Bir Fransız yazarının kaleminden Hayırsızada’ya sürülen köpeklerin hikâyesi. İstanbul’un, sihirli güzelliğinin bütün ihtişamıyla gözler önüne serildiği bir akşam vakti rıhtıma ayak basarken, Galata’daki köpeklerden hiç birinin ortalıkta görünmediğini fark ederek şaşırdık. Batı’da yayınlanan gazetelerden, yeni Jön Türk rejiminin, şehrin sokaklarının görünüşünü değiştirdiğini, bu arada sokakları dolduran binlerce köpeğin Marmara’daki ıssız adalardan birine atıldıklarını okumuştuk; ama doğrusu, bu değişikliklerin böylesine kesin, böylesine köklü olabileceğine ihtimal verememiştik. Son olarak üç yıl önceki ziyaretimde bakışları insanın kalbine işleyen bu yaratıkların binlercesini görmüş, bu zavallı yaratıkların adeta şehrin bir parçası olduğuna inanmıştım.
Ama gerçek şuydu ki, yanılmıştık. Köpeklerin takibi, Narlıkapı, Yedikule gibi eski semtlerde gerektiği şekilde yapılamadığından, ertesi gün daracık eski sokaklarda dolaşırken az köpekle karşılaşmadık. Öte yanda, Eğrikapı ve Tekfur Sarayı’ndan Haliç’e inerken de pek çok köpeğe rastladık.
Nuruosmaniye camiinin yakınındaki Tokatlıyan’da öğle yemeğimizi yerken, dostlarımızla İstanbul’daki değişikliklerden bahsediyorduk. Derken söz köpeklerden açıldı. Masamızdaki dostlardan biri:
— Onların hepsini Sivriada’ya attılar, dedi. Sivriada, hayırsız adalardan biridir, her tarafı baştanbaşa kayalıktır, bu yüzden yeni misafirlerine hiç bir hayat hakkı tanımaz. Sizi Bursa’ya giderken Mudanya’ya götürecek olan gemi, o adaların açığından geçirecektir. Yanınıza kuvvetli dürbünler alın, belki şansınız yaver gider, uzaktan köpeklerin birkaçını görebilirsiniz.
— Peki, adalardan oraya gidemez miyiz?
— Gidemezsiniz, çünkü vapur işlemez. Köprüden kalkan vapurlar yalnız Kınalı’ya, Burgaz’a, Heybeliada’ya ve Büyükada’ya uğrar. Eğer aklınızdan Sivriada’ya gitmek gibi bir düşünce geçiyorsa, bunun sizin sonunuz olacağından şüphe etmeyin.
KÖPEKLERİ GÖRMEK İSTİYORDUM
O böyle dedi ya, içimde Sivriada’ya gidip zavallı köpekleri görmek için önüne geçilmez bir istek ve merak uyandı. Karşımdaki dostum, içi fıstıklı üzümlü pirinçle doldurulmuş o nefis dolmaları birer ikişer midesine indirirken ben, çatalım havada, düşüncelere dalmıştım. Çok sevdiğim köpekleri görmeden İstanbul’dan ayrılmak istemiyordum.
— Çok uzak mıdır Sivriada?
— Çok uzaktır ya… Yoksa gerçekten oraya gitmek mi istiyorsunuz?
— İstiyorum elbet… Yarın sabah ilk işim Köprüye inip, bir kayıkçıya beni Sivriada’ya kaça götüreceğini sormak olacak. Bir sessizlik oldu. Muhatabım, âdeta şaşırmıştı. Neden sonra:
— İyi ama dedi. Sivriada dediğiniz kayalık Marmara’nın ortasındadır, kıyıdan da en azından yirmi mil mesafededir. Yoldayken ani bir havanın patladığını düşünün… Bindiğiniz teknenin akıntıyla birlikte Çanakkale’ye kadar sürüklenmesi işten bile değildir! Susuyordum. Doğrusu, aklıma ne havanın patlayacağı gelmişti, ne de akıntıların bizi Çanakkale’ye sürükleyeceği! Yemeğin sonuna doğru dostum:
— Bakın, bir fikrim var, dedi. Bir tanıdığımın bir istimbotu var. Onu bulup belki bizi götürmesi için ikna edebilirim. Söz vermiyorum, ama belki bir şeyler yapabiliriz.
İki gün geçmişti ki, kısacık bir pusula aldım: Mesele halledilmiş sayılır… Cuma günü namazdan sonra istimbot sizi Köprü’ den alıp Sivriada’ya götürecek. Tam vaktinde orada hazır olun. Ben sizi Karaköy meydanındaki küçük karakolun önünde bekleyeceğim, diye yazıyordu.
İSTANBUL’UN GÜZELLİĞİ
O akşam Perapalas otelinin salonundaki koltukta, Fransızca resimli mecmuanın sayfalarını karıştırıyordum. Bir adanın kıyısındaki kayalıklarda ufukları gözleyen bir sürü köpek resmiyle karşılaşmayayım mı? Mecmuanın muhabiri, ömründe bu taraflara gelmemiş olacak ki, resmin altına öylesine uydurma, öylesine gerçekten uzak satırlar yazmıştı ki, gülümsemekten kendimi alamadım. Tarifine göre köpek dolu bu adalar, Yunanistan açıklarında, Ege denizinin güneyinde bir yerdeydi, falan filan… İstanbul’daki köpekler gemilere doldurulmuştu ve üç gün, üç gece süren bir yolculuktan sonra bu adaya bırakılmıştı!
Cuma günü, kararlaştırdığımız saatte buluştuk. Bizi Sivriada’ya götürecek istimbotun adı “Photica” idi, sahibi de Rum’du.
Üç kişilik mürettebatın dışında yedi kişiydik. Bizi götürecek olan dostum, cin gibi zeki ve birkaç dil konuşan oğlu, üç de misafirleri. Yolculuğumuz zevkli geçeceğe benziyordu.
Bu saatte İstanbul, insanı hayran bırakacak kadar güzeldi. Güneş karşıda olduğu için, bütün şehir pırıl pırıldı. Haliç’in gerilerinde Sultanselim, Fâtih, Nuruosmâniye, daha geride Eyüp ve Mihrimah Sultan camileri, göğe yükselen incecik minareleriyle bu güzel şehre bir başka güzellik katıyordu. Daha önce Süleymaniye bütün ihtişamıyla yükseliyordu.
İstimbotumuz hareket ettiği zaman kendimi bu güzelliklerin sihrine kaptırmıştım. İçi tepeleme kabak veya kavun dolu mavnaların yanından geçerek ilerledik. Şirket ve İdare-i Mahsüsa’ya ait vapurlar yanımızdan geçtikçe bizi bacalarından çıkan simsiyah dumana boğuyorlardı. Yenicami ile Rüstempaşa’nın minaresini bu is gibi yapışkan dumanın arasından güçlükle görebildim.
Az sonra Sarayburnu’nu dönüp, Marmara’ya dümen kırdık. Ayasofya ve Sultanahmet camileri ile Bağdad köşkü bana bu şehrin güzelliğini bir kere daha hatırlattı. İstimbottakiler, bu güzelliğe alışkın olduklarından kendilerini bir tavla partisinin heyecanına kaptırmışlardı. Arkası kesilmeden konuşuyor, münakaşa ediyor, bağrışıp çağrışıyordu.
Bir saate yakın bir süredir yol alıyorduk. Artık Sivriada iyice şekillenmeye başlamıştı. Her an bize daha hızlı yaklaşıyormuş gibiydi. Tepesi sivri mi sivri, bir kocaman kayalıktı Sivriada üzerinde tek bir yeşillik görünmüyordu. Tabii tek bir köpek de…
İstanbul gerimizde kalmıştı. Yedikule’den tutun, Saray’a kadar morumsu bir siluetten başka bir şey değildi koca şehir. Samatya’nın evleri, Beyazit ve Laleli semtlerindeki konaklar çoktan görünmez olmuştu. Buna karşılık Asya kıyısı her an biraz daha netleşiyordu. Uzakta Büyükada, mor bir dağ biçiminde yükseliyordu. Uludağ ise çok uzaklarda, bulutlar arkasında gizlenmişti.
HASRETTEN ÖLEN HAYVANLAR
Çok geçmeden Sivriada’nın burunlarından birinin açığından geçtik. O anda da köpek havlamaları duyulmaya başladı. Yüz değil, bin değil, sayılamayacak kadar çoktular! Kıyıdaki çakıllı kumsal üzerinde birbirlerini ezercesine itişip kakışarak koşuşuyorlar, etlerinden et kopartılıyormuş gibi havlıyor, uluyor, haykırıyorlardı!
Az sonra rüzgârla birlikte burnumuza dayanılması imkânsız pis bir koku geldi. Daha doğrusu kendimizi bu kokunun içinde bulduk. Kitleler halinde ölen köpeklerin kokuşmaya başlayan cesetlerinin kokusuydu bul Dediklerine göre adada bekçiler vardı ve bu köpeklerle bir arada yaşıyordu. Adamlar ölenleri kireç kuyularına atıyorlardı, ama yine de kokuya engel olunamıyordu.
Söylediklerine göre köpekler açlıktan değil, susuzluktan değil, İstanbul hasretinden ölüyordu! Evet… Tıpkı insanlar gibi, onlar da vatan hasreti çekiyordu. Şehir köpeğiydi bunlar… Burada, bu kayalık ıssız adada yaşamaya alışamıyorlardı. Daracık sokaklarda hürriyet içinde koşmak, geceleri başka mahallenin köpekleriyle dalaşmak, sabahlara kadar ulumak… Hepsi hepsi bu zavallı yaratıkların kolay kolay vazgeçemeyecekleri şeylerdi.
İstimbottaki hanımlar, hemen beraberlerinde getirdikleri şişeleri açarak bizlere kolonyalar serptiler. Gerçekten de kolonya olmadan bu iğrenç kokuyu duyup da kusmamak mümkün değildi. Dostum anlatıyor, bizlere bilgi veriyordu. Söylediğine göre, köpekler adaya çıkar çıkmaz, bir tatlı su kuyusu keşfetmişler ve hep birlikte kuyuya atlamışlardı. Bu öylesine ani olmuş o kadar çok köpek kuyuya atlamıştı ki, kısa zamanda kuyu köpeklerle dolmuş, hiç biri kuyudan çıkamamış, sonunda bağıra bağıra ölmüştü!
İstimbotumuz, kıyıya fazla yaklaşmadan çevresinde dönüyordu. Yüzlerce, binlerce köpek havlayarak bize bakıyordu. Adi sokak köpeğinden kurt köpeğine, kırmadan en iyi cinsine kadar her çeşidi vardı. Üç yıl önce İstanbul’da gördüklerim tembel tembel gölgede yatıp sineklerini bile kovmayan miskin yaratıklardı bunlar… Ama burada koşuyor, atlıyor, havlıyor, kendilerini kurtarmamız için adeta yalvarıyorlardı.
Bir ara garip bir şey oldu. İçlerinden biri cesaretle denize atlayacak bize doğru yüzmeye başladı. Biz de bu cesaretini, onu istim-bota almakla mükâfatlandırdık. Ona teneke bir kap içinde biraz su verdik. Haftalardan beri kireçli sudan başkasını içmemiş olan zavallı hayvan, verdiğimiz suyu kana kana içti. Onu gören bir başkası da bulunduğu kayalıktan kendini denize attıysa da bize kadar yüzemedi. Buralarda sular çok kuvvetliydi, akıntıyla birlikte sürüklendi, gitti.
Artık bu çevrede daha fazla kalamazdık. İstanbul’dan bir hayli uzaklaşmıştık. Üstelik Büyükada’ya da uğramak istiyorduk. Zavallı hayvanları kaderleriyle baş başa bırakarak oradan ayrıldık. Köpekler, şehirden her gün kendilerine yiyecek getiren tekneyi saymazsanız, kim bilir bir daha ne kadar zaman sonra insan yüzü göreceklerdi.
İstanbul’a döndüğümüz zaman, vakit epey geç olmuştu. Güneş batmak üzereydi.
Robert GİLLON’dan Çeviren: Eser TUTEL (Hayat Tarih, 1975)
Yazının alındığı adres: https://www.ucuztarih.com/acayip/7772/
Views: 99