15 Temmuz Darbesi’nden sonrası devletin bekası ve kendi varlıkları için bir fırsat yakalamış olan Kemalistler ile çeşitli “İslamcı”lardan oluşan AKP iktidarı ittifaklarını, birbirlerine kim bilir ne tavizler vererek, bugüne kadar sürdürdüler. Kemalist militarist-laikler ile İslamcı kesimler arasında oluşan bu ittifak elbetteki ezelden beri devam eden kapışmaların ve özellikle Ergenekon operasyonlarının kendi iktidarını sağlamlaştırmak için bir vasıta görüp Kemalistleri devlet bürokrasisinde ayıklamaya ve ardından diğer İslamcıları – AKP’nin sahiplerini – tehdit etmeye vesile yapan Fetullah Gülen faşistinin darbe teşebbüsüyle yerine oturmuş oldu. Darbe teşebbüsünden hemen sonra Balyoz ve Ergenekon davaları tamamen yok sayılarak ve hatta Ergenekon diye bir yapılanma yoktur noktasına gelerek cezaevinde yatmakta olan tüm katiller (diğer faşistler) serbest bırakıldı. Kürdistan’da işlenmiş cinayetlerin delilleriyle aleni olan davaların tüm sanıkları serbest bırakıldı.
Yarım yüzyıldır solculuk teraneleri ile varlığını sürdüren, Maoculuk, Çincilik ve işçicilikten Türk milliyetçiliğine yol alan solcuların manipülatörü bir diğer faşist Doğu Perinçek çizgisi bugün iktidarın akıl hocası rolüne gelmiş durumda. Bugünlerde var olmayan gazeteciliğin ve tahakküm medyasının ekranlarda her akşam görmekten ve göstermekten haz aldığı bir şahsiyet haline geldi. Denize düşen yılana sarılır örneği ile denize düşen iktidar kendisi gibi bir tahakküm örgütüne yılan gibi dolanmış görünümü veriyor.
Darbeden çıkmış olan yeni iktidar ortaklıklarının oluşturduğu bu dönemi post-Kemalizm dönemi olarak ifade etmiştim ve edebiliriz. Bu durum İslamcılık ile marine edilmiş Kemalist devleti Kemalist iktidarın benzeri bir diktatörlüğe götürdü. Başkanlık sistemi adı ile batılı (Avrupalı) ülkelerin kimi sistemleri örnek verilerek kendisine özgü başkanlık sistemi adı altında bir çeşit tek adam ya da “Padişahlık” sistemine girilmiş oldu.
Hiçbir fonksiyona sahip olmayan bir parlamento – parlamento ya da meclis denen şeyin zaten bir kandırmaca olduğu fikrine ezelden beri sahip çıkıyor olmakla beraber parlamento fikrini ortaya atanların ve uygulayanların maksadını da aşan – adeta bir yalan olarak apaçık ortada duruyor.
İktidarın sevmediği kişiler tutuklanıp hapse atılırken, iktidar çanak yalayıcıları ve taraftarları hiçbir hukuki yaptırıma uymadan her türlü suçu işlemekten imtina etmiyorlar.
Sultan Abdulhamit dizisi gibi diziler yaptırıp her haftasında günlük politik tavır ve edaları meşruiyete dökecek bölümleri yayınlayarak beyin yıkama çalışmasını özenle yerine getiriyorlar. (Bu dizileri yapan sinemacı, yayıncı ve yönetmenleri de bir tarafa yazmakta yarar var) Demokrasi açısından Abdulhamit’ten dahi geri uygulamaları hayata geçiriyorlar.
Darbe sonrası iktidarın kendini hukuk olarak yeniden kurma biçimi anti-hukuk olarak tanımlanıyor. Kendi hukukuna dahi riayet etmemekte ısrar etmekte ve her türlü muhalefete ya da aslında vatandaşlarına karşı düşmanca “hukuki” bir mücadelenin içinde olduğu ve hatta mevcut yasalarını bypass ederek, eğerek ve bükerek şiddetin bir çeşit enstürmanı olarak kullanması göz önünde bulundurulursa bu tanımın pek yanlış olduğu söylenemez. Dolayısıyla anti-hukuk kavramını kimi anarşistlerin olumlu anlamlar atfedecekleri doğal hukuk olarak anlamamak gerekmektedir. Ama durumu tanımlamak açısından anti-hukuk kavramı doğru gibi görünüyor.
Dolayısıyla bugün tüm darbeleri kınayan iktidarın ve devletin uygulamaları 12 Eylül askeri mahkemelerinin hukuki uygulamalarının gerisinde olduğunu söylemek yanlış değildir. Kaldı ki iktidar birçok tarafı delinmiş olmakla beraber halen 12 Eylül Anayasası’na sahip çıkmaktadır.
Devletin hukuku devlet açısından vatandaşlarına karşı bir bağlayıcılığa sahip değil. Hiç de matah olmayan yasaları sadece var olması ile bir cila olarak durmaktadır.
Devletin tahakkümün ve şiddetin yoğunlaşmış hali olduğunu bilmekteyiz. Bir şiddet biçimi olarak hukukun devlet tarafından bu derece hoyratça kullanılmasının nadir örneklerini görmek mümkün. Emniyet amirlikleri ve cezaevleri şiddet ve işkencenin artık aleni olarak da yapıldığı yerler haline gelmiş durumda.
Zenginlik ve sefahat için olmazsa olmaz bir durum olarak Osmanlı Devleti’nin 15. Yüzyılda ve belki de daha önce – öncesinde bir devlet olduğu söylenemez – kurulmasından bu yana devlet kurumları ile ilişkide olmak ya da bir devlet kurumunda konuşlanmak önemlidir. Bu durum bugün de devam ediyor. Kendi zenginlerini yaratan bu İslamcı iktidar devlet kasasının boşalması ya da belki de boşaltılması sonucu çeşitli vesileler ve gerekçelerle dolaylı ve doğrudan vergileri şiddetini ve celaletini göstermenin bir aracı olarak kullanıyor.
Kısacası daha önceki yazılarımda işaret etmiş olduğum sistemin Totaliterizmi bu süreçte tüm denetleme mekanizmalarını ya lağvederek ya da işlevsiz hale getirerek ya da kendisine bağımlı hale getirerek otoriter bir sistem kurmuş durumda. Ve bu şekilde yoluna devam ediyor.
Sistem devletin tüm yönetim kademelerinin kısmi özerk hareket etme alanlarını da daraltarak ya da yok ederek ve tek bir “kuruma” bağlayarak bu otoriter yapıdan hantallaşıp işlevsiz hale getirmiş durumda. Tek merkezden ve tek ağızdan koskocaman bürokratik mekanizmayı yönetme hevesi binlerce sorunun kendi yararına dahi işlemesini engellemiş görünüyor.
Diğer taraftan muhafazakâr demokrat olduğunu iddia eden devletleşmiş iktidar demokrat olmayı bir yana bırakalım geçmiş tarihi mekân, alan ve eserleri yok ederek ve tarihi-kültürel eserleri manipüle ederek muhafazakârlığından da sıyrılmış görünüyor. Adeta hafıza silme ve yeni bir tarih yazma çabası ile varolmaya çalışıyor. Bunun adı muhafazakârlık değil elbette. Dünyada yıllardır adını ve uygulamalarını gördüğümüz ama buraya özgü bir neo-muhafazakârlık olarak adlandırmak yerindedir.
Bunun karşısında sistemin muhalefeti muhalefet edecek enerjiye sahip görünmüyor. Sistem ve toplum totaliter ideoloji ve otoriter yönetim tarafından manipüle edilmektedir. Tektipleştirme süzgecinden geçirildiğinden dolayı parlamentodaki Kürt muhalefeti cüzzamlı olarak nitelenmekte ve dokunanın kolunu, elini-ayağını kaybedeceği hasta muamelesi görmekte. Bir önceki seçimlerde gizli ittifaklar bunun açık göstergesi olarak gösterilebilir.
Bu totaliter ideolojinin sembolü Atatürk ve bayrak mitidir. Dokunulmaz Atatürk miti ve muhalefetin dahi miting alanlarına taşıdığı ve taşımak zorunda olduğu/bırakıldığı bayrak sembolü bu totaliter halin göstergesi. Sistemin kırmızı çizgisi bu olmakla beraber diyanetin bir enstrüman olarak dini araçsallaştırarak hem uluslararası alanda yerini belirginleştirmek ve ileride durmak hem de içerde totaliter yapıyı daha da konsolide edecek beyaz-sunni-türk unsuru çekirdek vatandaş olarak tutmak için kullanıyor.
Bu maksatla camiler totaliter iktidarın ve devletin propaganda mekanizması olarak kullanılıyor. Bunun için ülke maliyesinde oldukça büyük payı alan ve en örgütlü yapısı diyanet işleri daha işlevsel olarak kullanılıyor. Camiler totaliter sistemin ideolojisini okullarla beraber topluma taşımaktadır. Ülkede mevcut olan ve demografisi yıllarca altüst edilen Hristiyan vatandaşlar ve özellikle ibadet biçimleri Sünni İslam’la alakasız ve dergâh benzeri yapılarda ibadet eden Aleviler bu çatının dışında belirsiz bir konumda tutulmaktadır. Alevilikleri ile var olan dini yapılar totaliter ideolojinin gereklerinden münezzeh değiller. Herhangi bir cemevine gittiğinizde alevi dini sembollerin yanında Atatürk portresini görmemeniz mümkün değildir.
Totaliter yapı diyanet kurumunun yanında yüzyıllardır varlığını sürdüren tarikatları da totaliter ideolojisini her alanda yaygın kılmak adına kullanmayı ihmal etmemektedir. Bunun için bu tarikatlara her türlü maddi ve manevi desteği dolaylı ya da dolaysız sağlamaktadır.
Totaliter yapının Kemalist kesiminin buna tepkisi neden hissedilmiyor sorusu sorulabilir? Akp iktidar gelmeden önceki yapı da iktidarın bu Kemalist işbirlikçilerinin hâkimiyetinde idi ve Fetullah Gülen ve benzeri yapılar ile hiçbir rahatsızlık duymadan bir arada ve beraber çeşitli operasyonlar yapabiliyorlardı. Sistemin devamlılığı tehlikeye girmediği sürece her türlü işbirliğini yapmaktan ve işbirliğini – kimi zaman gün yüzüne çıkan çatışmalar olsa da – gizliden gizliye sürdürmekten çekinmiyorlar.
XXX
Gelinen bu zamanlarda, Covid-19 salgını şartlarında dünyanın tüm devletlerinin asıl hedefi olan toplumları ve toplulukları en küçük nüvesine kadar kontrol altında tutma – devlet kontrol demektir – hedefleri kendisine bir imkân sağlamış oldu.
Böyle bir fırsatı özel olarak yaratmaya çabalasalardı bu denli uygun bir durumu yaratamazlardı. Öyle ki toplumlar ve kitleler kendilerini gönüllü bir şekilde devletin ellerine sunmaktan – ölüm ve ölüm korkusu her şeyi çözecek güçtedir – çekinmemekte ve hatta sunmaktadırlar. Hastane sistemi ve hasta kimliğine karşı duyulan korku başlıbaşına bir konu olarak şöyle dursun, devletlerin sokağa çıkma yasakları ile coğrafyayı ve coğrafyada yaşayan tek tek bireyleri online olarak ve yeni teknoloji ile etiketlemesinin meşru temelleri atılmış oldu.
Orwell’in 1984’ünün benzerini yaşayan İngiltere’yi bugün komünist olma iddiasıyla varolan ve dünyanın en vahşi işçi ya da artık-değer sömürüsünün olduğu, bir devlet kapitalizmi olan Çin çoktan geçmiş görünüyor.
Aynı şey devlet “hizmetlerinin” tek mecrası haline getirilmeye çalışılan e-devlet uygulaması ve Covid-19 sürecinde yaratılan HES (Hayat Eve Sığar) uygulaması ile de büyük oranda başarılmış görülüyor. Her dükkân ve her sokakta dükkân sahipleri, devlet ya da belediyeler tarafından yerleştirilmiş olan kameralar zaten bu işin başlangıç noktası idi.
Son olarak: Totaliter ve otoriter bu devlet toplumdan ne ister sorusunu ‘elbetteki mutlak itaat’ diye yanıtlamak durumundayız. “Allah” gibi davranan bir devlet bu…
Dikkat edilirse üstüne konuştuğumuz tüm bu meseleler kentin, şehirlerin ve kasabaların meseleleridir. Şimdilik dağın-taşın, ormanın ve köyün – eğer kaldı ise – meselesi değil!
03/10/2021
Views: 260