[dropcap style=”dropcap_style1″ textcolor=”#ffffff” background=”#EA2323″ fontweight=”500″]G[/dropcap]ayatri Spivak, eleştirilerinde ve yazılarında, “eskinin sömüren ve sömürülen ilişkisinin artık yeni bir ortaklaşma biçimi olarak karşımıza çıktığını, siyah beyaz ayrımın gri bir işbirliğine büründüğünü ifade eder.” Doğulu yerli; artık batıyı merkez almış ve argümanlarını batılı bir imge olarak üretilmiş “doğululuğunu” (Edward Said) her an yeniden tescilleyecek bir dil ve gösterenler ilişkisinde eklemlenme sürecine girmiştir.
James Cook ve adamları Pasifik Adaları’na ayak bastıklarında açlıktan bitmiş, aylarca süren yolculuktan dolayı birer paçavraya dönmüşlerdi. Yerliler, adaya daha önce gelip kardeşlerini katletmiş olanlara benzeyen bu vahşi adamlara korkuyla bakıyordu. Britanyalılar, bir yandan yemeklere saldırıyor, bir yandan da dinledikleri “yamyamlık” hikâyelerinin etkisiyle soruyorlardı: “Siz de yamyam mısınız?” Yerliler bu beyaz adamların kendilerini çiğ çiğ yiyecekleri korkusu içinde “Evet” dediler, “biz de yamyamız” (Ania loomba)
Şüphesiz kolonyalizmin bu ilk nüveleri sömüren ve sömrülen arasındaki ilk ve son trajik diyalog olarak yetinmekle kalmayacaktı. Sonrasında sömürgecilik bugün bile kendisiyle farklı boyutlarda iç içe geçtiğimiz o sembolik, pratik vadinin ötesine geçerek, her bireyin ruhunda kendini yeniden üretecekti. Tarihin o akışkan ve kendini her an yeniden farklı açılarda üreten tüm felsefi, ideolojik, duygusal, siyasi birikimlerini kolonyalist süreçten bağımsız düşünmek mümkün değil.
Bu dönüşüm o ürkek yerlinin kendine biçmek zorunda kaldığı rolün ötesine geçerek, ben ve öteki ayrımını egemen olanın şekillendirdiği yeni bir dil ve gösterenler ilişkisine evrilerek sömürgeciyi meşrulaştıran ve tahakkümü haklı çıkaran ikiyüzlü devasa bir zihin, edebiyat ve sosyoloji mirası bırakalı artık bir hayli zaman oldu.
[blockquote style=”blockquote_style2″ align=”alignleft” textcolor=”#000000″ background=”#ededed” bordercolor = “#ea2323”]Tıpkı fizikte olduğu gibi; nasıl ki her iki enerji formu birbiriyle karşılaştıkları an, birbirlerini bir daha asla eskisi gibi olmayacak şekilde dönüştürüyorsa, tarih de tıpkı böyle bir etkileşim ve dönüşüm üretme sürecidir. [/blockquote]
Kolonyalizme dair pek çok şey yazılabilir ama bu yazıdaki önceliğim kolonyalizm sonrası postkolonyal evrede dil ve gösteren ilişkilerinin nasılda yeni bir sömürge ahlakı inşa ettiğine dair kısa bir değerlendirme niteliğinde. Tıpkı fizikte olduğu gibi; nasıl ki her iki enerji formu birbiriyle karşılaştıkları an, birbirlerini bir daha asla eskisi gibi olmayacak şekilde dönüştürüyorsa, tarih de tıpkı böyle bir etkileşim ve dönüşüm üretme sürecidir. Kolonyalizmden miras kalan edebi metinler, düşünsel formlar, bilgi ve bakış açısı ilk dönem sömürgelerde yeni bir reddiye dili ve itiraz üreterek edebiyata, sanata, tarihe farklı bir birikim ve zenginlik katmış gibi dursa da sonrasındaki süreçte aslında yerli ve “bakir doğunun” yeni bir boyutta “medeni beyaz adam” sömürgeciliğine eklemlendiğini göstermiştir.
Postkolonyal süreci ifşa eden yazılarıyla bilinen Gayatri Spivak, eleştirilerinde ve yazılarında, “eskinin sömüren ve sömürülen ilişkisinin artık yeni bir ortaklaşma biçimi olarak karşımıza çıktığını, siyah beyaz ayrımın gri bir işbirliğine büründüğünü ifade eder.” Doğulu yerli; artık batıyı merkez almış ve argümanlarını batılı bir imge olarak üretilmiş “doğululuğunu” (Edward Said) her an yeniden tescilleyecek bir dil ve gösterenler ilişkisinde eklemlenme sürecine girmiştir.
Spivak’ın (1988) deyimiyle, sömürgeci-sömürge ilişkisi benzeri bir “uluslararası iş bölümünde” sömürülen olarak yer alması demek oluyor. İyice günümüze getirdiğimizde, örneğin bir tarafta “herkesin yapabileceği” mal üretimi gibi işlerle artık uğraşmayıp, marka (brand) denilen bir kimlik ya da kavramsal-eklenecek-değer (conceptual-value-added) üretenlerle, onların bu kimliklerini -ekledikleri malları satılmadan önce üzerine değer eklenebilecek kadar ucuza üretmeyi marifet bilip çalışanlarını çalıştıkları halde yoksulluğa mahkum eden evcil, işbirlikçi ötekiler arasındaki uluslararası işbölümü gibi (Bakınız, Klein, 2000). Böylece “postkolonyal” bağımsızlığın tescillenmesi ya da aldığı icazet, büyük ölçüde bu tanıdık kendi-öteki ilişkisi metninin sorgulanmadan kabulünden kaynaklanıyor.[*]
[blockquote style=”blockquote_style2″ align=”alignright” textcolor=”#000000″ background=”#ededed” bordercolor = “#ea2323”]Dünün Afrikalı kölesi siyahi adam artık ABD ordusunda öteki yerlilere “demokrasi” götürüyor. Arap tüccar Avrupa borsalarında parasını değerlendiriyor. [/blockquote]
Dünün Afrikalı kölesi siyahi adam artık ABD ordusunda öteki yerlilere “demokrasi” götürüyor. Arap tüccar Avrupa borsalarında parasını değerlendiriyor. Yerli tüccar markalaşmış ürünlerin ticaretini yapıyor. Bilgi ancak batılı bilgiden icazet alabildiği kadarıyla makbül ve akademik sayılabiliyor. Markalar bu isimsiz postkolonyal evrede serbest dolaşım sağlayabiliyor ve henüz kolonileştirilme süreci bitmemiş coğrafyalarda ise, markaların yerini savaş makinaları alıyor.
Bizim durumumuza gelecek olursak; bir yandan serbest piyasa şartlarındaki uyumluluğumuz öte yanda ise siyasilerin kullandığı o ikircikli dil. Mesela şu sıralar sürekli dillendirilen dış mihraklar veya her şeyi organize eden gizemli tanrısal dış güçler, üst akıl ve benzeri ifadeler, kolonyalist dönemden kalma dil ve gösterge biçimleridir. Bilinçli olarak sıcak tutulan bu lisan böylece masum bizler ve şeytani ötekiler ayrımının o bol verimli vadisinde semizlenme imkanı buluyor.
[inline_posts box_title=”Tavsiye Edilen Yazılar” align=”alignleft” textcolor=”#000000″ background=”#f2f2f2″]48, 51, 60[/inline_posts]
Oysa işgalci beyaz adam ve masum yerlilerin kolonyalist ilişkisi biteli çok uzun bir zaman oldu. Post-kolonyal bir evredeyiz artık. Çatışmalar ve ortaklıklar sermaye sınıfları arasında gerçekleşiyor. Organize işlerin artık din, dil, ırk ayrımı yok. Daha ziyade eklektik, ultra esnek bazen kesişen bazen ayrılan bazen iri parçalı bazen ufak ganimetleri bölüşen şirketokrasinin ortak çıkar grupları var .
“Dış mihraklar”, “alt akıl”, “üst akıl” propagandası kitleleri eski kolonyalist argümanlarla akışkan tutarken, post-kolonyal ilişkilerin yerli ortaklarını ve bu işlerden nemalanan sermaye gruplarını perdelemeye ve görünmez kılmaya yarıyor sadece.
Sloganlar ve hamaset edebiyatı gidecek hiçbir yeri olmayan, yabancı bankalara kredi borcunu düzenli olarak ödemekle mükellef kitleler için mağduriyet ve motivasyon türetmeye yarayan yeni bir boş gösteren dilidir. Sermaye ise sınırsız, kaotik ilişkiler ile meşgul.
Hatta post-kolonyal ilişkilere iyi bir örnek yakın bir zamanda ABD’nin Müslüman bir ülkeye saldırısını sevinçle karşılayan diğer üç Müslüman ülkeyi gösterebiliriz.
Elbetteki postkolonyalizm kolonyalizmden bagımsız değerlendirelemeyeceği gibi modernizm ve postmodernizmden de bağımsız değildir ama bu konular makalenin amacını aşabileceği gibi burada ifade etmeye yetmeyecek kadar derinlikli tartışma konularıdır.
Şimdilerde elimize tutuşturulan bu yeni evrede avuntu gerçekliği perdelerken, gelecek içinde fazlasıyla karamsar bir tablo çiziyor. Bu anlamda uyanık olmak ve dilin altını kazımakta fayda var. Budha’ya ithaf edilen “kişi, dilinin altında gizlidir” mottosu, toplumsal gösterge ve popülize edilen dil için de geçerlidir.
Umut Saygı
[*] Gayatri Spivak’tan aktaran “Modernizm, Postmodernizm, Postkolonyalizm: Ben-Öteki İlişkileri ve Etnosantrizm” – Tuğrul İlter
Views: 122