“Ayrıca tek bir bütün yapıya sahip hiçbir medeniyet ülkesi yoktur, çünkü tabiatın kendisi çeşitlidir ve tarihin evrimi; gelişim ve dönüşümü her yerde farklı şekillerde oluşur. Balıkçıların ve avcıların birbirleriyle eşit olarak içinde bulunmadıkları sadece tarımcı ve çiftçilerden oluşmuş toplum pek yoktur.”
Düşünmeye sevk edip yayan basit, elverişli, akla yatkın hipotezleri, edinilmiş hakiki gerçeklermiş gibi kolayca kabul edip, onları tekrar etmeye kapılıp gidiyoruz. Bu göreneksel alışkanlık gereğince, denilene göre, insanlığın, karakteristik açıdan, yiyip içip beslenmeyi fethedip, özümseme mod ve niteliğine sahip olup, açık seçik, çok farklı, bambaşka medeniyet hallerinden başarıyla geçtiği bize söyleniyor. Tüm insanlar için uygarlık öncesi ilkel zamanlar, ürün toplanması ve hasat edilmesi, avcılık ve balıkçılıkla beslenip hayatlarını sürdürdükleri zamanlar boyunca geçirdikleri zamanlardı. Sonrasında kırsal yaşam devri gelecekti ve arkasından sıra çiftçilik ve tarımcılık, göçebe yaşamdan insan sürü ve topluluklarının bakım ve korunmasına geçilen çağların arkasından gelecekti. Marquis de Condorcet,[1] insanlık tarihinde ayrımını yaptığı “on çağı” numaralandırarak kesin bir dille “kırsal hayattaki insanların gelişim ve oluşumunu” ve “tarım ve çiftçilik haline geçişi”, zamanımıza kadar olmuş, tamamlanmış gelişmeler babında, büyük yolculuğun ilk iki büyük etabı olarak gösterir.[2] Ama yeryüzünün ayrıntılı incelenip araştırılması bize, toplumsal yaşam biçimlerinin bu sözüm ona art arda gelişi, olay ve olgularla anlaşmazlık ve uyuşmazlık içinde olan ruhun katıksız, saf anlayış ve kavrama yetisi olduğunu ispatlar. Gıda ve beslenmeyi fethetme araç ve gereçlerindeki farklılık her yerde doğal çevrenin kendi farklılığının belirgin, açıklayıcı nedeni oldu. Av bakımından zengin olan ormanın insanı, balık bakımından zengin olan denizin ve nehrin kıyılarında oturan sahil ahalisi, insan kalabalıklarının, toplulukların yayılıp yerleşmiş olduğu sonsuz bozkırların sakini, dar bir vadide sıkışıp kalmış dağ insanı, ortamın şartları bakımından, farklı yaşam türlerine sahip olmak zorundaydılar. İnsanın geçmişteki eski hayvan yanından miras kalmış, soya çekim ve geleneklerden, etobur ya da yemişle beslenen bu, şu ya da falan kabilede doğan, özel ahlak, tutum ve davranışlardan söz etmeden, genel manada diyebiliriz ki; devlet evrensel değilse de hiç olmazsa en azından olabilecek en geniş anlamdan anlaşılacağı üzere, yani açlıktan kemikleri gözüken arayıcının kendi keyfine göre bulmuş olduğu her şeyi kullanımı bakımından ürünü toplayıp hasat eden devlet özelliğini aldı, hasat devleti oldu. Açlık hem etçil hem de otçul eder: Ormanda kaybolmuş kişi, böceklerden ve artıklardan olsun, her türden besinle beslenmek için kendini salıp koyu verir; solucanlar, böcekler ot yiyecektir, az ya da çok tiksinmeyle ya da açık bir açlık ve doymazlıkla, zehirlenme riskini bile göze alarak mantarların tadına bakacaktır. Hem de bireyin yapmak zorunda olduğu şey, hatta günümüzde bile, bütün kabileler, hatta ulusların aynı şekilde gerçekleştirmek zorunda oldukları şey ihtiyaçlara göre toprağı düzenleyip yola koymadan önce, yani bir mevsim boyunca ya da açlığın devam ettiği tüm dönem boyunca bunun sürekli ve kalıcı olmasıdır.[3]
Oysa bu ilk ürün toplayıp hasat etme hali süresince, insan özellikle aynı zamanda yakalanması kolay küçük hayvanlarla birlikte bitki tohumlarını, meyvelerini, bitki soğanlarını ve köklerini aramak zorundaydı, bir gün onun tarım ve çiftçiliği keşfetmesine yardımcı olması gereken ilk unsurlarla bu şekilde tanışmıştı. İlk defa tohumların yeşerip filizlenip bitki haline geldiğini görüyordu, eski bir bitki sapının dibinde yeniden doğup yeşeren filizleri, sürgünleri topluyordu, toprakta bulmuş olduğu böyle bir yumru çoktan ilk tomurcuğunu verip toprağı kabartıp yükseltmiştir[4]. Tarım ve çiftçilik, şöyle diyebiliriz ki, insanın ruhunda bir çiçek taslağı halindeydi: Tarım konusunda harekete geçmeden önce insanda eksik olan şey, sabır, uzun bir öngörü ve zamanla onunla arasında kurması gereken yakınlık ve bir ittifaktı sadece.
Çoğunlukla zaman içinde, geçmişteki eski uygarlıktan tarım ve çiftçiliğe doğru yol alan etapta, bu geçiş noktasında yer alan göçebe halin, sanıldığının aksine çok uzun süren bir hazırlık süreci anlamına geldiği görülür. Adalarıyla beraber Kuzey Takımadalarından Antarktika’ya doğru uzanıp yayılan, engin yüzölçümüyle Yeni Dünya örneği çok çarpıcı bir şekilde tarımın doğmak için kırsal ve tabiatsal yaşamın arkasından onun yerini almaya ihtiyacının olmadığına tanıktır; çünkü tarım, çift kıtanın farklı kısımlarında yaşayan uluslar ya da ilkel toplumlar tarafından önceden beri yapılıp uygulanıyordu; oysa böyleyken hiçbir yerde göçebe çobanlarla karşılaşılmadı. İnkalar, gerçek şu ki, evcilleştirdikleri Lama denilen bir hayvana sahiptiler, ama onu sadece eşya ve mal taşımacılığı için kullanıyorlardı ve bir yığın milletin tam olarak ciddi bir şekilde toprağına yerleşip hiç yer değiştirmeden yerleşik bir şekilde ve çiftçi olarak yaşamlarını sürdürmeleri az zaman sürmedi, bu yaşamı uzun süre sürdürdüler: Hiç kimse efendilerin, toprak sahiplerinin izni ya da emri olmadan tarlasını bırakıp gidemezdi. Amerika’da hiçbir insan emzirme sürecinin dışında bol süt verecek dişi hayvanları eğitip yetiştirme sanatını henüz keşfetmemişti, böyle bir dahi henüz çıkmamıştı, hatta Eski Dünya’da sütten nefret eden birçok millet vardır. Birçok değişik bilgiyi ve hatta medeniyetlerini bile[5] Batı’dan henüz almış olan Çinliler ve Japonlar, evcilleştirilmiş ineğin sütünden beslenmeyi asla öğrenmediler. Ayrıca muhtemeldir ki, insanlığın bu kazanımı çok zaman almıştır ve bunun için çok çaba harcanması gerekmiştir, çünkü hayvanların sütü ancak yavruları içindir; yavrularını sütten kestikleri zaman sütleri de çekilir biter. Hahn,[6] sütün birinci görevinin tanrılara sunulmak olduğu, bunun için yapıldığını yayar[7]; belki de önceden tapınaklarda, sunaklarda yakılmış düvelere, tanrıların onuruna şarap, süt ve yağ dökülürdü.
İnsanlık bakımından sanayinin gelişmesi, sonuçta eskiden hayal edilmiş olan düzene göre tamamlanmadı, ama çeşitli şekillerde ortamın tabiatına göre değişmek gerekti. Örnek olarak Eski Dünya’nın (Avrasya ve Afrika) nüfus topluluklarından bazılarını ele alabiliriz. Afrika’nın merkezinde uçsuz bucaksız ormanların gölgesinde yaşayan cüce kabileler, ilkel avcılık ve toplayıcılıktan başka güçlü, baskın bir sanayiye sahip olabilirlerdi, ama ne yazık ki süper güçlü olan onlara komşu nüfus toplulukları biraz tarım ve ticaret yapmak için onlara izin vermezler. Aynı şekilde, Bahr el Cebel ve Bahr el Zeraf’ın bir sürü geniş adaları üzerinde ve bataklıklar içinde yerleşmiş olan Nouerler (bir kabile) kıtanın kurutulmuş topraklarıyla her türlü kolay ve basit olacak iletişimlerden yoksun kaldıkça tohumlarla ve balık avcılığının dar emek sahasına mahkûm ve mecbur kaldılar. Nil vadisi ve ırmağı boyunca konumlu, limanından oldukça uzakta dünyanın bir yerinde, Lofoten (Norveçte bir takımada) adalarının sakinleri, bu adalılar da aynı şekilde, Avrupa’nın geri kalan bir kısmında bu kıyı boyunca gidip gelen gemiler bu sahil şeridi boyuna uğramadan önce deniz balıklarını yakalama yazgısına mahkûm değiller miydi? Ayrıca diğer taraftan, çiftçiler çoktan hayvanları evcilleştirdiği ve dişi hayvanların sütlerini kullanmayı öğrendikleri zaman, tabiatta aynı şekilde yağmurların yetersizliği müteakiben toprağı süren çiftçiler için kullanılamaz olan ya da av hayvanının az bulunması nedeniyle avcılar için elverişsiz olmuş, geniş, uçsuz bucaksız bölgelerin sakinlerine kır ve doğa yaşamını gösterdi ve onları bu halde yoğurdu: Bu topraklar sadece, bir bölgenin otunu otladıktan sonra, fışkırıp duran kaynaklarla sulanmış meraları bulacakları bozkırın başka taraflarına doğru çabucak yer değiştirerek taşınıp giden hayvan sürülerinin izledikleri yollara, güzergâhlarına uygun yerlerdir. İkametinin bulunduğu yerin etrafında hayvanları otlatma sanatı ve becerisi içinde kendi kendisini yetiştirip bilgi sahibi olan ve çalışırken, ister yardımlarından olsun, ister sütlerinden, ister derilerinden faydalanmayı bekleyen, sonuçta onları vahşi hayvanlara karşı koruyan insan, uçsuz bucaksız çayırlarda ehlileştirilerek evcilleştirilmiş bu hayvanları takip etmek için ırmakların ve denizin kıyılarını ya da ormanların bulunduğu bölgeleri çekinmeden cesaretle terk edebilir. Başka karakter ve özellikte olan topraklar, buradaki kumlu, killi, kayalıklarla ya da çakıl taşlarıyla dolu bölgeler, daha uzaktaki karlarla kaplı platolar ya da dağların geçitleri, farklı ürünleri barındıran ülkeler arasında ortalama bölgeleri oluştururlar, sonuç olarak çobanlara ve çiftçilere tabiat tarafından yasaklanmış bölgelerdir; ancak kaçakçılık yapan, ister tek başlarına, ister gruplar halinde yürüyerek veyahut da yük hayvanlarıyla beraber gelen taşıyıcılar tarafından kullanılabilirler.
Bütün doğal bölgeler bakımından toprağın, bitki örtüsünün, ürünlerin tezatları, insan topluluklarının ve endüstrilerin tezadı olan başka bir tezatla birbirlerini tamamlarlar. Ambiyans insanlar arasındaki bu farklılıkların çıkış noktasını, kökenini açıklıyor; ayrıca bu ambiyans, aynı medeniyet şeklinin, elverişli hale getirilerek, az ya da çok çabuk bir şekilde besleyici bitkilerin insanların tabiatına uygun hale getirilerek büyütülüp yetiştirilmesinin sağlandığı bölgelerde doğmuş olan çiftçi, tarımla uğraşan milletleri değiştiren gelişmeleri yıldan yıla bağımsız bir şekilde nasıl sürdürüp devam ettirebildiğini de açıklıyor. Her zaman, deniz kıyısı ve sahili, ırmak kenarları ve kıyıları, orman ve stepler, çöl ve vahalar, dalgalı bir görünüme sahip platolar ve dağlar, ortamın empoze edip işlediği endüstri ile esnekleşip uysallaşmış sakinlere sahip oldular. Besinin fethedilip ele geçirilmesi için insan tarafından kullanılan araç ve gereçlerin çeşitliliği içinde özellikle ilginç olan şu ki, bu araç ve gereçlerle bağlantılı olan kendine özgü medeniyetler zaman içinde birbirlerinin arkasından birbirlerini izlemedikleri kadar, daha da fazla alanda yan yana gelirler.
Belki de aynı şekilde iki doğal bölgenin, çölün ve az çok sulak olan kırların, köylerin birbirlerine karıştıkları bir ülkede, insan nüfusu aynı zamanda iki durumla alakalıdır, iki halleri vardır; aynı zamanda hem çiftçi ve çoban olan her birey fark edilir bir şekilde bir kavrayış, bir görüş keskinliğine kavuşur, çifte ustalığı gereğince, öngörülü ender bir zekâsı, duyuların eşsiz bir inceliğine, keskinliğine sahiptir. Toprağı ekip biçmenin çağı ve zamanı gelmiştir. Devam eden kuraklıktan kaygılanıp korkmamak için yeterince nemli ve verimli bir toprak arayışı arkasından, tohum çantasını ve hafif sabanını yanında taşıyarak devesine biner. Topraktaki bitkinin kendiliğinden gelişip büyümesi, yeryüzünün görünüşü, saban yapmayla ilgili bazı gereç ve özellikler birey elverişli yerleri bulmasında yol gösterirler; tohumunu oraya atar ve eğer yeterince kullanışlı alan yoksa sonraki yıla başka bir tarla bulup keşfetmek için daha uzağa gider. Sürülerin yol alması ve sürülmesi bakımından, milyarlarca kilometre karelik, milyarlarca sayıda, çok büyük, geniş bir alan mesafesi kapsamında, ülkeyi çok da iyi tanıması gerekmektedir. Haftalar ve aylar boyunca, hayvanlarını, geçip gittiği çalılık ya da kıraç yerlerde, güzergâhında bulunduğu yerlerde yayılmaya bırakabileceğini, karşılaştığında hangi kabilenin barışçı ya da savaşçı olduğunu, çevresinde, yöresinde çeşme ya da dere olup olmadığını kişisel olarak inceleyerek ya da alışkanlık üzere bilmek zorundadır.[8]
Ayrıca durum, insanlığın gelişiminin bütünü içinde buna bağlı olarak meydana gelen sosyal ve siyasi değişimler, gelişmeler, medeniyetin yaşamsal ve toplumsal halleri arasında sınırların değişmesinin bir sonucudur da: Halkların akın ve istilalarının, çatışma ve anlaşmazlıkların, kararsız değişikliklerinin arkasından Kuzey Amerika’da, Güney Moğolistan’da olduğu gibi çiftçilerin, avcı ya da çoban olan halkların bölgelerine saldırıp istila ettikleri ve saban alanlarına onları kattıkları görülür; başka zamanda tersine, ekilmiş alanı yeniden elde etmek için çalılık ve otları bırakıp yerleşik olunan yeri yeniden elde eder, ekim ve tohumlarla ekmeğini elde etmede tamamen güçsüz olup, sürülmemiş toprakta, tarlalar arasında önlerine çıkan hayvanların etiyle ya da av etiyle beslenmek zorunda olan göçebelerin saldırgan bir geri dönüşleri olur: Antik Haldia,[9] bir medeniyetin geri çekilip bitmesi bakımından örnek olarak verilebilir. Yeni Dünya’da bir durumdan başka bir duruma geçiş ancak, ilkellerin durumundan, balık ve avcılıkla uğraşarak, sanayi ve tarımla uğraşıp uygarlaşmışların durumuna geçerek olabilir: Çift kıtada hayvancılıkla uğraşan çoban halklar artık hiç olmaz.
Ayrıca tek bir bütün yapıya sahip hiçbir medeniyet ülkesi yoktur, çünkü tabiatın kendisi çeşitlidir ve tarihin evrimi; gelişim ve dönüşümü her yerde farklı şekillerde oluşur. Balıkçıların ve avcıların birbirleriyle eşit olarak içinde bulunmadıkları sadece tarımcı ve çiftçilerden oluşmuş toplum pek yoktur. Aynı şekil sürü hayvanlarını güden çobanlar için de söz konusudur. Her ülkenin ikincil sıradaki çevre ve ortamlarına göre insan nüfusu, kısmi, parçalı toplumlar şeklinde bölünüp sınıflanmıştır: İnsanlığın bütünü, gruplarının her birinde özetlenir. Bunun yanında denilebilir ki her aile belli bir ölçüde insanlık türünün özeti babında, küçük bir örneğini sunar. Çünkü aynı çatı altında birbirini tamamlayan okuma ve ya yazma ile yani uzaktan düşüncelerin iletişimi gibi en rafine bir şekilde incelip gelişmiş şeylere kadar -bir vahşinin, bir ilkelin kulübesinde geleneksel bir yemeğin hazırlanışı gibi- yapılıp uygulanan işlerden bu yana çok farklı ve çeşitli işler aynı çatı altında gerçekleştirilir. Medeniyet ile ilgili yapılan her inceleme, farklı tarihsel periyotların her birini tarihleyen, ama her yaş ve her kökenden geleneklerin tek bir genel kavram yetisine dâhil olmasını sağlayan yaşam sayesinde ahenkli niteliğe sahip bir organizma halinde bir araya gelip birleşerek yaşam kalıntılarından bir sonsuzluk sunar. Toplumun içinde ve insanda yeniden üretmede gerekli olan güçler her zaman dışarıdan gelen bir diriltme duygusundan ileri gelmektedir. Bazen inorganik tabiattan kaynaklanan diriltme duygusu, kaba, yontulmamış, otoriter ve kesindir. Volkanik bir patlama, bir ırmağın taşkınlığı, tisunami gibi bir deniz istilasının, bir kasırganın ortalığı kırıp geçirip tahrip etmesi, çoğu kez öyle ya da böyle ülkede yaşayan insanları, sakinlerini, yaşamaya elverişli bölgelere doğru kaçmak için doğdukları toprakları terk etmeye zorlar, mecbur bırakırlar. Bu durumda, ortamda meydana gelen değişiklikler ister istemez zorunlu olarak fikirlerle ilgili değişikliklere, etrafı çevreleyen tabiatın başka şekilde anlaşılıp kavranmasına ve bu yüzden ona uyum sağlanması sürecine sürükler; ilkinden farklı olan koşullara uyma konusunda başka bir tarz ve yol bulmaya götürür. O halde belki de, bunun sonucunda tüm talihsizlik ve felaketlere rağmen olayın sonucu, gelişmelerle ilgili güçlü bir durumsal nedene maruz kalıp kaygılanan insan nüfusunun lehine olur. Şüphesiz bireyler acı çeker, belki azıkları, gereçleri ve emekleriyle elde ettikleri ürünlerini kaybettiler. Ama buna benzer kayıplar entelektüel edinimlerle karşılaştırınca, bu durum yeni bir ortama uyum sağlanmasını getirmez mi? Bazen, gerçek olan şu ki, yıkımlar maddi yıkımlardan başka şeylere götürür: İlkel toplumlar, tabiatın bu felaketlerinden ötürü ya birçok can kayıplarına uğrarlar ya da benzer bir şekilde tamamen yok olurlar. Bu durumda da felakete uğramış kabile büyük bir çabayla tekrar kendini oluşturur, yapılandırır ve güç bela sıkıntılara katlanarak tekrar mücadele eder. Bu mücadele içinde bir yandan olasıdır ki tehdit altındaki insan grupları, uzun sözün kısası, kesinlikle dayanamayıp pes eder, başarısızlığa uğrar ve yenilir.
Cansız doğadan kaynaklanan dış değişiklikler nedeniyle insan topluluklarında, diğer insanların ya da canlı varlıkların icadından kaynaklanan durumlar olaya dâhil olur. Bu durumların en güçlüsü taklittir. Böylecedir ki hayvanların dünyası insanlığın eğitmeni olur. Hayatın bütün eylem ve sahneleri için örnekler sunar. İlk öncelikli olarak, besinini araştırıp bulmaya dayanan mükemmelliği ile bilim, omurgalı omurgasız büyük ağabeyleriyle insanı hayran olunacak bir şekilde bilgi verip eğitmez mi? Plajda, yengeçler ve diğer kabuklular, kumun, öyle ya da böyle “deniz ürünlerinin” saklı olduğu vazodaki yerlerini gösterir; ürünün hasat edilmesine, besin bulmaya, bitki köklerini arayıp bulmaya, geyik otlağına, balık avına giden her hayvan özene bezene, titizlikle, bir deri bir kemik bırakan bir açlığın etkisiyle kendini kollamıştır bir yandan, bununla birlikte sırayla farklı besinleri, koylarda, körfezlerde, meyveleri, yaprakları ve kökleri, küçük böcekleri, besin olarak kullanılabilecek olarak gördüğü başka hayvanları denedi. Üstelik böylece insan, eğitmenlerine yoksulluk ve kıtlık zamanları için yiyecek ve erzaklarını ambarlayıp saklama sanatını sorup öğrenebildi: İnsana, bolluk olan mevsimlerde toplanmış besinden arta kalan kısmı yerleştirip koymak için silolar inşa etmeyi öğreten çayır köpekleri, sincaplar, sibirya sıçrayan tavşanları, arılar ve karıncalardır. Nihayetinde, tedavi tıbbı ile ilgili terapetik yollar olarak, yaprakların, ağaç ya da köklerin, hasta ya da yaralı hayvanlar tarafından daha önce kullanıldığı görüldü!
Hatta belki de insan, tarım ve çiftçilik konusunda birçok değişik ülkede ilk adımlarını atmak zorunda olmasında da hayvanları örnek alıyordu. Böylecedir ki, tabiat bilimci Mac Gee’ye[10] göre, senelik ürün elde etmek için toprağın işlenmesinin ilk evresi tamamen çöl olan bir alanda olacaktı, özellikle Kaliforniya körfezi ve komşu Arizona’nın bir parçası olan Amerika yerlileri Papagosların[11] ülkesinde. Buradaki yerli halklar gözler önünde “çift süren çiftçiler” olarak durmadan çalışan karıncalar gibidirler, onların on milyonlarca genişliğinde bir ovaya yayılan kolonileri, bütün Papaguerya’nın[12] üçte biri olmasa da çeyreğini harekete geçirip üretim sağlar. Her koloni mükemmel nitelikte bir ürünü kaldırıp dövmek için bir harman alanına, çok iyi bakılmış bir tahıl alanına sahiptir. Bu olağanüstü mucizelerin tek bakış açısına göre öz-aşkın, gururun en tabii şekilde gözünü açıp ortaya çıkması, uyanışı mecburen, Kızıl-Deriliyi karıncanın sanatını taklit etmeye sürükler: Her yıl, kabak çekirdeklerini, mısır tohumlarını bir yerden bir yere taşımak için güney bölgelerini ziyaret eder, dönüşünde, yağmur mevsiminin başlangıcında, nemli vadilerin toprağına ve sulak topraklara bunları fırlatır, eker. Bu tarım ve çiftçilik pratiğinin uygulanması, belki de en eski antik çağlarla tarihlendi ve aynı zamanda bu ülkede kabile halindeki Papagosların düzenlenip organize olmasının ilk nedeni olmuşa benziyor.[13]
Eğer insan, besinini arayıp bulup sonra da korumak için, hayvana, yani eğitmenine sonsuza dek borçlu ise, kendine sığınak yapma ya da kalacak yerini seçme sanatını sıkı bir şekilde fazlasıyla borçlu olduğu yine eğitmeni olan hayvandır. Eğer yarasayı, karanlık yer altı galerilerinin gizemli kapısının açıldığı mağaranın derinliklerinde, kaya yarığının etrafında çevrine çevrine fır döndüğünü görmeseydi çok sayıda mağara sığınağı duyulmamış, bilinmemiş olarak kalacaktı. Bir çok fikir insanın aklına aynı şekilde, lifleri, yünleri, yele ve kuyruk kıllarını iç içe örmede, aynı şekilde yaprakları dikmede çok becerikli olan, bu şekilde yuvalar inşa eden, bir inşaatçı, bir müteahhit olan kuş sayesinde olmuştur. Böceklerin dünyası, iki küçük dal arasına, o kadar mükemmel, harikulade ki ayni zamanda hem esnek, bükülgen, elastik ve hem de sağlam nitelikte olan ağları örüp dokuyabilen örümcek gibi, zanaatkârlık babında birçok ustalık ve hüneri öğretebildi. Ormanda insan, yaban domuzunun, tapirin ya da filin ona çizip, örnek olup göstermiş olduğu yolları izledi; aslanın izlerini takip ederek, insan hangi taraftan gidip de çöldeki su kaynağını bulacağını bilir. Gökyüzünün yukarılarında yol alan, uçup duran kuşlar, dağların içinden en kolay şekilde geçmek için boş alanlarını nerede bulacağını ona gösterir. Denizin içinde, deniz kıyısından fark edilmeyen adanın nerden belirip ortaya çıkacağını ona gösterir.
Her şey bu kadar değil; sıklıkla hayvan örnek olarak, tehlike anında kılık değiştirip saklanma ya da kaçma sanatını bulması için insana hizmet etti: Ayrıca başka örnekler de var; diyelim ki insana gerektiğinde “ölü gibi davranmayı” ona öğretebildiler, fırtınayı, kargaşayı kendi üzerine çekmemek için sesini çıkarmadan durmayı öğrettiler. Kuşların lokma lokma yemleri gagalarıyla taşıyabilmesi, besini ölçüp biçip ayarlaması, uçuşun zamanını ve kuş yavrularını artık kendi kanatlarıyla uçup, kendi hayatlarının sahibi olmaları için bırakıp salıvermeleri sanatını insanlar, çocuklarının eğitimi için ayrıca, oldukça da dikkate alıp uygularlar. Nihayetinde insan, çok değerli, paha biçilmez bu şeyi; güzellik duygusunu ve üstüne üstlük şiirsel yaratıcılık duygusunu kuşlardan aldı. Ateşli aşk dolu geceler boyunca, yumuşak tumturaklı sesler çıkaran ağaçtan flütü şiddetli ya da melankolik makamsal gezintilerle dolduran bülbül ya da daha iyisi sevinç ve neşe çağrılarını çığıran çayır kuşları unutulabilir mi? Diğer yandan hayvanlar tarafından insana uygulanan eğitimsel etki ile bazı kabileler kendilerini, öyle ya da böyle tarlalardaki ya da ormanlardaki hayvanların çocukları olduklarını farz etmişlerdir; bunu, övünç ve gururla sözüm ona atalarına tekrar benzemek için kendilerini soktukları kılık değiştirmelerle mükemmel bir şekilde gözler önüne sererler.
Çeviren: Buket Şahin
[1] 17 Eylül 1743-28 Mart 1794, Fransa, Aydınlanmanın ünlü düşünürü. İnsanlığın sonsuzluğa ilerleyebileceğine inancını, İnsan Zekâsının İlerlemeleri Üzerine Tarihi Bir Tablo Taslağı adlı eserinde belirtmiştir. (Ç.n)
[2] İnsan Ruhunun ve Aklının gelişimi ile ilgili tarihsel bir Tablo Taslağı
[3] Link, İlkel ve Eski zamanlar
[4] Ed. Hahn, Demeter (Yunan mitolojisinde toprak ve ürün tanrıçası) un Baubo (Demeter’in kızını kaybetmiş olmaktan dolayı yas tutarken görüp onu güldürmüş olan Yunan Mizah Tanrıçası) (Ç.n)
[5] Terrien de la Guperie, Çin ve Babil Kaydı
[6] Eduard Hahn, 7 Ağustos 1856-24 Şubat 1928, Almanya, antropojeograf, etnolog)
[7] Ed. Hahn, alıntılanıp aktarılan yapıt, sayfa 23 ve devamı
[8] Tunus (resmi yayın, cilt 1, sayfa 58 ve 59)
[9] Karadeniz’in Güney Doğu’sunda, Küçük Asya’da tarihi bir bölgedir. Bizans İmparatorluğu’nun bir şehridir, Başkenti Trabzon’dur. 1461’de düşüşüne kadar Trabzon İmparatorluğu’nun kalbi olmuştur. (Ç.n)
[10] William John Mc Gee, coğrafyacı, Amerikalı icatçı ve kaşif, antropolog ve etnolojist, 1853-1912 Amerika, kanserden vefat etmiştir (Ç.n)
[11] Arizona’nın güneyinde, Sonora çölünde yaşayan yerli bir ulus, sepetçilikte ünlüdürler, Apaçilere karşı klavuzluk etmişlerdir. (Ç.n)
[12] Arizona’da bir bölge (Ç.n)
[13] Mac Gee, Amerikalı Antropolojist, X, 1895
Views: 90