Rum Erenleri, Horasan Erenleri – BayRam Bey

0
2362


Alıntıdan anlaşıldığına göre, Hacı Bektaş, Rum’a gelmeden önce oraya değişik zamanlarda gelmiş olan erenler vardır. Bu erenler Anadolu’yu yurt tutmuşlardır. Yurtlanmak bir anlamıyla da bir toprakta kesinlikle bir topluluk oluşturup bir yaşam kurmaktır. O toprağı yaşanılan yere çevirmek, şenlendirmek, şenlik kurmaktır. Kesinlikle bu şenlendirme bir iskan, sükuna erme, sükun bulma ya da iskan etme değildir. İskan etme iki yönlüdür: Etkin bir gücün edilgen bir gücü zorla bir yere yerleştirmesidir. Oysa yurtlanmada topluluğun kurduğu yaşam kendilerini seven diğer insan topluluklarıyla ya da öbekleriyle çevrilidir. Burada sonraki çağlarda ülke, vatan diye bir devlet egemenliğine göre tanımlanan topraklarla (territorial), yurt denen yaşam yerleşimlerinin ayrımı vardır. Yurt geçicidir, değişkendir, göçümlüktür, bir zaman dilimine göredir. Ülke ise imgelemde sonsuzdur.

     Anlatıdaki erenlerin yeme içme, barınma gibi gereksinimleri kısaca günlük azık kaygısı erenlerin topluluğundaki ya da komşu topluluklardaki üretici insanlar tarafından karşılanmaktadır. Erenlerin yurtları bu üretim etkinliklerine bağlı olarak yine geçici olarak yarı yerleşik bir yurda dönüşebilir. Bunlara 13. yy.da tekke denirdi. Bu tekkelerin Anadolu’da ya da “Rum”da yaygınlığını dönemin kaynaklarından öğrenebiliyoruz. Rum eli sınırları tarihsel olarak değişen topraklardır. Bu sınırları devlet sınırları olarak tarihte izleyebiliriz. Ancak yurtluk olgusu bazı dönemlerde, bazı yörelerde kurulduğundan belirsizliklerle çevrilidir. Yine de bazı örnekleri daha sonraki yüzyıllarda yazılı dünyaya katılmış eren söylencelerinde, eren anlatılarında (arab. menkabe, menkıbe; çoğ. menakıb) izlenebilir. Eren söylenceleri ikilikli kavrayışların anlam dünyalarını imleyen dönemsel anlatılardır. Yine o dünyadan kalan sayısız şiir, yazma; tekke, eren sini (mezarı) o dünyanın yaşayan tanıklığını günümüze ulaştırır. Yaşanan dünyanın parçalanmışlığında erenliğe ilişkin bilgi, duyu, duyumsama, duygu, inanç ve yükünme biçimleri yerellik ne denli yaşıyorsa o denli yaşanmaktadır. Bu yerelliğin bazı parçaları kültür varlıkları olarak adlandırılıp devletin uzandığı ve denetlediği ve dolayısıyla tanımlayıp biçimlendirdiği müze tekke kurumları çevresindeki yaşam alanlarında sürmektedir.  

     Kurulu devlet düzenleri ve onun yöneticileri bu tekkeleri geçmişten bugüne değişik nedenlerle destekledi. Belki de bir kapma aygıtı olan devletin tekke dünyasının gücünü kendi savaş makinesi gücüne katmak için bir açma (fetih) eylemini vurgulamak daha uygundur. Bu açma eylemiyle ve bunun devlete sağlayacağı destekleyici olanaklarla çağdaş devlete dek egemenler bu tekkelerde yaşayanların ekip biçtikleri topraklar ve ürettikleri ürünleri vergi dışı bıraktılar. Bu yurtlanma biçiminden kalanlarda, tekkelerde kalan dervişlerin ortak çalışıp ortak ürettiklerini ve tükettiklerini yaygın olarak görebiliriz. Yine değişik dinsel, düşünsel, topluluksal, siyasal vd. eğilimlerdeki tekkeler ayrı dönemlerde, ayrı yönetimler tarafından ayrımlı bir biçimde desteklendi. Devletlerin bu destekleri erenlerin bulundukları yörelerde üstlendikleri doğrudan ya da dolaylı topluluksal işler ve onların topluluklara yararlı işlevleri açısındandı. Alışveriş kervanlarına konaklama sağlama, devlet görevlilerine konaklama ve binit sağlama, asker toplama ya da savaş açıldığında bunların yöre halkına duyurulması gibi görevler tekke işlerinden sayılırdı. Tekkelerin yöneticilerinin atanma ya da bazen bu yöneticilerin onaylanmasına ilişkin yönetsel belgelerde bu görevler açık olarak belirtilirdi. Böylece tekke ereni dolaylı bir biçimde ya da görünüşte yönetsel bir güçle de donatılıp devletin kapma aygıtlarınca devlet örgütlenmesine katılmış ya da en azından devlet örgütünün etki alanında bir birim kılınırdı.

     Erenler yöre topluluklarınca sevilir, sayılır, bir yandan da topluluk insanları onların görünmez güçlerinden çekinirdi. Çünkü onların doğaüstü güçleri olduğuna inanılırdı. Erenlerin anlam dünyası dışında gündelik dünyada da toplulukların birtakım gereksinmelerini karşıladıklarına ilişkin oldukça kabarık bir yazın bulunmaktadır. Bizans uçlarında (ortaçağda gerçekte belli bir devletin açık denetiminde olmayan topraklar) bu erenler, onları dinsel ve dünyasal toplulukların önderi olarak benimseyen halk tarafından el üstünde tutulurdu. Erenler çoğunda dinlerüstü ama dünyalık işlerde her halktan topluluklara yol gösterici olurlardı. Erenler iyi otacı (günün sağaltım bilgilerini, uygulayımlarını bilen kişi), iyi hayvan sağaltıcısı, iyi ruhsal danışman, iyi dinsel önder, iyi uzlaştırıcı ya da aracı, iyi büyücü, Tanrı tarafından iyiliklerle donatılmış kutsal ve kutlu insandı. Halklar arasında etkileriyse bu erenlerin barınak tekkelerini daha önceki dönemlerde de aynı işleri görmüş iki dinin kutsal yerleşimlerinin yıkıntılarını ya da örenlerini  şenlendirmelerinden çıkıyordu. Hele müslüman tekkeleri daha Bizans düzeni yıkılmamışken bu düzenin uçlarında yurtlandı. (Seyit Battal Gazi yerleşkesi/ Eskişehir gibi.) Bu yurtlanma yöre insanlarının onlara olan gereksinimleriyle de yakından ilgilidir. Bazı erenlerin yaşam öykülerine (menakıbname) baktığımızda onların yurtlarının tahta kılıçlarla alındığını görürüz. Yöre topluluklarına üretim işlerinde yardım etmek, insanları sevmek, insanı yüceltmek, insanı çektiği acılarda yalnız başına bırakmamak, insanı sevinçlerinde çevreleyerek onun sevincini topluluklaştırmak, törenleştirmek…

     Burada yazmaya çalıştığım yüzeysel üç beş saptama tarihsel yaşanmışlıkların minik parçasıdır. Sarı Saltık, Selçuklu ve Bizans coğrafyasında, Rusya içlerinden Polonya’ya dek her yerde etkilidir. Biri Edirne’de, diğerleri bugün (ülkeli olma çağının sonlarında) başka ülkelerde yedi yerde makamı (adına yapılan mezar ve tekke) bilinmektedir.  Kızıl Deli Sultan’ın Balkanlara yerleşmesinde henüz Selçuklu ile Osmanlı devletleşmeleri orada etkili değildir. Bursa, Orhan Gazi tarafından kuşatıldığında ona yardım eden, kentin anahtarlarının Orhan Bey’e sunuluşunda Bursalı Bizans yöneticisine ve Rum halkına güvence veren Geyikli Baba ve Abdal Musa, Abdal Kemal gibi (Aşıkpaşazade’nin 1480’de bitirdiği tarihinde belirttiği Rum Gazileri) erenlerdir. Kentin alınmasındaki çabası ve etkisi (ölünceye dek bey kalan Orhan tarafından) ödüllendirilmek istenince, Geyikli Baba yalnızca bir tekkelik yurt ister Orhan Bey’den. Diğer bir eren Otman Baba ise bugün Bulgaristan, Yunanistan, Türkiye Trakyası denilen topraklarda istediği gibi dolaşabilmektedir. İstediği yere Sultan 2. Mehmet’e ve Bizans yöneticilerine danışmadan tekkeler açmakta, topluluklar yerleştirebilmektedir.

     Buraya kadar tutulan çizelge gerçekten çok uzundur. Çünkü 13 ve 14. yy.ın anlam dünyası daha anamalcılık ve dünyası (anamalcılık yalnızca sanayi üretimiyle sınırlanmış değildir) tarafından bozulmamıştır. Tek başına o zamanlarda kesinlikle var olan alışverişçi ve rantçı anamal (birikim türleri olarak anamal) ise böyle bir dünyayı bozmayı bir yana bırak, tozlandıracak denli bile etkili değildir. Hatta anlam dünyası alışveriş dünyasına da çeki düzen verip onu anlamlarla doldurmaktadır. Örneğin alevi diye adlandırılan çevrelerde alışverilerin tartısında yapılabilecek hatalardan hilelerden kaçınmak için alanla satanın razılık temelindeki tartısız alışverişi ya da Türkmence “kabalacı alver” yaygındır. (Kabala alışveriş şöyledir: “-Buradaki yüne (yapağı) ne istiyorsun? -15 lira. –Buraya 12 verdim gitti! (…) –Tamam, hayrını gör! Hakkını helal et! –Sen de!”)

     Kaldığımız yere dönüp Hacı Bektaş Velayetnamesi’nde yer alan öykülerde, söylen parçalarında, masal parçalarında, destan ve tarihsel anlatı parçalarında her ne denilirse denilsin bu anlamlandırmanın bazı yönlerini görelim. Denizde fırtınaya yakalanan alışveriş insanlarının bu erenler tarafından kurtarılması, onların kurtulmalık adağı olarak erenlerin tekkelerine sundukları adak çıraklar (çerag, çırağı, mum)… Böyle bir yazın (böyle bir edebiyat) bu topraklarda oldukça işlenmiştir ki Bektaşçı anlam dünyasının da çok güzel bir sevi öyküsü olan Güvenç Abdal (Genç Abdal) anlatısı örnekçiklerden yalnızca biridir. Güvenç Abdal 13. yy.da yaşamış (sonradan Bektaşçılığa yazılacak, orada gösterilecek) bir Bektaşi ozanıdır. Kutsal sayılan sini (mezarı) bugün Hacıbektaş Tekkesi yerleşkesi (Campus, küllüye ) içinde ayrı bir odadır ki bu ona biçilen değerin bir göstergesidir.

     Devletçi yazının devletle, onun dinsel anlayışlarıyla ilişkilendirdikleri bu gazacı/fetihçi gazi erenler kilise, havra ve cami dışıdır. Pek çoğu devletin dini (o ülkenin egemen resmi dini) tarafından kapılamamıştır. Erenler kişi olarak unutulmuşluklarını da her şeyden önce bu kapılmadan kaçışlarına borçludur. Onlar adsızca bugün bile yaşam yörelerinde yüzlerce yıl sonra yaşayan insanların düzen dışı özelliklerinin yaratıcı kaynaklarıdır. Onlar yeni insanları etkilemeye, yeni yaşam biçimlerini oluşturmaya, onlara uç da sayılsa güzel nitelikler, etkin yetiler katmayı bir biçimde sürdürmektedir.

     Biz alıntıya dönüp Horasan’dan gelme Hacı Bektaş’a bir de bunların içinden bakalım. Şöyle diyelim örneğin: bir er olarak, kutlu bir kişi olarak o, 1240’tan 10 yıl kadar önce Rum ülkesine gelmiş olmalı. Bu tarihlendirme Cengiz Han’ın Orta Asya, Horasan, Bugünkü İran ülkelerinde yıkmadık kent bırakmadığı yıllar. Zarar gören yalnızca devletlerin yapıları değil, bunun yanında daha bütünüyle devletin toplumu olamamış halk kavramıyla (devlet dışı kalanlar kavramıyla) anlatılan kalabalıklardır da. İç Asya ve Horasan’da yaşayan topluluklar her toprak ve halkı denetime açmacı (fetihçi) büyük devlet gibi Cengiz’in yağmacı ve yıkımcı ordularının önünde Anadolu Selçukluları ve Bizans ülkelerine göçmektedir. Bu göçte erenlerin yanlarında getirdikleri ise yüzlerce yıl biriktirilip onlara kalıt bırakılmış bilgelik, buna ait bilgi ve yaşam uygulayımlarıdır. Gökten yere var olanların bilimidir, bilgisidir, uygulayımıdır, yaşam deneyimleridir. Eğer bilimi, bilinci, bilgiyi çağdaşçılık ya da modernizmle başlatmıyorsak bu doğaldır ki.

     Elbet Rum ülkelerinde (diyarında) 1240 gibi bir kıyametten önce yurtlanmış yerleşik ve göçmen birçok eren yaşamaktadır. Bunların arasında da ayrı bakış ve yaşayışları örnekleyen ayrılıklar, çekişmeler vardır. Erenlerin gündelik dünya ve anlam dünyasındaki yerleri onların, devlet yöneticileri, devletin dinsel kurumları ve diğer uyruk topluluklarıyla kurdukları ilişkilerle belirlenmektedir. Önce gelenler yani alıntının kavramıyla söylersek Rum Erenleridir. Daha sonraları kendiliğinden oluşacak bir kavramla adlandırılan Horasan Erenleri ise Cengiz Han’ın büyük devlet (imparatorluğu) orduları önünde göç eden kalabalıklarıyla Rum’a (Doğu Roma/Bizans ile Rum Selçuklu ülkesine) gelenlerdir.

Ta kim ol er Rum’a girmeye! Eğer Ruma girecek olursa, Rum mül[k]ünü ol er alıp ve halkını kendine muhib eder. Ayrıca Rum’da bize öyün kalmaz, dediler.

     Bu tümceler varsayımla Hacı Bektaş üzerine 13.yy.da halk arasında anlatılan kutsal öyküleri yazıya ilk geçiren kişi tarafından kurulmuş olmalı. Yazıya geçirme yine olası bir varsayımla 15. yy.ın sonunda gerçekleştirilmiş. Aktardığımız tümceler ise 17. yy.ın ilk çeyreğinde (1624) Ali Çelebi’nin yazmasında yer alıyor. Elbet Rum ile Horasan erenleri çekişmesi Rum ülkesinin boyunduruğa alınmasıyla ilgili değil. Çünkü mülkün iyesi kapma aygıtı devlettir. Ona uyruk sayılanlar ise bu yargıdan değişik önermelerle kaçarlar: “Tanrı’nın dağı ovası, Tanrı’nın ormanı suyu…” Ancak devlet kurmanın birinci koşulu bir mülkü denetim altına, egemenlik altına almaktır. Bunun gizemlileştirilmesi, uyrukların en derin yerlerine yerleştirilmesi de egemenliğin görünmeyen aşkın, dünya ötesi bir güç adına kurulmasıdır. Görünen egemenler ise o saltık gücün yerdeki örnekçileridir. Seçilmişleridir. Bu yüzden göksel dokunulmazlık, gök adına ordularla örnekçelendirilmiştir.

     Böylece alıntının bu parçasına konu olan ise o devlet toprağında yaşayanların anlam dünyalarındaki Rum erenlerinin etkilerinin giderilip toplulukların yeni bir etki altına alınmasıdır. Halktan insanların bir Horasan eri tarafından sevenleştirilmesi, taraftar kılınması (muhip oluş) olasılığı Rum Erenlerinin önde gelen kaygısı, korkusu olduğu anlaşılıyor. “Ayrıca” ile başlayan tümce buna ek olarak “bize öyün (gündelik yaşamlık, doyumluk) kalmaz”, diyerek Rum Erenlerinin yaşamlıklarının topluluklar tarafından sağlandığını dolaylı olarak anlatıyor. Böylece dünyalıkların iyeliğindeki çekişmenin yanında anlam yurtlarındaki erenlerin çekişmesini de görüyoruz. İkilikler, ikilikçilikler…

     Ancak 15. yüzyıl derlemecisinin bakışından o dönemde yaygınlaştırılan (çünkü düşünceler, inançlar, kanılar, sanılar ussal varlıklardır. Kendi kendine değişmenin dört durumuna geçemez)  bir bakışın varlığını da çıkarabiliriz.  İnsanı topluluğundan ayırıp onun yaşamını hayvansal düzeyde bir kavrayışa indirgeme: insan tekili yalnızca karnını doyuracak besinleri bulmak için didinir, uğraşır, didişir…  (Bu bütün yönüyle olmasa da cins olarak hayvanın tanımıdır. Tarih öncesinde yaşamış insan kümeleri bunu bir şekilde aştı ki insan türü omurgalı memeliler içindeki diğer türlerden bir biçimde ayrımlanarak ayrıştı. Ancak geçanamalcı düzenin bireyleri eğer ille de bir tarih belirtmek gerekirse19. yüzyılın başından beri sanki yine oraya, köke yönelmekte.) Rum erenlerinin yaşamı kesinlikle böyle değildir ki, onlar tarihin her dönemindeki sevenlerinin bakışında, kendi bütünlüklerini diğer insanlardan ayrımlı güçlerle donatmış bilgeler; deneyimleri, onlara önceki toplulukların erenlerinden kalıt kalmış yolları, yordamları, uygulayımları olanlardır.  

     Malinowski ağırlıkla bu nasıl işler ve ne işe yararcılığın belirlediği Büyü, Bilim, Din’de şöyle bir saptama yapar:

Bir öyküyü kaydetmek, onun yaşamda ortaya çıktığı bulanık, karmaşık biçimi izlemekten ya da içinde ortaya çıktığı diğer sosyal ve kültürel gerçeklikleri izleyerek onun işlevini araştırmaktan daha kolaydır. Bu kadar çok metne sahip olup mitin gerçek özüne ilişkin bu kadar az şey bilmemizin nedeni budur. (Malinowski, age, s. 110, Çev. S. Özkal 1990.)

     Burada üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir konu da 13. yy.ın anlam dünyasının gündelik yaşam tarafına doğru en azından derleyicinin bakışında olduğu gibi bir büzülmesidir. Yani anlam dünyası gündelik yaşamın gereksinim nesneleri tarafından sınırlandırılmaktadır. Topluluktaki insanın gündelik dünyası üzerinde yine o insanlar tarafından kurulan anlamlar ve onların biçimlendirdiği eylemler, edimler yine aynı zaman ve yurtlarda birbiriyle çatışmaktadır. Biraz okumuş yazmış bir tavırla diyebilirsek, insanın doğal yaşamıyla iç içe olan topluluksal yaşamı aynı zamanda ve yurtta ekinsel yani kültürel yani üretilmiştir. Bu üretim/ekin aynı zamanda devleti de üreten, Eflatun’un Timaios’undaki anlatıya inanırsak İsa’dan yaklaşık 8500 yıl önce başlamış bir öyküdür. Eflatun’un Sokrates’e anlattırdığı bölümde, Solon’un Mısır’da bulunduğu yıllarda bir din adamına dayandırılan bilgi şöyledir:

O kadın-tanrı [Athena] ki sizin ili bizimkinden bin yıl önce, toprak ile Hephaistos’tan aldığı bir tohumdan vücuda getirmişti, kutsal kitaplara göre, bizim ilin [Mısır] kuruluşundan beri sekiz bin yıl geçmiştir. Demek oluyor ki sana dokuz bin yıl önceki yurttaşlarının kurumlarını, onların en şanlı başarılarını kısaca anlatacağım. (…) Göreceksin ki şimdiki yasalarımızdan birçoğu sizin o zamanki yasalarınızdan alınmıştır, aynı şekilde el işleri erbabı da başkalarıyla karışmadan, kendine mahsus bir iş gördüğünden, çobanların, avcıların, çiftçilerin sınıfı gibi birbirinden ayırt edilmişlerdir. Savaşçılar sınıfına gelince: Bizde, onların da bütün öteki sınıflardan ayrılmış olduğunu, savaşçıların savaştan başka bir şeyle uğraşmalarının yasak edildiğinin her halde farkına varmışsındır. (Platon, Timaios, s. 19, çev. E. Güney, L. Ay 2001.)

    Burada vurgulamak istediğim erenlerin anlam dünyasının zora dayanarak kurulan ve aynı zamanda ekinsel bir yaratış olan devlet kurumları tarafından zor da içinde değişik yönetsel uygulayımlarla büzüldüğüdür. Bu büzme devletin dini, okulu, vergisi, bilimi, bilimadamı, düşüncesi, siyaseti, sanatı… tarafından kuşatılmış, çevrilmiş kişilerin, tekilliklerin, onların oluşturdukları toplulukların anlam dünyasını silip süpürmüştür. C. G. Jung’un yaşlılık çalışması olan Keşfedilmemiş Kendi’de devletin bir işlevine indirgenmiş birey kavramı ile toplumun bir işlevi olan birey kavramı şöyle konulmuştur:

… açıkçası bireyin, sorumluluğu üstünden atıp bu yetkiyi ortak bir organa aktarmasına pek şaşmamalı. Bu biçimde birey giderek daha çok toplumun işlevine dönüşür. Toplum sırası geldiğinde, gerçek diri taşıyıcının işlevini zorla ele geçirir. Oysa, gerçekte toplum, devlet gibi, soyut bir kavramdan başka bir şey değildir. İkisine de kişilik verilmiştir, yani ikisi de özerkleştirilmiştir. Özellikle Devlet sözde canlı bir kişiliğe dönüştürülmüş, her şey ondan beklenir olmuştur. Gerçekte devlet yalnızca onu nasıl yöneteceğini bilen bireyler için bir kamuflajdır. Dolayısıyla anayasal devlet toplumun ilkel bir biçimine doğru sürüklenir –ilkel bir boyun komünizmine. Orada herkes bir başkanın ya da takım erkinin otokratik yönetiminin uyruğudur. (…) Bu doğrultuya [Jung’a göre toplumun ilkel biçimine] yönelen bütün toplumsal-siyasal devinimler, değişmez biçimde dinin altındaki zemini daraltmaya çalışırlar.  Amaç, egemen Devlet uydurmasını –başka deyişle, onu güden reislerin heveslerini- bütün sağlıklı sınırlamalardan kurtarmaktır. Çünkü, bireyi devlet’in işlevine dönüştürmek için, onun başka bir şeye bağlılığı elinden alınmalıdır. Din, yaşamdaki usdışı olgulara bağlılık, boyun eğme anlamına gelir. Bu olgular, doğrudan toplumsal fiziksel koşulları göstermezler; onlar daha çok bireyin ruhsal tutumu ile ilgilidirler. (Jung, Seçme Yazılar, der. A. Storr, s. 314-315.)

Öykülerimizin adsız derleyicisi [Gölpınarlı’ya göre Rumlu Firdevsi] de devletin önde gelen bir kayıt altına alma aracı olan yazıyı kullandığına göre… Devlet kendi egemenliği dışında biçimlenen, yaşamını sürdüren hiçbir şeye, hiçbir zaman değişmez bir ilke olarak izin vermez. Onu, o aracı ya da oluşu, o kuruluşu ya da makineyi kapıp kendi işleyişinin bir aracına, aygıtına, aygıtçığına –aparatçik- dönüştürür. İnsan kümelerinin, öbeklerinin yaşamlarını sürdürmeleri için, o yaşamı anlam yurduna yerleştirmek için toplulukların devlete gereksinimi olmadığı gibi tersine devleti büzüştürüp bir daha asla çıkamayacağı dibi görünmeyen bir uçuruma atmaları bir zorunluluktur. Bunun ucundan devlet toplulukları olan kurumlar ya da toplaşmalar ile insan toplukları arasında birçok alanda kıyasıya bir savaş sürüp gelmektedir. 

     İşte yukarıda konu ettiğimiz öyün ya da ekmeği yitirmek bakışının tekli dünyası da çekişmenin bir türden anlam dünyasından, ki bir yaratma ve çoğaltma dünyasıdır da,  gündelik dünyanın ekmek savaşlarına indirgenmiş genellemeci bir siyaset bilimi önermesidir. Yani sanki erenlerin 15. yy. derleyicisinin baktığı biçimde yalnızca ya da temel olarak ve her şeyi belirleyen bir öyün derdi varmış gibi. Elbette bu bakış günümüzde ya da geçanamalcılıkta devletli bilim, devletçi gelenek ve görenekler tarafından sürekli öne çıkarılmaktadır. İnanıyorum ki erenlerin diğer üretici kalabalıklar gibi hiçbir zaman öyün derdi olmadı. Çünkü onlar öyünün güneşin ilk ışıklarından karanlık gecenin başlangıcına dek otlanan, av ardında koşan, uçan, yüzen canlı hayvanların temel sorunu olduğunu çok eskiden beri biliyorlardı. İnsanın içindeki ve dışındaki hayvandan ayrılmasını, bir acun kurmasını, yaşayan ya da canlı olanı aşmasını, öyüne tutulmayışın, öyün derdinde askıda kalmayışın insanın hayvanlıktan çıkışı oluşunu bildiler, anlattılar, yaşadılar.  Üretici, yaratıcı, bilgi biriktirici, buluşçu, sonraki kuşaklara devredici insan toplulukları her zaman engellenseler de bir parça toprak bulduğunda kendilerine yetecek öyünlüğü avladı, topladı, üretti, biçimlendirip yaptı (imal etti), sonraki günler için sakladı, paylaştı, kalıt bıraktı… Başka bir deyişle öyün insan topluluklarının yaşamında ender zamanlar (savaş, baskına uğrama, boyunduruk altına alınma, doğanın düzensizlikleri vd. engeller) dışında pek sorun olmadı. Sorun olan ise bu öyünlüklerin zorun değişik uygulamalarıyla ellerinden onlara dış bir güç tarafından vergi, kira, güvenlik bedeli, baş (yaşama) bedeli, savaş bedeli gibi salma adıyla arı bir zorla derlenmesi, devşirilmesi, el konulması olmuştur. Sorun onların ellerinden üretecek, yaratacak ortamların, koşulların (toprak, otlak, avlak, orman ve üretim araçlarının) alınmasıdır.

     Burada diyebiliriz ki erenlerin çekişmesi o günkü anlayışlar tarafından öyün çekişmesi olarak sunuluyor; bu gerçekliğin belki de sonradan gelen, kapsayıcı olmayan, ayrık, küçük bir yönüdür. Asıl çekişme anlam dünyasının egemenlerin varoluşlarına kendiliğinden karşıt güçlerinin zayıflatılıp, dağıtılıp, parçalanıp ya da nitelik değiştirilerek onların gündelik dünyanın güçlerine, egemenlerine uyruklaştırılması savaşıdır. Yoksa beslenme gereksinimleri, bedensel istemeler, doyumlar ve bunlardan daha fazla öne çıkan tinsel doyumlar insan topluluklarının, doğal olan kendiliğinden insan kümeleşmesinin sağladığı bir sonuçtur ki kişi (osm. şahıs), birey (osm. ferd) ussal bir indirgemedir. Birey kurgusal bir varlıktır. Birey işlevci kurgusal bir indirgemedir. Küme, öbek ya da topluluk ve topluluklar birliği ise ilkönce doğaldır ve bu doğallık boyun eğdirici güçlerin zorlamadığı durumlarda topluluk tarafından biçimlendirilip dönüştürülerek kendiliğinden sürdürülür.

     Tek insan varlığının kuramsal ve kılgısal olarak kümeleşme olmadan imgesel ya da ussal bir biçimde var olabileceği söylenemez. İnsan bilimleri ve sosyal bilimlerdeki örneklerde ya da söylenlerde karşılaştığımız kurt adamlar, arslan adamlar, ayı adamlar gibi örneklerde de doğal topluluksal ortamını yitirmiş tür teki olarak insan yavrusunun, yaşamını sürdürmesinin koşulunu bazı hayvanlar karşılar. Dede Korkut’un Basat’ı bir aslan ailesi tarafından büyütülmüştür. Roma kent kurucuları (Romus ile Romulus) bir dişi kurt tarafından büyütülmüştür. Türklerin dip anaatası dişi bir kurt ile bir savaşta bataklıklarda bu kurdun bulduğu kolları ayakları koparılmış bir erkek Tüküi (Türk)dir. Bu türeyiş söylencesi Moğollarda çadıra sızan gün ışığıyla giren göksel bir köpekle Alanboğa’nın birleşmesi üzerinedir…

     Bütünüyle tarih ya da insanın gezegende var olduğu zaman boyunca her yönden değiştirilmesine karşın “aile” denilen makine bir kümelenme olarak değişik bir yapılanışta varlığını bugün de sürdürmektedir ki anlatmaya çalıştığımız gerçekliği (insan tekinin her şeyden önce ve zorunlu olarak bir küme, bir topluluk varlığı oluşunu) destekleyen bir kurumdur. Ancak aile sözcüğünün en erken geçortaçağda ortaya çıkmış olması bile insanın kümeleşme içinde var olabildiğini gösterir. Evliliğin belki de insanların geçmişinde hiçbir zaman kuralsız bir birlik olmadığı da düşünülebilir. B. Malinowski tek eşli evlenmeyi insanın küme içinde ya da topluluk biçiminde yaşamına yerleştirir. (Malinowski küme, öbek, topluluk yerine soyut bir toplum kavramı kullanır.)

     Yani aslolan topluluktur. Aile biçimleri (küme ve boy evliliği, çok karılı, çok kocalı, tek eşli… gibi) onun içinde belirginleşir; onun içinde dönüşür, ortadan kalkar ya da değişmez önsel, ilksel yapı sayılır. Bu tümcedeki dilin içindeki aile adı da bir sorun oluşturur. Yine bu dile Türkçe diyelim, Türkçede neden “aile” kavramını karşılayan bir sözcük yoktur? (Bazı dönemler için ev, bark, ocak söylenmiştir. Yazılı uygarlıklarda –Göktürk, Uygur- bunu karşılayan sözcükler elbette vardır. İçerdiği tam anlaşılmayan “bark” Göktürk alanına aittir örneğin. Ancak Selçuklularla birlikte yazı denilince Farsça ve Arapça abc (elifba ya da alfabeta) ve dil denilince de Farsça ve Arapça anlaşılmaktadır.) Bunu tek tek kişilerden devinerek açıklayabilir miyiz? Freud’un Uygarlığın Huzursuzluğu’nu sunan A. Babaoğlu’nun “bunlar da psikanaliz gibi aydınlatıcı özellik taşımaktadırlar” dediği dayanak noktası bu mudur? 

“Freud her zaman toplum, uygarlık ve dinin ancak bireyden yola çıkılarak ele alınabileceğini savunmuştır;” (Babaoğlu 1999, s. 21, Uygarlığın Huzursuzluğu içinde.)                                                                           

     Topluluklar parçalanıp insan tekinden oluşturulan kurgusal çağdaş birey kavramında olduğu gibi insan tekinin her şeyden önce ailenin de içinde yer aldığı bir topluluğu yok sayması, paranteze alması ve yok sayılanın yerine sanal tek bir tarihsel toplum, sanal tek bir uygarlık, sanal tek bir kültür ya da hepsinin yerine tek bir (mega) insanlık kavramı gibi boş bir kavramın konulmaya çalışılması beni şaşırtan ve bugün de hiçbir şey anlamadığım bir yaklaşım. Eğer toplum denilen egemenlikçi kurguların içinde topluluk, küme ilişkileri içinde dayanışarak yaşayan tekilliklerin sorunlarını kavramak istersek en başta hayatın her alanını yarıştığı diğer bilimlerden koparıp alan toplumbilimin kavramlarını (siyaset toplumbilimi, din toplumbilimi, sanat toplumbilimi, iktisat toplumbilimi, mezhep toplumbilimi…) silkeleyip, söküp yeniden takarak ya da parçalayıp kırarak,  belki de “toplumsal” olmayan bir bilgiler oluşturarak,  onun aşkınlığını, genelleyiciliğini, kural koyuculuğunu (sosyal bilimlerin nomotetik üç silahşörleri), her zamanda genelgeçerliğini (tarihsizliğini), indirgeyiciliğini sorgulayıp onları küme, öbek, topluluk, boy gibi binlerce yıldır süren yapılara, örgütlenmelere, işleyişlere, bunların kültürel uzamlarına, zamanlarına doğru çekmeliyiz. Yerel bilgi ya da ille de bilim denilecekse yerel bilim. Neden olmasın? Zaten toplumbilim bunu devlet şirketi biliminden, özel şirketler biliminden, gezegenin her yerindeki her yaşarı özdeş kılan tüketici kişiye çoktan indirgemedi mi? O zaman görürüz ki tekilliklerin her türden sorunlarının çıkarıcısı egemenlikçi, tümlükçü (molar), genelleyici ve indirgeyici, soyutlayıcı, gerektikçe somutlayıcı, sömürgen ve baskıcı anlayış ve inançlardır. J. Cortazar o görkemli Sek Sek’inde şöyle der:

“… peki hangi homo [insan]?  Çünkü sapiens [us yürüten, uslamlayan, bilen] de eski, bir başka çok eski sözcük, şu hani, hangi anlamda olursa olsun, kullanmadan önce iyice silkeleyip tozlarından arındırılması gerekenlerden.” (Cortazar, s. 491, ç. N. Işık 1988.)

Ancak Freud’un 1930 tarihli yazısında sözcükler, kavramlar, tanımlıklar (terimler) hiç tozlanmamış, tersine çağdaş bir vitrin ışıklandırması gibi ışıl ışıldır.   

“insan türünün uygarlaşma süreci doğal olarak bireyin gelişiminden daha yüksek düzeyde bir soyutlama olduğu için açık olarak kavranması daha güçtür, ayrıca bu iki süreç arasında kurulan benzeşim zorlanarak abartılmamalıdır. Ancak aynı tür amaçların söz konusu olduğu bir durumda –bir tarafta bireyin bir insan kitlesine katılması, öbür tarafta pek çok bireyden kitlesel bir birim oluşturulması- kullanılan araçların ve ortaya çıkan görünümlerin benzeşmesi şaşırtıcı değildir.”  (Z. Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, s. 96, 97, çev. H. Barışcan, 1999/2014.)

     Varsayılan sanal bireyin, üzerine sanal bir toplum örülen gölge bireyin ya da Franfurtçuların cini Horkheimer’a göre henüz tarihi yazılmamış bireyin (Akıl Tutulması, s. 146, 147), bana göre 19. yüzyılın ikinci yarısına dek daha kavramlaştırılmamış ve her dönemde geçerli bir kavramın içine konulamaz bireyin doğduğu ve oluştuğu konum olarak ocak/aile ise topluluk ile ta baştan beri yok edici bir çekişme içindedir. F. Engels’in aktardığı kadarıyla bile A. Espinas’ın “Des Sociétés Animales, 1877”teki şu açıklaması günümüzde bile ufuk açıcıdır.

Hayvanlar arasında görebildiğimiz toplumsal [?] kümelerin en yükseği, ilkel topluluktur (peuplade). İlkel topluluk, ailelerden meydana gelmişe benzer; ama daha başlangıçta, aile ve ilkel topluluk birbirine uzlaşmaz karşıttır: birbirine ters orantılı olarak gelişirler. (…) Öyleyse, ilkel sürünün [?] kolektif bilinci, doğuşunu, en büyük düşmanına, ailenin kolektif bilincine bağlı olmamak gerekir. (Alıntılayan F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 41, 43, çev. K. Somer 1967/2005.) [Somer’in dipnotuna göre “peuplade/ilkel topluluk” yerine alm. “Horde> sürü” Engels’in seçimi. Niçin ola ki?]

Views: 258

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz