41, çev. Y. Öner, Alan y.1986.)
“Şimdi şu soruyla karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz: Göçebe feodalizminin ekonomik temelini otlaklar mı yoksa sürüler mi oluşturmaktaydı? Marksist tarihçiler arasında bu konudaki görüşler farklıdır. (…) sürüler geçimin temel kaynağını oluşturuyordu. Ama bundan, sürülerin göçer toplumların ekonomik temeli oldukları sonucunu çıkarmamalıyız. Sürülerin çoğalması otomatik olarak otlak alanlarının yaygınlaşıp büyümesine ve [sürünün kontrol altında tutulması için] zengin sürü sahipleri tarafından çitle çevrilmelerine yol açar. Sürü olarak mal varlığındaki farklılıklar S. Natsagdorj’a göre sonunda gens düzenini parçalayıp sınıflı bir yapı ortaya çıkartamazlar. Bunun gerçekleşmesi için mal zenginliğinin ötesinde otlaklara da el konması gerekir; ancak bozkır aristokrasisinin ellerindeki bu ekonomik yoğunlaşma ilk olarak basit çobanların sömürülme koşullarını yarattı.Gerçi bu çobanlar da hayvan sahibiydi [yani köle değildiler]ancak hayvan sayısı ailelerini beslemeye asla yeterli değildi, bu da feodal aristokrasiye ekonomik bağımlılıklarına yol açıyordu. Başka bir deyişle, aristokrasinin mülkiyetindeki toprak ve sürüler, Asya göçerlerinin feodal üretim tarzının temeliydi, çok yakında devlet toprağı da baskın ve başat bir rol oynayacaktı.” (E. Werner, agy. s. 42.)
Ne diyelim, Oğuzlar hiç yaşadı mı acep? “Fakat olayın kendisi nedenselliklerle bir yerinden çıkma veya bir kopuş halindedir. Bu yasaya göre bir yerinden çıkma, bir çatallanma, yeni bir olabilirlikler sahasını açan sağlam olmayan bir durumdur.” (G. Deleuze, F. Guattari, İki Delilik Rejimi, s. 239).
Gökten ikilikler düştü. Biri benim: “Dua-guyem erenler ben begaayet/ Bana ta’n edene Hak ede rahmet// Beni sevmeyüben merdud edenler/ Size rahmet diler<m>em ez hidayet// Sıfatım görüp ikrah eyleyene/ Muhammed Mustafa kılsın şefaat// Benim gıybetimi her kim ederse/ Hu’dadan ermeye ana nedamet// bana her kim atarsa zerrece taş/ Birine bin ere Hak’tan hidayet// Bana her kim dediyse Rafizidir/ Hakaaret görmeye ruz-ı kıyamet// (…)” (Virani, Virani Divanı, s. 159, der. A. A. Atalay 1998.)
Views: 60