Tarih Öncesi Sosyoloji Notları – Yeni İnsanlık (İnsan Davranışları Tarihi) – Elisee Reclus (2)

0
1921

Taklit etme sahası hayvanların dünyasını olduğu kadar, insanın dünyasını da aynı şekilde kucaklar. İlkel bir kabile ya da topluluğun başka ilkel bir kabile ile bağ ve ilişki kurması yeterlidir, böylece öyle ya da böyle karakterin taklit edilmesi ihtiyacı hemen kendini hissettirir. Aynı etnik bir grup içinde diğerlerinden farklı olduğu açıkça görülen birey arkadaşları için de bir taklit objesi ve nihayetinde, genel entelektüel çekimin merkezi olur. Sonuçta tüm toplumun ahlakı aynı şekilde devinim göstermek zorundadır. Alışıldığı üzere çoğunlukla taklit etme bilinçsiz bir şekilde oluşur; bulaşarak geçme ve yayılma gibi bir özelliği vardır, ama ondan daha az gerçek değildir ve tüm taklitçi varlığı içinde kendini daha az değişime uğramış olarak bulmaz. Bilinçli olarak yapılan taklitler, hayatta daha az önemli bir paya sahiptirler, ama çok daha saygın ve önemlidirler.  Çünkü insan bir arkadaş sahibi olduğunda, ister sempati ile olsun, ister bir ustaya olan saygıdan dolayı itaatle olsun, fantezi veya moda aşkı ile ya da arzunun ve en iyinin mantıklı kavrayışıyla, anlama gücüyle olsun, varlığının tüm yetileriyle diğer insanları taklit etmeye sürüklenebilir.[1]

Bütün entelektüel düzen ve sistem işleyişleri olmasa bile çoğu dil anlatım ve ifadesi, yazı, hesaplama sanatlarını ve bilimlerin uygulanışı, taklit etme yeteneğinin kültürünü doğal olarak içerir ve daha önceden var olduğunu farz eder: taklit etme yeteneği olmadan, ne sosyal hayat ne de mesleki hayat hiç olmayacaktı. Uygarlık öncesi ilk edebiyat özellikle dans ile başlamamış mıydı, yani pandomim ve müzikle?[2] Ayrıca adaletin ilk formu yani dişe diş, kısasa kısas durumu : “Göze göz, dişe diş” en saf taklit değil midir? Yasaların her kodu eskiden örf ve adetlerden başka bir şey değildi: Çok eski zamanlardan beri yapılmış olan, ilk çağlardaki formu altında durmadan tekrarlama konusu, üstü kapalı kabul görmüştü. Toplumsal yakınlıkların kuralı, görgü kurallarının gereği, ziyarete karşılık iadeyi ziyaret, yemek karşılığı yemek, hediye karşılığı hediye vermek ve aynı ahlak anlayışının özünde, toplu halde bulunan kolektif bir gruba, insanlığa, insana hizmet verilmesinden, ödeme ve ödev fikrinden doğmuştur.[3]

Taklit etmek birçok durum ve koşuldan dolayı karşılıklı yardımla karışır ya da kısaca, geçmişten gelen, hala günümüzde de mevcut olan, tüm zamanlarda insan gelişiminin temel ajanı, unsuru olarak karşılıklı yardımlaşmayla karışır. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında iken, Darwin[4] ve Wallace[5] ve onların rakipleri, oldukça hayranlık verici bir şekilde, varlıkların ortamlarına adaptasyonları ile organik evrim sistemini ortaya koydular.  Bir yığın öğrenci, yalnızca birçok detayla birlikte Darwin tarafından geliştirilmiş meselenin yön ve niteliğini göz önünde bulundurup üzerinde düşündüler ve ancak “ varoluş mücadelesini” canlı ve yaşayan dünyanın sonsuz dramı içinde görerek yalın ve basit bir hipotezle baştan çıkıp kendilerini bu düşünceye bıraktılar. Bununla birlikte, İnsanın Türeyişi ve Türlerin Kökeni’nin yazarı (Charles Darwin) “Varoluş için uyum sağlama” dan da bahsetmiştir; “dar ve sıkışık bir şekilde bir araya gelip ortak olmuş birçok üyeden oluşmuş, birlik ve dayanışma sayesinde, en iyi şekilde, mutluluk ve erinç içinde gelişip büyüyen, böylece daha fazla çoluk çocuğa sahip olmayı başaran toplulukları” açıkça yüceltmiştir.[6]

Fakat şu var ki, sözde “darvinistler” tüm karşılıklı yardımlaşma olgularının tamamını tanımamayı yeğlediler ve kandan oluşan yaşam, onları bir cinayete, büyük bir günaha itiyormuşçasına bir tür aşırı öfke ve kızgınlıkla bağırıp çağırmaya başladılar: “Hayvanların dünyası bir gladyatör arenasıdır;… her yaratılmış, savaş için eğitilip düzenlenir”[7] Bununla birlikte bilimin örtüsü altında ne kadar çok şiddet yanlısı, acımasızlıklar, zalimlikler varsa, kaba, hoyrat bir fetih, egoist bir sahip olma sanatları içinde kendilerini haklı bir darbe yapıyormuş gibi gördüler; her güçlüler arasında var olma oyuncusu, kaç kez zayıflara karşı savaş çığlıları attı: “Mağlup olanların vay haline!”

Şüphesiz dünya, global yeryüzünde yaşayan varlıklar arasında, deniz içinde birbirleriyle mücadele edip savaşan balık yumurtaları ve bir toprak parçasında çatışma konusu olan  tohumlardan, çelik, mermi, havan ve havan topu mermileriyle birlikte aşırı öfkeyle birbirlerinin canını okuyup birbirlerini öldüren savaş alanlarındaki ordulara kadar sonsuza dek sürecek bir mücadele ve kıyım sunar. Oysa farklı ve birbirine zıt tablolar, oldukça başka türlü ve düşünüldüğünün aksine çok fazla sayıdadır, zira yardımlaşma olmaksızın hayatın kendisi imkânsız olacaktır. Çünkü bitkiler, hayvanlar, insanlar, kabileler halinde, geniş insan toplulukları halinde gelişmeyi başardılar ve her kendine özgü varlık, günler, aylar ya da yıllar boyunca bir yaşam alanını gezip dolaştı, bunun nedeni anlaşma ve uyum unsurlarının, mücadele ve çekişme mücadelesinin unsurları üzerinde üstün ve muzaffer gelmesidir. Bu, çok basit “iyi gün” ya da “iyi sabah” kelimesi, dünyanın bütün ülkelerinde çok farklı ve değişik formlar görünümünde insanlar arasında karşılıklı yapıla gelir. İnsanların birbirlerine saygı anlamında, iyi niyet gösterisi şeklinde, en azından gelişimin henüz başında basit bir duygudan kaynaklanan, insanlar arasında belli bir uyum ve anlaşmayı işaret eder.[8] Bir Arap atasözü en soylu bir şekilde şunu ifade eder: “Bir incir ağacı bir incir ağacına bakarak nasıl meyvelere bürüneceğini öğrenir”. Gerçekten de bir başka özdeyiş aynı kabilenin ya da aynı ulusun bireylerine bu iyi niyetle ilgili sınır getirir: “Hurma ağacını seyretme der bir Arap, onu seyretme, çünkü o yabancılarla konuşmaz”.

Hayvanlar arasında karşılıklı yardım örnekleri, doğa bilimcilerin eserlerinde sayısız miktarda geçer, ayrıca bunun insanlar arsında da biraz daha farklı şekillerde görünmesi sadece bir taneden ibaret değildir.[9] Karıncalar ve arılar bu bakımdan öyle anlamlı olgular sağlarlar ki varlıkları için mücadele eden, en önemli rolü oynayan, başroldeki kahramanların içine düştükleri anlık ve geçici unutkanlığa şaşmak gerekir. Şüphesiz savaşlar, öyle ya da böyle benzer şekilde karınca türleri arasında meydana gelir; onlarda da galip olanlar, köle sahipleri, vardır; ama aynı şekilde müşahede etmek gerekir ki onlar gereklilik durumunda karşılıklı beslenme konusunda birbirleriyle yardımlaşırlar. Nihayetinde kesin bir bağlılık ve özveriyle birbirleri için kendilerini adama konusunda,  tarımsal ve aynı şekilde tohumların kimyasal dönüştürümü ve değişikliği, bazı mantarların yetiştirilmesi gibi işletimsel konularda birlikte birbirlerine bağlanma konusunda yardımlaşırlar. Birleşip müttefik olan türler tarafından yaşam oluşturulmuş, yüzlerce ya da hatta milyonlarca karınca sürülerini içeren karınca kolonileri sadece samimi, içten bir barış, iyi niyetli, uzlaşma içinde yaşam ve geçinme sahneleri sunarlar.[10] Tüm bu harikulade, akla değgin davranışlar açısından, Darwin’in sözlerini tekrar etmek içimizden geldi : “Karıncanın beyni belki de insanın beynine göre daha olağanüstü bir şey, bir mucizedir”.

Bununla birlikte kuşlar arasında; dört ayaklı hayvanlar ve iki elli hayvanlar arasından bazı türleri birleştirip bir araya getiren etkileyici dayanışma örnekleri vardır! Büyük aile bireyleri arasında karşılıklı güven olması, bu güveni bozmaya hiçbirinin cesaret etmemesi gibidir: En küçük kuşlar kendilerinden güçlü, yırtıcı bir kuşla mücadeleye girişirler; çobanaldatan kuşunun, doğanlar ve atmacalara korkmadan meydan okuduğu görülmüştür. Kargalar basit bir eğlence şeklinde bir kartalın arkasına takılırlar. Büyük Batı Amerika’da Colorado nehrine egemen olan killi topraklarda, kırlangıçlardan oluşan koloniler, şahinlerin tüneyip yuvalandığı sivri bir kayanın altında rahat bir şekilde yerleşir ve yaşamlarını sürdürürler. Bazı türlerin doğrusunu söylemek gerekirse insanlardan başka düşmanları yoktur, basit ve sade şartlar altında, kendi mükemmel biraradalıklarıyla korunup muhafaza edilmiş olarak, tüm evrenle barış içinde yaşarlar: Bunlar Cap’ın[11] “cumhuriyetçileri”dir ve Amerikan ormanlarının muhabbet kuşları, papağanlarıdır. Bu hayvanlarda dayanışma, iyiliğe, sadakate, fedakârlığa kadar gider, sanki insanlar onları tasarlayıp düzenlemiş gibi ve sanki insanlar onu pek nadir bir şekilde yapıp gerçekleştirmiş gibi. Böylece, bir avcı, turna kuşu havada uçarken, aylak bir şekilde ateş edip bu kuşlardan birini yaraladığında ve bu kuş bir kanadıyla uçmaya çalışırken düşme riski altına girerse hemen açısal bir bant durumunu alır ve toparlanılır, sağdan ve soldan iki arkadaşı kendi uçuşlarıyla arkadaşlarının bitap haldeki uçuşunu desteklerler. Hatta küçük kuşlar, Akdeniz’in üstünde göçmen kuşlarla beraber yan yana olmak için onlara katılırlar: Çayırkuşlarının, denizi geçtikten sonra, turna kuşu gruplarıyla gökyüzünde birlikte alçalıp yükseldikleri görülmüştür.[12] Ayrıca bunu onlara yardımı olsun ya da olmasın gerçek şu ki en azından büyük yolculuk için iyi yüreklilik ve incelikle karşılanıp kabul edilmelidir. Durum tüm hakikatin oldukça tersinedir; hayvan dünyasından, çoğu yaralılarının kanını içen, pençeler ve cırnak darbeleriyle birbirini parçalayıp yeme et oburluğundan ibaretmiş gibi, sadece buna dayanıyormuş gibi bahseden kötümserlerin iddialarının tersinedir hakikat.[13] Yaşam mücadelesi en üstün derecede bir yasa olmadığının en iyi ispatı, varlıkların gelişim tarihinde, anlaşmanın daha çok üstün geldiğinin en iyi ispatı bu olayla bize verilmiştir; kaderleri dâhilinde en mutlu türler, uçuş ve cinayet için en iyi araç ve gereçle donatılmış olanlar değildir. Ama tersine en mutlu türler daha az mükemmel silahlarla donanmış olanlar, çaba göstererek, içtenlikle birbirlerine yardım edenlerdir: Bunlar en yırtıcı, en acımasız olanlar değildir, ama birbirlerine bağlı, sevgi dolu olanlardır.

Aynı şekilde insanlar arasında “vahşiler” ya da “ilkeller” içinde söylenebilir. Zira tarih öncesinin tanıkları, nasıl ki çağdaş insan nüfuslarının incelenmesi, bize çok büyük bir miktarda, barış içinde yaşayan, hatta toprağın ortak sahiplenilmesinin ve ortak bir arada çalışmanın uyum ve ahengi içinde olan kabileleri bize gösterdiği gibi, sadece savaş için gerekli olan araç ve gereçlerle iyi bir şekilde hazırlanmış, donanımlı, sırf sadece yıkıp döküp zarar vererek yaşayan savaşçı ve ilkel topluluklarla ilgili örneklerden, bununla birlikte sıklıkla bahsedilir. Bireyin, kıtlık ve yoksulluk hissedildiğinde, yiyecek erzaklarını uzun süre devam ettirip yettirebilmesi için, günlük yiyecek içecek miktarını ayarlamaya girişmek zorunda olduğu, aynı kabilenin üyeleri arasında değişmez, sağlam bir ahlak anlayışı olmuştur. Sık sık büyükler küçükler için güçlerini kötüye kullanmaktan uzak durup kendilerini bundan yoksun bırakırlar.[14] İlkel tarihin başlıca en büyük temel olgusu açısından dünyanın bütün ülkelerinde oluşumu hemen hemen şu şekildedir; insan, kabile, ortak topluluklar, mükemmel varlıklar olarak görülür, onda her birey çaba harcayıp işini yapmak ve kişiliğinin tüm özverisini feda etmek, her türlü sıkıntıya katlanmak zorundadır. Yardımlaşma öyle mükemmel bir şeydir ki, pek çok durumda ölümden ötesinde bile oluşma arayışındadır; yani öyle ki, Yeni Hebridler’de,[15] bir çocuk öldüğü zaman anne ya da teyze diğer dünyada olmadıkları için çocuğu tedavi etmeye gitmek amacıyla isteyerek kendilerini öldürürlerdi.[16]

Hatta cinayet ya da daha ziyade farklı ülkelerde yapıla gelen yaşlıların gönüllü ölümü ile ilgili olarak Sumatra Battaları’nda,[17] Kutup Sibirya’sındaki Çukçiler’de[18] olduğu gibi – benzer ölümlerin gerçekleştiği ulusların barbarlığını kanıtlayıp göstermektense, daha çok karşılıklı yardım örneği olarak bu olaydan bahsetmek daha iyi olur. Herkesin herkes için yaşadığı, tüm grubun, topluluğun mutluluk ve kalkınmasının, her bireyinin kaygısı olduğu,  besin eksikliğinin ya da aşırı soğukların arkasından bazen yaşama güçlüğünün çok zorlu olduğu bir toplulukta, ortak mücadele verme çabası içinde geçmiş hayatını anımsayan ve artık bundan sonra bu hayatını sürdürmekte kendisini güçsüz hisseden yaşlı birey, son derece korkunç bir şekilde kendini kaygı ve korku içinde hissetmek zorunda kalır. Toplumsal ilişkiler ve ahlaki yaşam bakımından herkese faydalı olmayı devam ettiren medeni ulusların yaşlı bireyinden farklı olarak yaşam ona çok ağır gelir. “Başkalarının ekmeğini yemek” duygusunu o zaman, kentin en aktif, en hareketlisi olarak katkı sağlayan çalışanları için bunun kaçınılmaz bir gereklilik olduğunu hissettiği zaman, bu gerçekten nihayetinde onun için ölüm gibi bir şey, bir azap olur ve işe yaramaz olan yaşını başını almış insanlar, gönüllü olarak, isteyerek,  kendilerine kötü ve korkunç bir şekilde, yepyeni  ebedi ve genç bir yaşam ya da ebedi bir dinlenme ülkesi için yola çıkmaya onlara yardım etmelerini topluluğun çalışanlarından isterler.  Dayanılmaz derecedeki hastalıklardan muzdarip oldukları zaman bu yaşlılar göz yaşları içinde, sürekli bir azabı ya da şiddetli acılarından dolayı onlara hoşgörülü davranılmasını istedikleri zaman, bununla birlikte evlilik ya da evlatlarla ilgili sevgiden dem vurup bu sevgiyi bahane edip buna örtündüklerinde,  onları, haftalar, aylar, yıllar boyunca sızlanma ve inleme halinde bıraktıklarında, modern aileler, yaşlı ebeveynleri için gerçekten en iyileri mi oluyorlar?

Dünyanın hemen hemen bütün ülkelerinde üstün ve öncelikli olan, orada burada hatta bireysel mülkiyetlerle tam anlamıyla tamamen tekele alınıp istif edilmiş olan bölgelerde bile önemli bir yeri ve anlamı olup devam eden mülkiyet kavramının toplulukla alakalı formu, karşılıklı yardımlaşmanın epeyce ilerlemiş olduğu, medeniyet derecesine ulaşmış tarım toplumlarında ne kadar üstün nitelikli bir kural olduğunun müşahede edilmesini sağlar. Buradan hareketle, her birinin endişesi, herkesin mülkiyeti olsa gerekir, yani, ortaklık ilişkisi içindeki köylülerin ortaklığını göstermeye yarayan aynı kelimeleri ifade ederken olduğu gibi.  Basque[19]  “Üniversiteleri”, Rus “mir” leri[20] ya da küçük “evrenler”, Sırpların zadrugaları[21]  ya da “dostlukları”, Burgatyalıların[22]  “bratski” leri ya da “kadeşlik, dostluk ve ortaklıkları” bunlardandır.  Türetme yoluyla elde edilmiş olan dillerin ve Latin dilinin kullanımının dünyada genelleştirdiği “komün”, “görev ve sorumluluklara ortak olan” tüm insanlara uygundur, yani birbirlerine yardım eden herkese uygundur. Ayrıca komünden komünyen (topluluk, birlik) doğar, yani samimi ve içten düşüncelerin karşılıklı değişimi, şölen ve eğlencenin de paylaşılmasıdır. Zira “insan sadece ekmek için yaşamaz” ve karşılıklı yardım, fikirler ve fikirlerin iletişimi, bilgi, öğretim ve propaganda ile durmadan oluşmaya devam eder. Başkasının zekası içindeki şeyleri tahmin edip düzenleme tarzını kavrattırma konusunda birbirini uyarmayan insan değildir, hatta egoist bile değildir. Çünkü toplum geliştikçe, tek başına izole olmuş olan birey, bilinçsiz bir şekilde olsa bile onu çevreleyenlerin içindeki benzerlikleri görmeyi öğrenir. Hayat, ilk, kaba, yontulmamışlıkları içinde yaşayan insanlar için olduğu gibi, hayvanlığın ast tiplerinde basit bir şekilde bitkisel tabanlı, bitkilere dayanan yaşam, zekası ve yüreğinin gelişip büyüdüğü insanlarda tamamen bambaşka ve çok daha geniş bir karaktere bürünür. Yaşama bilinci edinince, ilk amaca, öz varoluşun, gerçek yaşamın sürdürülüp devam ettirilmesiyle yetinen yeni bir amaç eklenir; sonsuz bir şekilde gelişmiş döngü çemberi, bundan böyle tüm insanlığın yaşam varlığını kucaklar, kuşatır.[23]

Fakat insan gelişiminin basamak ve adımlarında bazen korkunç olan geri dönüşler ve tekrarlamalar olur. İnsandan insana, insan topluluklarından insan topluluklarına, halktan halka, tüm zihinsel ve ahlaki ıslah, düzeltme ve iyileştirme unsurlarını geliştirmek için çok emek içeren karşılıklı yardımlaşma, çok sık olarak yerini, kinlerin ve intikamların, yırtıcı, acımasız bir zincirden boşanmışlıkla, kudurganlıkla birbirleriyle savaş ve mücadele etmeye bırakır. Oysaki, şeylerin ve olguların tuhaf, benzersiz bir alt üst oluşu, insanlar arasındaki kaba bir vuruşma, kötü bir sarsıntı oluşturur; birçok yazarın, insanlığın en büyük eğitimcisi olarak büyük bir içtenlikle ululayıp yüceltiyormuş gibi yaptıkları ya da kutsallaştırıyormuş gibi davrandıkları Homeros’un “kötü ve berbat bir savaş” dediği şeydir bu. Havada uçuşup duran kötü ruhların ve yaşayanları öldüren hayatta yeniden doğmak isteyen, yaşama doymamış ölülerin ruhlarının korkusuyla bilinmeyenin dehşetinin sebep olduğu fedakarlığın, Tanrıya sunulup armağan edilmenin erdemine olan eski bir inanış biçiminin kalıntısı vardır burada. “Bil ki tanrıları ve dünyayı, herkesi yaşatmak için kan gerekli, türün devam etmesi ve tüm yaratılanların yerlerinde kalıp yaşamlarını sürdürmeleri için kan gerekli”. Dökülüp saçılan kan değildir, ne insan toplulukları, halklar, ne uluslar, ne de krallıklar varlıklarını, var oluşlarını koruyamayacaklardır. “Hey arabulucu, senin dökülen kanın yeni bir dirlik, kanlılık, canlılık, yeni bir yaşam gücüne can verecek olan senin kanın toprağın susuzluğunu dindirecek!” Bununla birlikte böylece, Merkezi Hindistan’ın Khondları,[24] yurtlarını kutlayıp kutsallaştırmada, tarlalarını zenginleştirip verimli hale getirmede ve eti kendi aralarında bölüp paylaştırmada Tanrı rızasını kazanmak bakımından bir kişiyi kurban olarak boğazlarken şarkı söylerlerdi.[25] Hiçbir şehir, hiçbir sur ve duvar eskiden, bazı halklarda,  ilk taş bir kurbanın kanını döküp fışkırtmadan inşa edilmezdi. Efsaneye göre, Radjahdhava[26] şu anki Delhi şehrinin kurulduğu ve yükseldiği yerde, birbirinin ardı sıra birbirini takip eden şehirlerin merkezini işaret ederek “demir bir direk daima kanla yıkanır” der: Yılan-insanlardan yani yerlilerden oluşmuş pek çok sayıda ordunun, Pandou’nun[27] oğlu Yudhishthira’nın[28] zaferi için toprağa gömüldüğü aynı yerde dikilmişti bu demir direk.

Gerçekten de, çok karışık ve anlaşılmaz tarihsel bir olay olan savaşlar, aynı karmaşıklığı ve anlaşılmazlığı gereğince direk olarak sebep oldukları tüm tabiatla ilgili kötülükler, zararlar, yıkımlara rağmen, ilerleyip gelişme olanağını sağlayabilmişlerdir. Böylelikle kabileler ya da uluslar arasında böyle bir anlaşmazlık ya da çatışma, daha az tanınan bölgelerde değerli bilgiler sağlayan arama, tarama ve keşif yolculuklarından önce gerçekleştirildi. Sonra mücadelenin arkasından, ittifak ve birleşme anlaşmaları, sık sık alışageldiği üzere dostluk ve ticaret ilişkileri ile sonuca ulaşıldı. Bu ilişkiler, gerçekten en mutluluk verici olanlardı. Çünkü eskiden kendi bilincinde olmayan, birbirini tanımayan, cahil olan halkların ufkunu genişletti, bilgilerini geliştirip, artırıp, bu bilgilere sahip olmayı öğretti; ama savaşın sonucu olmaktan çok uzak olması bakımından şöyle dursun, halk ya da insan toplulukları, ters anlamda meydana gelen hareketten doğdular, bununla birlikte eğer katliamlar meydana geldiyse ve eğer ittifak ve birleşmeler, kanın akıtılıp dökülmesinden önce meydana gelirse, yapılacak şey her bir kurbandan bunları satın almak olurdu. Yalnız halk ya da insan topluluğu, barışçı olguları ne teröre ne de umutsuzluğa yol açmamış olan olayları artık hatırlamıyor: sadece “korkunç yılları” hatırlıyor ve bu yazgısal tarihlere iyi ya da kötü tüm tabiatın sonuçlarını taşıyor; birbirlerini açık ve net bir şekilde tanıyıp ayırt etmeleri, onların onları azmettiren ya da onların çizgilerini belirleyen, onları oluşturan nedenleri izlerken bunları çeşitli biçimde bölüştürmeleri gerekeceğini hatırlıyorlar. O halde kuruntu ve yanılsamaya kendimizi bırakmayalım: kin, düşmanlık savaştan doğar ve savaşı doğurur; insanlar arasındaki aşk ve sevgi, emek ve çabaların uyumunu sağlar. Bu da karşılıklı yardımla olur; o halde artık bundan sonra birbiriyle savaşım ve mücadeleden ileri gelebilecek olan mutlu sonuçları hatırlayıp taşıyalım.

ŞUBAT 1898

Çeviren: Buket Şahin

[1] G. Tarde, Taklit Etmenin Yasaları

[2] Letourneau, Tutku

[3] Guibert, Paris Antropolojisi Toplumu, Çalışma 18, IV, 1893

[4] Charles Robert Darwin, 1809-1882, İngiliz evrim araştırmacısı, biyolog, doğa tarihçisi (Ç.n)

[5] Alfred Russel Wallace, 1823-1913, İngiliz doğabilimci, coğrafyacı, araştırmacı, antropolog, biyolog, Darwin ile birlikte doğal seleksiyonla evrim teorisini gündeme getirdi, bununla ilgili açıklamalarda bulundu (Ç.n)

[6] Charles Darwin’in 1871 yılında yayınlanmış evrim teorisinin temellerinin atıldığı “Türlerin Kökeni” adlı kitabı, 2. Baskı, sayfa 163

[7] Huxley, Varoluş Mücadelesi ve Bunun Hakkında

[8] Patrick Geddes, Yaprakdökmeyen, sayfa 30

[9] Pierre Kropotkin, Hayvanlarda Karşılıklı Yardım, On Dokuzuncu Yüzyıl, Eylül, Aralık, 1890

[10] Forel , Bates, Romanes, vs.

[11] 1652-1910’da Cap kolonisinin başkenti, Güney Afrika’nın bir şehri, İngilizcesi Cap Town. (Ç.n)

[12] L. Buxbaum, Hayvanat, 1886, sayfa 133

[13] Pierre Kropotkin, On Dokuzuncu Yüzyıl, KASIM, 1890, SAYFA 702

[14] Antropoloji Toplumunun Bülteni, 1888

[15] Pasifik Okyanusu’nun bir takımadası, İngiliz-Fransız ortak egemenliğinde bir bölge iken Vanuatu adıyla bağımsız olmuş bir bölge. (Ç.n)

[16] Gill, Waitz ve Gerland’da, Antropoloji, sayfa 641

[17] Endonezya’da Sumatra adasında yaşayan bir kabile. (Ç.n)

[18] Arktik Okyanusu( Kuzey Buz denizi) kıyıları ve Bering denizi üzerindeki Uzakdoğu Rusyası’nın kuzeyinde oturan paleo-sibiryalı (paleo= eski yunanca bir ön ek) bir halktır. (Ç.n)

[19] Kanada’da, Kebek eyaletinde bölgesel bir ilçe belediyesidir. (Ç.n)

[20] Mir terimi Rus İmparatorluğunda, köylülerle ilgili topluluk ve ortaklıkların yerel özerkliğini göstermek için kullanılırdı; herkesin besin ve emek paylaşımı ile karşılıklı olarak sağ kalıp yaşayabilmesini sağlamak için elbirliği ile çalışmak zorunda olduğu köy ve ortaklık topluluğuna gönderme yapar. Mir Rusçada “barış” ve “dünya” anlamına gelir. (Ç.n)

[21] Sırbistan’da Slav kültüre özgü bazı güney bölgelerde yayılmış tarihi kırsal bir topluluk ve ortaklık türü. (Ç.n)

[22] Moğolyanın kuzeyinde, Burgatya Cumhuriyeti’nde yaşayan Sibirya’nın en önemli etnik azınlıkları. (Ç.n)

[23] Auguste Comte, Pozitivist Felsefe, 1869, sayfa 494

[24] Hindistan’da kendi klanlarıyla bir arada verimli topraklarda, ormana bağlı yaşayan, çiftçilik yapan bir kabiledir. (Ç.n)

[25] Elisée Reclus, İlkeller, sayfa 374

[26] Hindistan’da bir kral. (Ç.n)

[27] Pandou, Hint mitolojisinde Pandavas’ın (Sanskritçede Pandou soyundan gelenler manasındadır) babasıdır. Pandou, Couroudesa ya da Hanstinapoura’nın kralıdır. Tacını sonra erkek kardeşi Dhritarachtra’ya bırakmıştır ve Himalaya dağına çekilmiş, orada ölmüştür. Pandou’nun beş oğlu; Yudhishthira, Bhima, Arjuna, Nakula ve Sahadeva’dır. (Ç.n)

[28] Hindistan’da Pandou Kralı’nın beş oğlundan biri.(Ç.n)

Views: 34

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz