13 Teknoloji Toplumu: Tekniğin Özerkliği – Jacques Ellul

0
2432

“Giedion, mekanik manipülasyonlara uyarlamak amacıyla ekmeğin niteliğinin nasıl değiştirilmeye çalışıldığını gösteriyor. Son kertede, mekanizasyonun nihai başarısı insanın damak tadının dönüşümünü hazırladı. Teknik ne zaman doğal bir engelle karşılaşsa, genellikle ya canlı organizmayı bir makineyle değiştirerek ya da organizmayı artık hiçbir spesifik organik reaksiyon vermeyecek şekilde değiştirerek o engeli aşmaktadır.”

Özerkliğin temel özelliği, öncü bir teknisyen olan Frederick Winslow Taylor tarafından mükemmel bir şekilde ifade edilmiştir. Taylor, kalkış noktası olarak, sanayi fabrikasının kendi başına bir bütün, “kapalı bir organizma” ve kendi başına bir amaç olduğu görüşünü almaktadır. Giedion da “bu fabrikada ne üretildiği ve işgücünün amacının ne olduğu sorularının hedefin dışında olduğunu” ekliyor. Amacın mekanizmadan tamamen ayrılması, sorunun araçlarla sınırlanması ve verimliliğe ne şekilde olursa olsun müdahalede bulunmayı reddetme, bunların hepsi Taylor tarafından açıkça ilave edilmiştir ve teknik özerkliğin temelinde yatmaktadır.

Emst Kohn-Bramstedt’in polis üzerine araştırmasının açıkça gösterdiği gibi, özerklik, tekniğin gelişmesi için gerekli koşuldur. Etkin olacaklarsa, polislerin bağımsız olmaları gerekir. En doğrudan, en etkili araçlarla çalışmak ve tali değerlendirmelerce engellenmemek amacıyla polisin kapalı, özerk bir örgütlenme oluşturması gerekir. Bu özerklikte de hukuk açısından öz-güvenleri olmalıdır. Eğer etkili ise, polisin eyleminin yasal olup olmadığı pek fazla önem taşımaz. Teknik bir organizasyonun uyduğu kurallar, artık adaletin veya adaletsizliğin kuralları değildir. Tamamen teknik anlamda “yasa”dırlar. Polis açısından, yasama organı polisin bizzat yasama organından bağımsızlığını kanunlaştırdığında ve teknik kanunların üstünlüğünü kabul ettiğinde en yüksek noktaya ulaşılır. Bu, polis meseleleri üzerine uzman bir Alman olan Best’in görüşüdür.

Tekniğin özerkliği, bu karakterle bağlantılı olarak değişik alanlar temelinde farklı perspektiflerden incelenmelidir. Birinci olarak, teknik, ekonomi ve politikayla ilgili olarak özerktir. Görmüş olduğumuz üzere, şu an için ne ekonomik ne de politik gelişme teknik gelişmeyi belirlememektedir. Tekniğin gelişmesi de benzer şekilde toplumsal durumdan bağımsızdır. Aslında tam tersi geçerlidir ki bu konuyu bilahare ayrıntılı biçimde ele alacağım. Teknik, sosyal, siyasal ve ekonomik değişmeyi meydana getirir, şekil verir. Aksine birtakım tezahürlere ve insan övüncüne (ki, insanın felsefi teorilerinin hâlâ etkileri belirlediğini, insanın siyasi rejimlerinin teknik gelişmede belirleyici faktör olduğunu öne sürer) rağmen teknik, tüm diğerlerinin ana motorudur. Dış icaplar artık tekniği belirlemiyor. Tekniğin kendi iç icapları belirleyicidir. Teknik kendi kendine yeterli, kendi özel yasaları ve saptamalarıyla kendi başına bir gerçeklik olmuştur.

Bu noktada kendi kendimizi yanıltmayalım. Örneğin, varsayalım ki devlet teknik bir alana müdahale ediyor. Ya duygusal, teorik veya entelektüel nedenlerle müdahale etmektedir ve müdahalesinin etkileri de ya negatif olacak ya da hiç olmayacaktır; ya da siyasal teknik nedenleriyle müdahale etmektedir ve iki tekniğin toplam etkileri söz konusu olacaktır. Başka bir ihtimal yoktur. Son yılların tarihsel tecrübesi bunu tümüyle ortaya koymaktadır. Bir adım daha ileri gidersek, teknik özerklik, ahlâk ve manevi değerlerle ilişkili olarak apaçıktır. Teknik, kendi dışından hiçbir yargıyı hoş görmez, hiçbir sınır-lama kabul etmez. Ahlâk, ahlâki sorunları yargılar; teknik sorunlar sözkonusu olduğundaysa söyleyecek sözü yoktur. Yalnızca teknik kriterler geçerlidir. Teknik, kendisine dair yargılan dinlerken, insan eylemi önündeki bu temel engelden açıkça kurtarılmaktadır. (Bu engelin geçerli olup olmadığı meselesi burada bizi ilgilendirmiyor. Şu an için sadece bir engel olduğunu kaydetmekle yetiniyoruz). Sonuçta teknik, pratik olarak kazanmayı başardığı o özgürlüğü teorik ve sistematik açıdan kendisine sağlar. Kendisini iyi ve kötünün ötesine yerleştirmiş bulunduğundan hiçbir surette bir sınırlamadan korkmasına gerek yoktur. Tekniğin tarafsız olduğu uzun süre iddia edilmiştir. Bugünse bu artık yararlı bir ayrım değildir. Tekniğin gücü ve özerkliği öylesine iyi kesinleşmiştir ki ahlâki olanın yargıcı, yeni bir ahlâkın (moralitenin) yaratıcısı haline gelmiştir. Sonuçta, yeni bir medeniyetin yaratıcısı rolü de oynamaktadır. Tekniğe içsel olan bu ahlâkın teknikten muzdarip olmaması sağlanır. Geleneksel ahlâkla ilişkili olarak teknik kendisini bağımsız bir güç olarak teyid eder. Öyle geliyor ki, sadece insan ahlâki yargıya konudur. Artık, şeylerin kendi başlarına iyi veya kötü olduğu o ilkel çağda yaşamıyoruz. Kendi başına teknik de ne iyi ne kötüdür; bu yüzden de yapacağını yapabilir. Teknik gerçek anlamda özerktir. Bununla birlikte, teknik, özerkliğini fiziksel veya biyolojik yasalarla ilgili olarak öne süremez. Bunun yerine, onları çalıştırmaya, onlara egemen olmaya uğraşır.

Ekmek üretimi ve mekanizasyon konusundaki önemli araştırmasında Giedion, “mekanizasyon ne zaman ki bakteriyel veya hayvansal nitelikte canlı bir maddeye rastlasa, organik maddenin yasaları belirlediğini” ortaya koyuyor. Bu nedenle, fırınların mekanizasyonu bir başansızlıktı. Mekanize fırınlarda, mekanize olmamış fırınlarda olduğundan daha fazla alt bölümler, aralıklar ve çeşitli önlemler gerekliydi. Makinelerin büyüklüğü zaman tasarrufu getirmedi; işi daha fazla sayıda insana verdi. Giedion, mekanik manipülasyonlara uyarlamak amacıyla ekmeğin niteliğinin nasıl değiştirilmeye çalışıldığını gösteriyor. Son kertede, mekanizasyonun nihai başarısı insanın damak tadının dönüşümünü hazırladı. Teknik ne zaman doğal bir engelle karşılaşsa, genellikle ya canlı organizmayı bir makineyle değiştirerek ya da organizmayı artık hiçbir spesifik organik reaksiyon vermeyecek şekilde değiştirerek o engeli aşmaktadır.

Aynı olgu, teknik özerkliğin kendini gösterdiği bir başka alanda daha aşikârdır; o da teknik ile insan arasındaki ilişkiler alanıdır. Tekniğin kendini çoğaltması bağlamında görmüş olduğumuz gibi, teknik, kendi seyrini giderek insandan daha bağımsız olarak izler. Bu, insanın teknik yaratıcılığa giderek daha az katılımı; bunun da önceki unsurların otomatik bileşimiyle bir tür kader haline dönüşmesi anlamına gelir. İnsan, bir katalizör düzeyine indirgenir. Daha da ötesi, kumar makinesine atılan jetona benzer. İşleme katılmaksızın onu başlatan bir roldedir.

Ancak insanla ilişkili bu özerklik daha da ileri gider. Kendi sonucunu matematik bir kesinlikle elde etme derecesinde teknik, amaç olarak tüm insani değişkenliğin ve esnekliğin ortadan kaldırılmasını edinir. Makinenin insanın yerini aldığını söylemek yaygın bir söylemdir. Fakat, insanın yerini düşünüldüğünden daha fazla almaktadır. Endüstriyel teknik, işçinin emeğini yerini tümüyle almada yakında başarılı olacaktır; kapitalizm bir engel olmasa bunu daha erken bile yapabilecektir. Makineye yol göstermesine veya onu harekete geçirmesine artık ihtiyaç duyulmayan işçinin yalnızca makineyi gözetlemesi, bozulduğunda da tamir etmesi istenecektir. Bir boksörün menajerinin ödüllü bir dövüşe katılımından daha fazlası istenmeyecektir ondan. Bir rüya değildir bu. Otomasyona dayalı fabrikalar çok sayıda işlemde faaliyete geçmiştir; çok daha fazla sayıda alanda da gerçekleştirilebilir durumdadır. Örnekler, tüm alanlarda gün be gün artmaktadır. Bu otomasyon ve ona eşlik eden insanı dışlamanın işletme ofislerinde nasıl çalıştığını insan, sözgelimi tabülatör denen makineler örneğinde göstermektedir. Bu makinenin kendisi, ona yüklenen temel bilgi parçalanndan oluşan verileri yorumlar. Verileri metinler ve farklı rakamlar halinde düzenler. Bunları birbirine ekler, sonuçlan da gruplarda ve alt gruplarda filan sınıflandırır. Burada, kendi kontrolündeki bir tek makinenin başardığı idari bir devre söz konusudur. Son on yılda otomasyonun şoke eden artışının ayrıntılarına girmeye pek gerek yok. Otomatik montaj hattı ve üretim işlemlerinin otomatik kontrolüne (sibernetik denen şey) dair çok sayıdaki uygulama çok iyi bilinmektedir. İlgili bir başka örnek de otomatik pilot örneğidir. Daha yakınlara kadar otomatik pilot, yalnızca doğrusal uçuşlarda kullanılıyordu. Daha ince işlemler canlı pilot tarafında yapılıyordu. Otomatik pilot, daha 1952 yılında belli süpersonik uçakların kalkış ve iniş işlemlerini yapıyordu. Aynı tür başarı, otomatik yön bulucular tarafından uçaksavar savunmasında da elde edilmişti. İnsanın rolü, gözetlemeyle sınırlıdır. Bu otomasyon, “feedback” kapasiteleri sayesinde giderek daha ince işlemlerde insanoğlunun yerini doldurabilen servomekanizmaların gelişiminden kaynaklanmaktadır.

İnsanın giderek devreden bu çıkarılışı, duraksamadan devam etmelidir. İnsanın devreden çıkarılması böylesine kaçınılmaz biçimde gereklimidir? Kesinlikle! İnsanı meşakkatten kurtarmak başlı başına bir idealdir. Bunun ötesinde, ne kadar eğitimli veya makinelere aşina olursa olsun insanın her müdahalesi, bir hata ve belirsizlik kaynağıdır. İnsan ve tekniğin birlikteliği, eğer insan bir sorumluluk taşımazsa mutlu bir birlikteliktir. Aksi halde insan, durmadan kestirilemez tercihler yapmaya yönelir ve makinenin matematiksel kesinliğini geçersiz kılacak duygusal motivasyonlara maruzdur. Aynı zamanda, yorgunluk ve şevkinin kırılması da sözkonusudur. Tüm bunlar, tekniğin ileriye doğru hamlesini altüst eder.

Teknik işlemlerin seyrinde insan önemli hiçbir şeyi icra etmemelidir. Bir kere, bir hata kaynağıdır insan. Aygıtnı tüm kesinliğine ve ilgililerin yeteneklerine rağmen siyasi teknik, hâlâ birtakım kestirilemez olgulardan muzdariptir. (Fakat bu teknik, hâlâ emekleme dönemini yaşamaktadır). Ne kadar hesaplı kitaplı olursa olsun insanın tepkilerinde bir “esneklik katsayısı” belirsizliğe yolaçar; belirsizlik de teknik açısından hoş görülebilir bir şeydir. Bu hata kaynağı mümkün olduğu ölçüde ortadan kaldırılmalıdır. Bireyi devreden çıkar; mükemmel sonuçlar arkadan gelir. Bu gerçeğin bilincinde olan her teknik insan, Robert Jungk’un “Birey, ilerlemenin frenidir” ya da “Modern teknik açısından bakıldığında insan faydasız bir eklentidir” şeklinde özetlenebilecek görüşlerini desteklemek durumundadır. Örneğin, tüm telefon aramalarının yüzde onu, insan hatalarından dolayı yanlış numaralardır. Böylesine mükemmel bir aygıtın insan tarafından mükemmel bir kullanımı örneğidir bu!

İstatistiksel işlemler artık insanlar tarafından değil delikli kart makineleri tarafından yapıldığı için kesin bir nitelik kazanmışlardır. Makineler artık sadece büyük işlemleri yapmıyor. İnce işlemlerden oluşan bütün işlemleri yapıyor. Çok geçmeden de, elektronik beyin denen şeyle birlikte, insanın sahip olmadığı bir zihinsel güç elde edecekler.

Sonuçta, “büyük nöbet değişimi”, Jacques Duboin’in onyıllar önce öngördüğünden çok daha yaygın biçimde gerçekleşiyor. Savaş olgusu üzerine öncü bir sosyolog olan Gaston Bouthoul, savaşın “bir yığın genç insanın ekonominin vazgeçilmez işlerini geride bıraktığı” bir sosyal grupta çıktığı sonucuna varıyor. Bu insanlar şu veya bu nedenle istihdam edilmedikleri zaman savaşa hazır hale gelirler. Savaşı kışkırtan şey, çalışmaktan dışlanan insanlarının sayısının artmasıdır. Teknik işlemlere insani katılımdaki sürekli düşüşle övünürken en azından bunu akılda tutmalıyız.

Ancak, insanın etkisini ortadan kaldırmanın imkansız olduğu alanlar da vardır. Tekniğin özerkliği bu durumda bir başka yönde işler. Örneğin, teknik, saat zamanına göre özerk değildir. Soyut teknik yasalar gibi makineler de hız yasasına tabidir ve koordinasyon zaman ayarlamasını öngörür. Montaj hattını tanımlarken Giedion şöyle diyor: “Son derece kesin tarifeler, bir gezegen sistemindeki atomlar gibi farklı birimlerden oluşan ama kendi içkin yasalarına uyarken birbirleriyle birlikte hareket eden araçların otomatik işbirliğine rehberlik eder”. Bu imaj, tekniğin eşzamanlı olarak nasıl insandan bağımsızlaştığını ve kronometreye tabi olduğunu mükemmel bir şekilde gösteriyor. Her makinenin yasalara uyması gibi teknik de kendi özgün yasalarına uyar. Teknik kompleksin her bir unsuru, başka unsurlarla ilişkilerinin belirlediği kesin yasaları izler; bu yasalar da sisteme içseldir ve hiçbir şekilde dışsal faktörlerce etkilenmezler. İnsanoğlunun ortadan kaybolmasına sebep olma meselesi değildir bu; daha ziyade onu teslim ettirmenin, kendisini tekniğe uyarlamaya, kişisel duygular ve tepkileri yaşamamaya ikna etme meselesidir.

İnsanlar özgürken hiçbir teknik mümkün değildir. Teknik toplumsal hayata girdiğinde insanla tekniğin kombinasyonu kaçınılmaz oluncaya ve teknik eylem mutlaka belirlenmiş bir sonuca yolaçıncaya kadar insanoğluyla çatışır. Teknik, kestirilebilirlik gerektirir; aynı ölçüde de kestirimlerin kesinliğine. O halde, tekniğin insanoğluna galebe çalması gereklidir. Teknik için bir ölüm kalım meselesidir bu. Teknik, insanı, bir teknik hayvana, tekniğin kölelerinin kralına indirgemelidir. İnsan kaprisi bu gereklilik önünde ufalanmaktadır; teknik özerklik karşısında insan özerkliğinden sözedilemez. Kendi kişisel kararlılığının örgütlenmenin mükemmel tasarımına getirdiği lekeleri temizlemek amacıyla bireyin teknikle şekillendirilmesi gerekir. Ya negatif olarak (insanı anlama teknikleriyle) ya da pozitif olarak (insanın teknik çerçeveye adaptasyonuyla).

Fakat insanın birtakım mükemmel içsel karakteristiklere sahip olması gereklidir. Uç bir örnek, atom işçisi veya jet pilotudur. Böyle bir kişi sakin, düz bir mizaca sahip olmalı, soğukkanlı olmalı; aşırı inisiyatif almamalı, bencillikten de nasibini almamış olmalıdır. İdeal jet pilotu biraz olgunlaşmalı (belki otuz beş yaşında) ve hayatta kurulu bir düzeni olmalıdır. Pilot, jetini, iyi bir devlet memurunun dairesine gidişi gibi uçurur. İnsanın sevinç ve üzüntüleri, teknik kabiliyet önündeki engellerdir. Jungk, “karısı, onun uçma kapasitesini azaltacak şekilde davrandığı için” mesleği bırakmak zorunda kalan bir test pilotu örneğini verir. “Pilot her gün evine döndüğünde karısını sevinç gözyaşları içinde buluyordu. Bu şekilde bir kaza takıntısı olunca da, hassas bir durumla karşılaştığında pilot da bir felaketten korkar oldu”. Tekniğin hizmetkârı olan bir birey, tümüyle kendi benliğinden arınmış olmalı. Bu keyfiyet olmaksızın onun refleksleri ve eğilimleri tekniğe gereği gibi uyarlanamaz.

Ayrıca, bireyin psikolojik durumu teknik taleplere cevap verebilmelidir. Jungk, jet pilotlarının eğitim ve kontrol sahalarında geçmek zorunda oldukları tecrübenin etkileyici bir resmini sunuyor. Pilot, “şuurunu kaybedinceye” kadar merkez-kaç biçimde fırıldak gibi döndürülür -hıza tahammülünü ölçmek amacıyla. Yeterli direnci olup olmadığını veya yeni makineleri uçurmaya muktedir olup olmadığını görmek için adayın içinde görülmemiş işkencelere maruz bırakıldığı mancınıklar, ultrasonik odalar filan vardır. Teknik açıdan insan organizmasının mükemmeliyetten uzak oluşu, bu tecrübelerle gösterilmektedir. Bu “laboratuarlarda” bireyin katlandığı acılar, ortadan kaldırılması gereken “biyolojik zayıflığa” bağlanır. Yeni deneyimler, “uzay pilotlarının” tepkilerini belirlemek ve bu kahramanları yarınlardaki rollerine hazırlamak için daha da ileri gitmişlerdir. Bu durum, biyometri gibi yeni bilimlerin doğumuna yolaçmıştır. Bu bilimlerin amaçlarından biri, yeni insanı, yani teknik işlevlere adapte olmuş insanı yaratmaktır.

Bunların uç örnekler olduğu itirazı yükselecektir. Elbette böyledir ama üç aşağı beş yukarı aynı sorun her yerde vardır. Teknik ne kadar gelişirse, karakteri de o derece uç bir nitelik kazanır. Tüm modern “beşeri bilimlerin” (bunları daha sonra ele alacağım) amacı, bu sorunlara çözümler bulmaktır.

Bu teknik medeniyeti harekete geçirmek için gerekli muazzam çaba, tüm bireysel çabaların yalnızca bu amaca yöneltilmesini ve büyük bünyenin matematiksel olarak mükemmel yapısını elde etmek için tüm toplumsal güçlerin seferber edilmesini varsayar. (“Matematiksel” demek, “katı biçimde” demek değildir. Mükemmel teknik en uyarlanabilir ve sonuçta da en esnek olandır. Gerçek teknik, özgürlük, tercih ve bireysellik illüzyonunu nasıl sürdüreceğini bilir. Fakat bunlar, matematik gerçekliğe yalnızca görüntüde entegre edilsinler diye dikkatlice ölçülüp biçilmiş olmalıdır!). Bu nedenle, bir insanın bu evrensel çabadan kaçınması zordur. Bireyin hiçbir parçası için teknikleşme yürüyüşüne katılmamak kabul edilemez birşeydir. Hiç kimsenin tüm bir toplumun bu gerekliliğinden kaçınmak istemesi bile düşünülemez. Birey, maddi veya manevi olarak, artık kendini toplumdan soyutlayamayacaktır. Maddi olarak, kendisini boşveremez çünkü teknik araçlar öylesine çoktur ki tüm yaşamını işgal etmekte ve kolektif olgudan kaçınmasını imkansızlaştırmaktadır. İnzivaya çekilmek isteyen için insansız bir yer veya başka bir coğrafî mekan artık yoktur. İnsanların tüm kolektif olgulara katılmaya, tüm ortak araçları kullanmaya zorlandığı bir dönemde tek başına yaşamayı istemek beyhudedir. Bunlar olmaksızın nafaka temin etmek bile imkansızdır. Toplumumuzda artık hiçbir şey bedava değildir. Sadakayla yaşamak da giderek imkansızlaşmaktadır. Yalnız adam, bir asalaktır. Mahkumların gönderildiği sürgün yerine gönderilinceye kadar da yiyecek karnesi de olmayacaktır. (Bu prosedürü kurumsallaştırmak üzere, Cayenne’e sürgünlerle Fransız Devrimi sırasında bir girişimde bulunulmuştu).

Manevi olarak, kendisini toplumdan ayırmak birey için imkansızdır. Bu, toplumumuzda artan bir gücü bulunan manevi tekniklerin varlığından değil, daha ziyade bizim durumumuzdan kaynaklanmaktadır. Varoluşçuların dediği gibi, teknikle “meşgul” olmaya kilitlenmiş durumdayız. Olumlu ya da olumsuz, bizim manevi davranışımız sürekli olarak bu durum tarafından belirlenmese bile harekete geçirilmektedir. Bilinçsizce olduğu içindir ki yalnızca hayvanca davranış bu durumun dışında gibi görünüyor. Hayvanca davranışın kendisi de makinenin bir ürünü olmaktan başka bir şey değildir.

Bilinçli her varlık bugün tekniğe ilişkin olarak dar bir karar alanında ilerlemektedir. Kim teknikten kaçınabileceğini öne sürerse ya ikiyüzlüdür ya da bilinçsiz. Tekniğin özerkliği, bugünün insanını kendi kaderini seçmekten men etmektedir. Kuşkusuz, birileri çıkıp, toplumsal koşulların, çevrenin ve ailenin insanın kaderini şekillendirmesinin hep sözkonusu olup olmadığını soracaktır. Bunun cevabı elbette evettir. Fakat, otoriter bir devletteki tayın karnesinin durdurulması ile iki yüzyıl öncesinin aile baskısı arasında bir ortak payda yoktur. Geçmişte bir birey toplumla çatışmaya düştüğünde, onu ya pekiştiren ya da parçalayan bir katılık gerektiren zor ve sefil bir hayata yönelirdi. Bugünse, toplama kampı ile ölüm onu beklemektedir. Teknik, istisnai faaliyetleri hoş görmemektedir.

Tekniğin özerkliği yüzünden modern insan, araçlarını amaçlarından daha fazla seçememektedir. Yer ve duruma göre değişebilmeye ve esnekliğe rağmen (ki tekniğin karakteristiğidirler), bireyin içinde bulunduğu verili bir zaman ve mekânda hâlâ tek bir kullanılabilir teknik vardır. Bunun nedenlerini incelemiş bulunuyoruz.

Bu noktada, tekniğin özerkliğinin temel sonuçlarını değerlendirmeliyiz. Bu, bizi analizimizin zirvesine taşıyacaktır. Teknik özerklik, tekniğin donatıldığı “özgül ağırlığı” açıklar. İstikameti, kalitesi veya yapısı olmayan bir tür nötr madde değildir teknik. Kendi özgün gücü olan bir güçtür. Kendi özgün anlamında ondan yararlanan iradeleri ve onun için önerilen amaçları kırar. Gerçekten, verili herhangi bir teknik araca insanın yükler gibi göründüğü amaçlardan bağımsız olarak, o araç, içerisinde kaçınılması mümkün olmayan bir kesinlik gizler. Ve eğer içsel kesinlik ile dışsal ve insan tarafından önerilen arasında bir rekabet sözkonusu olursa, her zaman günü sürükleyen içsel kesinliktir. Sözkonusu teknik eğer önerilen insani amaca tam olarak adapte olmamışsa ve eğer bir birey tekniği bu amaca adapte ediyor görünüyorsa, değiştirilenin teknik değil amaç olduğu çok geçmeden genelde aşikâr olur. Elbette bu ifade, tekniklerin ve onların adaptasyonunun sonsuz rötuşlanmasıyla ilgili söylemiş bulunduğumuz noktalarla kısıtlanmalıdır. Fakat bu adaptasyon, ilgili teknikler ile uygulanabilirlik koşullarına atıfla geçerlidir. Dışsal amaçlara bağlı değildir. Perıot bunu hukuk tekniklerinde, Giedion da mekanik teknikler örneğinde göstermiştir. Amaçlarla araçlar arasındaki ilişkiye dair genel meselede Presence au monde moderne başlıklı kendi çalışmama göndermede bulunma hakkımı kullanıyorum.

Bir kere daha “ya hep ya hiç” tercihi yapmakla karşı karşıyayız. Eğer teknikten yararlanıyorsak, onun özgünlüğü ve özerkliğini, kurallarının bütünlüğünü de kabul etmemiz gerek. Bizim kendi arzu ve isteklerimiz hiçbir şeyi değiştiremez.

Teknik özerkliğin ikinci sonucu, tekniği aynı anda hem kutsala saygısız hem de kutsal kılmasıdır. (Kutsala saygısız, burada teolojik anlamda değil sosyolojik anlamda kullanılmaktadır). Sosyologlar, insanın içinde yaşadığı dünyanın onun için sadece maddi değil aynı zamanda manevi bir dünya olduğunu; bilinmeyen ve belki de bilinemeyecek olan güçlerin dünyada faal olduğunu; dünyada insanın sihirli saydığı olgular olduğunu; ve eşya ve varlık arasında maddi bağlantıların az bir sonuç taşıdığı ilişkiler ve iletişimlerin varolduğunu kabul etmişlerdir. Tüm bu alan esrarengizdir. Gizem (Katoliklikteki anlamında değil), insanoğlunun hayatındaki bir unsurdur. Jungk, insanın iç derinliklerinde gizli olanı yüzeysel olarak açıklığa kavuşturmanın bir felaket olduğunu göstermiştir. İnsan, bir arka planı, üzerinde mantığı ve açık bilincinin yeraldığı büyük bir derinliği öngörmelidir. İnsanın gizemi, belki de içinde yaşadığı dünyanın gizemini yaratmaktadır. Ya da belki bu gizem, kendi başına bir gerçekliktir. Bu iki alternatif arasında bir karara varmak imkansız. Fakat öyle veya böyle, gizem, insan yaşamının bir gereğidir. İnsan, gizli olan dair bir anlayışı olmadan yaşayamaz. Psikanalistler bu noktada hemfikirdirler. Fakat tekniğin işgali, insanın üzerinde yaşamaya çağrıldığı dünyayı sekülerleştirir. Teknik için hiçbir şey kutsal değildir. Ne bir gizem ne de tabu vardır. Özerklik bunu böyle yapmaktadır. Kendisi dışında kuralların veya başka normların varlığını kabul etmez teknik. Kendisine dair yargıyı ise hiç kabul etmez. Sonuçta da, nüfuz ettiği yer neresi olursa olsun, tekniğin yaptığı şeye izin verilir, yasaldır, haklıdır.

Gizem, büyük ölçüde insan tarafından arzulanmaktadır. Gizemi anlayamıyor, ona nüfuz edemiyor veya idrak edemiyor değil; daha ziyade bunu yapmak istemiyor. Kutsal, insanın bilinçsiz olarak saygı duymaya karar verdiği şeydir. Tabu, sosyal bir bakış açısından gerekli hale gelebilir, ama her zaman için bir hayranlık faktörü ve zorlama ile korkudan kaynaklanmayan bir saygı sözkonusudur.

Teknik hiçbir şeye tapmaz, hiçbir şeye saygı duymaz. Tek bir amacı vardır: dışsal faktörleri çıkarmak, herşeyi aydınlığa çıkarmak ve rasyonel kullanım yoluyla herşeyi araca dönüştürmek. Teknik, kendini “nasıl’ı açıklamakla sınırlayan bilimden daha fazla sekülerleştirir zira gizemin varolmadığını gösterir -mantık yoluyla değil kanıtlarla; kitaplar yoluyla değil kullanım yoluyla. Bilim, insanın kutsal olduğunu inanageldiği herşeyi gün ışığına çıkarır. Teknik onu sahiplenir, köleleştirir. Kutsal, direnemez. Bilim, derinliklerin meçhul balıklarını fotoğraflamak amacıyla denizlerin büyük derinliklerine nüfuz eder. Teknik bunları yakalar, yenebilir olup olmadıklarını görmek için güverteye çeker -ama balıklar güverteye ulaşmadan evvel yarılırlar. Teknik, neden bu şekilde davranmasın ki? Özerktir ve kendi eyleminin geçici sınırlarından başka da engel tanımaz. Onun gözünde, şimdilik bilinmeyen ama gizemli de olmayan bu alana hücum edilmelidir. Kutsalın önünde birtakım tereddütlerce sınırlanmak şöyle dursun, teknik sürekli biçimde kutsala saldırır. Henüz teknik olmayan herşey teknikleşir. Bizatihi kendisi tarafından, kendini çoğaltma tarafından ilerletilir. Teknik, gizemi apriori olarak reddeder. Gizemli olan, henüz teknikleştirilememiş olandan başka bir şey değildir.

Teknik, hayatın ve onun çerçevesinin tamamen yeniden yapılmasını savunur çünkü bunlar çok kötü yapılmışlardır. Kalıtımda bir yığın şans varolduğu içindir ki teknik kendi hizmet ideali için gerekli insan tipini doğurmak amacıyla kalıtımı yoketmeyi önerir. İdeal insanın yaratılması yakında basit bir teknik işlem olacaktır. Ailenin şansına yahut da erdem denen kişisel zindeliğe güvenmek artık gerekli değil. Uygulamalı biyo-genetik, tekniğin sekülerleştirdiği aşikâr bir alandır,  fakat rüyaların, tasavvurların ve genel olarak ruhsal yaşamın nesnelerden başka bir şey olmadığını öne süren psikanalizi de unutmayalım. Yeryüzünün sırlarına nüfuz edilmesini ve istifade edilmesini de unutmamalıyız. Yoğun programlar, özellikle de Amerika Birleşik Devletleri’nde, yaygın kullanım ve kimyasal gübrelerin bozduğu toprağı yeniden yapılandırmayı amaçlamaktadır. Yakında klorofilin işlevlerini keşfedecek, böylece de hayatın koşullarını tümüyle dönüştüreceğiz. Elektronik tekniklerdeki biyolojiye uygulanan yakın dönem buluşlar, DNA’nın önemini vurgulamış olup, muhtemelen de canlılarla cansızlar arasındaki bağlantının bulunmasıyla sonuçlanacaktır.

Artık hiçbir şey tanrıların veya tabiatüstü şeylerin alanına ait değil. Teknik çevrede yaşayan birey, hiçbir yerde manevi bir şey olmadığını çok iyi bilir. Ancak insanoğlu kutsal olmadan da yaşayamaz. Bu yüzden de kutsal anlayışını, tam da eski amacını yok eden şeye, yani bizatihi tekniğe taşır. Yaşadığımız dünyada, teknik asli gizem haline gelmiş, yere ve ırka bağlı olarak çok değişik biçimler almıştır. Birtakım sihir anlayışlarını muhafaza etmiş kimileri, tekniğe hem hayranlık besler hem de ondan korkarlar. Radyo, anlaşılmaz bir gizemi, açık ve tekerrür eden bir mucizeyi temsil etmektedir. Bir zamanlar sihrin en üst tezahürlerinin olduğundan daha az hayret uyandıran bir şey değildir radyo. Aynı basitlik ve korkuyla bir idol olarak kendisine tapınılabilirdi.

Ancak alışkanlık kazanma ve mucizenin tekerrür edişi, sonunda bu ilkel hayranlığı yıpratır. Bugün Avrupa ülkelerinde buna nadiren rastlanır. Motosikletleri, radyoları ve elektrikli aletleriyle proleterya, işçiler ve de köylüler, köleleri olan cinlere karşı alçak gönüllü bir gurur davranışı sergilemektedir. Onların idealleri, kendilerine hizmet eden birtakım şeylerde cisimleşmiştir. Ama yine de bir miktar kutsal hisleri de muhafaza ediyorlar. Şu anlamda ki, insanın evinde bu cinlerden olmadığı takdirde hayatı yaşamaya değmez bir külfettir. Bu davranış, tekniği yalnızca arasıra olan boyutlarıyla değil bir bütün olarak gören proleteryanın bilinçli kesiminde daha da ileri gider. Onlar için teknik, proleteryanın kurtuluşunun aracıdır. Teknik için tüm gerekli olan, birazcık daha yolalmaktır. Proleterya da bununla orantılı olarak zincirlerinden kurtulacaktır. Stalin, sanayileşmeye, komünizmin gerçekleşmesinin tek şartı olarak işaret etmişti. Tekniğin elde ettiği her kazanım, proleterya için bir kazanımdır. Bu, gerçekten kutsala inancı temsil etmektedir. Teknik, kurtuluşu getiren tanrıdır. Özü itibariyle iyidir. Kapitalizm menfur birşeydir zira duruma göre tekniğe karşı çıkmaktadır. İşçi sınıfının umududur teknik. Ona inanç besleyebilirler çünkü mucizeleri gözle görülebilir ve ilericidir. Gizemli olana ilişkin anlayışlarının büyük bir kısmı tekniğe bağlı olmaya devam etmektedir. Tekniğin işçi sınıfını nasıl kurtaracağını Kari Marx rasyonel biçimde açıklayabilirdi, ancak işçi sınıfının kendisi bu “nasırı tam olarak anlamaktan uzak görünüyor. Onlar için bir sır olmaya devam ediyor. Ellerinde yalnızca inancın formülleri var. Fakat inançlarının kendisi de kurtuluşlarının gizemli unsurunu şevkle ele alır.

Burjuvazinin entelektüel olmayan sınıfları, tekniğe tapınmaya belki daha az duçar oluyorlar. Fakat burjuvazinin teknisyenleri, kuşkusuz teknikten en fazla etkilenenlerdir. Onlar için teknik kutsaldır, çünkü ona karşı bir arzu duymaları için bir nedenleri yok. İnançlarının gerisindeki motifler kendilerine sorulduğunda teknik insanlar hep şaşırırlar. Elbette, kurtarılmayı beklemiyorlar. Hiç bir şey beklemiyorlar, ama yine de kendilerini kurban ediyor, hayatlarını çılgınca sanayi tesislerinin gelişmesine ve bankaların örgütlemesine adıyorlar. İnsan ırkının mutluluğu ve benzeri saçmalıklar, iddia ettikleri bayağılıklardandır. Fakat gerekçeler olarak bile bunların artık bir kıymeti harbiyesi yoktur; insanın tekniğe arzusuyla da hiçbir şekilde alâkalı değildir.

Teknisyen, belki kendisinin mesleği olduğu için tekniği kullanır; fakat bunu hayranlıkla yapar çünkü onun için teknik kutsal olanın cereyan ettiği yerdir. Teknisyenin davranışında ne mantık ne de açıklama vardır. Tüm yerküreyi dalgalar, kablolar ve kâğıt ağlarıyla kaplayan ve bilimsel olmasına rağmen gizemli olan tekniğin gücü, teknisyen için, ona yaşama nedeni ve hatta sevinci veren soyut bir idoldür. İnsanın teknik karşısında tecrübe ettiği kutsal duygusunun pek çok işaretinden biri, onu samimiyetle ele alırkenki özenidir. Gülmek ve mizah, kutsal olanın varlığında yaygın olan insani tepkilerdir. İlkel insanlar için doğrudur bu; ve aynı nedenledir ki ilk atom bombasına “Gilda” (bir kadın ismi) adı verilmişti. Los Alamos’un dev siklofronuna “Clementine” (yine bir kadın ismi) denirken atom reaktörlerine “su kabı”, radyoaktif kirlenmeye de “kaynama” deniyordu. Los Alamos’un teknisyenleri, atom kelimesini sözlüklerinden çıkarmışlardı. Bunlar önemli şeyledir.

Çok çeşitli teknik biçimlerinin ışığında bir teknik dini bahis konusu değil. Fakat teknikle ilişkili olarak, kendini değişik şekillerde ifade eden bir din duygusu söz konusudur. Bunun şekli insandan insana değişir, fakat hepsi için kutsallık duygusu, her zaman gizem ve sihirle bağlantılı olan o şahane araç iktidar içgüdüsünde ifadesini bulur. İşçi işiyle övünür, çünkü işi ona kendi üstünlüğünün keyifli bir teyidini sunar. Genç züppe, Porche’siyle saatte 130 km hız yapar. Teknisyen, referansları ne olursa olsun, tablosunun eğimleriyle tatmin olur. Bu insanlar için teknik her açıdan kutsaldır. O olmaksızın kendilerini zavallı, yalnız, çıplak ve her türlü gösterişlerinden mahrum bırakılmış hissedecekleri insan gücünün ortak ifadesidir. Bir motor az bir bedelle onları kahramanlar, dahiler veya baş melekler yaparken, teknik olmaksızın artık öyle olmayacaklardır.

Sputnik yörüngeye girdiğindeki çılgınlık patlamasına ne diyeceğiz? Ya Sovyetlerin şiirleri, Fransızların metafizik tasdikleri, evrenin fethine dair spekülasyonlar? Bu yapay uydunun güneşle veya onun icadının dünyanın yaratılışıyla özdeşleştirilmesine ne diyeceğiz? Ve Atlantik’in diğer yakasında Amerikalıların aşın endişelerinin gerçek anlamı neydi? Bütün bunlar, basit bilinen teknik gerçek karşısında önemli bir sosyal davranışa tanıklık etmekteydi.

Tekniğin işine son verdiği veya mahvettiği insanlar bile, tekniğe tapınanları ona karşı döndürecek kadar ileri gitmeden tekniği eleştirip saldıranlar bile yerleşik inançlara karşı çıkanların eleştirel vicdanını yansıtıyorlardı. Sorguladıkları şey için ne kendi içlerinde ne de dışlarında telafi edici bir güç bulamamaktadırlar. Umutsuzluk içinde de yaşamamaktadırlar. Öyle olsaydı, özgürlüklerinin bir işareti olurdu bu. Bu eleştirel vicdan belki de, bana öyle geliyor ki, modern tekniğin yeni kutsanmasını en iyi ortaya koyan gerçektir.

İncelemiş olduğumuz karakteristikler, bugünün tekniği ile dünün tekniği arasında bir ortak paydanın olmadığını güvenle söylememe imkan tanıyor. Bugün mutlak biçimde farklı bir olguyla karşı karşıyayız. İnsanın geçmiş yüzyıllardaki teknik durumundan bugünkü durumuna dair sonuç çıkardığını iddia edenler, teknik olgusunu hiç kavrayamadıklarını göstermektedirler. Bu çıkarsamalar, tüm akıl yürütmelerinin temelden yoksun, tüm benzetmelerinin de yanlış olduğunun bir kanıtıdır.

Alain’in şu ünlü formülü geçersiz kılınmıştır: “Araç gereçler, ihtiyaç duyulan araçlar, ne yalan söyleyen ne de aldatan araçlar, yanlış yasaların yardımı olmadan kendisine uymakla mecburiyete boyun eğdiren araçlar; kendisine uymakla fethi mümkün kılan yasalar”. Bu formül, insanı dosdoğru biçimde, hiçbir mazeret taşımayan bir gerçeklikle, üstesinden gelinecek maddeyle temasa sokan araç için geçerlidir; onu kullanmanın yegâne yolu da ona boyun eğmektir. Sabana ve rendeye boyun eğmek, gerçekten de yeryüzüne ve ahşaba hakim olmanın tek aracıydı. Fakat bu formül, bizim tekniklerimiz için geçerli değildir. Bu tekniklere hizmet edenler, başka bir gereklilik alanına girmektedirler. Bu yeni gereklilik, doğal bir gereklilik değildir. Doğal gereklilik artık yoktur aslında. Tabiatın gerekliliği azalıp yokoldukça daha mecburi hale gelen de tekniğin gerekliliğidir. Ondan kaçınılamaz, ona hükmedilemez. Araç yanlış değildi. Fakat teknik, yanlışlığın ta diplerine dalmamıza yolaçar, bize hep sonucun objektifliğinin asil yüzünü gösterir. En derindeki bu girintide, kullandığı araçlardan dolayı insan artık kendisini tanıyamaz.

Araç, insana fethetme imkanı sağlar. Fakat insanoğlu kendi zaferinden başka zafer olmadığını bilir. Günümüzün zaferi, araca aittir. Yalnızca aracı gücü vardır; zaferi de o getirir. İnsan, Kırım Savaşı’nın stratejisini planlamak üzere Paris’te kalan ve muzaffer olanın defne yapraklan üzerinde hak iddia eden 3. Napolyon örneğinden sonra, kendisine defne tacı ihsan etmektedir.

Ancak bu yanılsama fazla uzun süremez. İnsanoğlu itaat eder; kendisine ait zafer de yoktur artık. Kendisi tekniğin bir nesnesi ve insan ile makinenin izdivacının bir evladı olmanın dışında göze çarpan zaferlerine bile ulaşması mümkün değil. Tüm hesapları yanlış çıkmıştır. Alain’ın tanımı, modern dünyada artık hiçbir şeye karşılık gelmemektedir. Bunu söylerken elbette dünyamızın sayısız boyutlarını dikkate almadım. Hâlâ sanatkârlar, küçük esnaf, kasaplar, hizmetçiler ve küçük tarım toprağı sahipleri vardır. Fakat onların ki dünün yüzleridir; geçmişimizin güç bela hayatta kalanlarıdır. Bizim dünyamız, tarihin bu statik kalıntılarından meydana gelmemektedir. Ben de yalnızca hareket eden güçleri dikkate aldım. Şimdiki dünyanın karmaşıklığında kalıntılar varolmasına vardır ama gelecekleri yoktur, sonunda da kaybolmaktadır.

Bizi de yalnızca geleceği olan şeyler ilgilendirmektedir. Peki onları nasıl ayırt edeceğiz? Bugün birlikte varolan üç medeniyet çınarı (Hindistan, Batı Avrupa ve Birleşik Amerika) arasında bir karşılaştırma yaparak. Ve de birinden diğerine tarihsel ilerleme çizgisini ele alarak. Tüm bunlar, tarihin kaynamasına neden olan Sovyetler Birliği tarafından kuvvetle pekiştirilmiştir.

Bu bölümde tiranın psikolojini resmettik. Şimdi de biyolojisini, onun dolaşım aygıtını, devleti, sindirim aygıtını, ekonomiyi, hücre dokusunu, insanı incelememiz lazım.

Views: 37

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz