16. Anarşinin Antropolojisi: Tarım Toplumlarında Anarşi – Harold B. Barclay

0
2717

Genelde, tanımı itibariyle, tarımcı topluluklar içinde anarşik rejim örneklerinin olması pek beklenmez. Bunun sebebi, tarımın, geniş toprakların sürekli olarak ekilip biçilmesini gerektirmesi; bu nedenle de, bu önemli kaynağı mülkiyet olarak biriktirmek için bir teşvikin var olmasıdır. Dahası, tarım başlangıcından günümüze dek hep sulamayla bağıntılı olmuştur. Suyun dağıtımının yarattığı karmaşık problemler nedeniyle,  sulama işi kolaylıkla bürokratikleşmeye teslim olabilir veyahut en azından sık sık böy- le olduğunu görürüz. Sonuç olarak, siyasi olarak merkezileşmiş, tabakalı bir toplumun tarım koşullarında ortaya çıkması daha kolaydır. Tarımcı halklar köylü yaşam tarzını paylaşan kişilerdir ve bugün muhtemelen insanlığın belli bir kısmı bu modeli izlemektedir. Buna ek olarak, modern endüstriyel toplumlar da bu kategoriye girer, dolayısıyla dünya nüfusunun yüzde 90’ından fazlası şu anda bu tür bir yaşam sürmektedir.

Anarşinin ilk örneklerinden hiçbiri, herhangi bir tarımcı halk tarafından geleneksel olarak uygulanmış olmasa da, ilginçtir ki, anarşinin sınırında duran ve yönetim kurumları had safhada muğlaklık taşıyan hayli merkezi konfederasyon örnekleri mevcuttur.

Eski İzlanda’yı düşünelim. Bu soğuk ve kasvetli adaya 864 yılında Norveçliler yerleşti. Yerleşimcilerin sayısı hiç de az değildi, çünkü Norveç’te ya kanun dışı ilan edilmişlerdi ya da oradaki koşullardan memnun değillerdir. İzlanda’daki neredeyse tüm yerleşimlerin, Norveç’in birleşmiş ya da merkezi bir devlet ve monarşi sistemi oluşturmasından önce kurulduğunu hatırlatmakta yarar var. Yerleşimciler yanlarında Germen-Norveç “yasa” kavramını da getirdiler. Suçlularla ilgili verilen cezaları yasamak ve uygulamak için, özgür, yetişkin erkeklerin birliği nosyonunun  – ki tamamen uzlaşmaya dayanan bir sistemdi– önemli bir parçasıydı bu.

Yeni yerleşimciler İzlanda’ya, İskandinavya’nın tabakalı sosyal sistemini de getirdiler. Yeni topraklarda, yurtluklar üzerinde hak iddia eden hür insanların yanı sıra ameleler ya da kefiller (esirler) vardı. Hür insanlardan 36 şef (godi’ler) belirlendi, bunlar ailele-riyle birlikte aristokrasiyi oluşturdular.  Her şef ilk dönemlerde, olsa olsa bin kişinin barındığı kendi bölgesinde kıdemli kişiydi. Kendi toprağındaki bu meskenleri korur ve hür insanların haklarını korumasına yardımcı olurdu. İnsanların karar almayı ona bıraktığı baş karar alma merciiydi; aynı zamanda anlaşmazlıklar- da arabuluculuk yapar ve suçluları cezalandırırdı. Kılıcından, en korkunç savaşçı olarak bilindiğinden değil, o kılıcı saran meşru otorite halesi nedeniyle korkulduğu söylenebilirdi. Godi ile bağlantılı belli belirsiz bir yasal yaptırım olmasına rağmen,  o asıl olarak,  yandaşlarını onu eşitler arasında birinci olarak kabul etmeye ikna edebilecek denli iradesini başarıyla kabul ettiren nüfuzlu biriydi. Topluluk iyi niyetini çekerse, şef güçsüz kalırdı. Onu destekleyecek bir polis kuvveti yoktu, sadece halkoyu vardı onu destekleyecek. Dolayısıyla, iyi bir şef yandaşlarının saygı ve hayranlık duyduğu biriydi, bu sebeple onu desteklerlerdi. Kötü bir şef ise iradesinin zayıfladığını, desteğinin azaldığını ve eninde sonunda mevkisinin kanlı bir şekilde başkasına devrolduğunu görürdü. Şeflerinden hoşlanmayan hür insanlar şeflerine bağlılıklarından feragat edebilir ve başka birini kabul edebilirlerdi. Bu sebepten dolayı, belli bir şeflik gerçek bir toprak egemenliği nosyonu ile tanımlanmazdı, çünkü bir şef le tanımlanan belli bir toprakta, sahipleri başka birine bağlı olan çiftlikler olabilirdi.

İlk zamanlardan itibaren İzlanda’da, adadaki tüm yaşanabilir araziler iskan edildi ve yurtluk olarak ilan edildi. Bu yurtlukların sahipleri o ya da bu şef le ilişki içindeydi. İzlanda hinterlandı, buz kütlelerinin ve aktif volkanların hâkim olduğu bu kara parçası, sistemi reddetmiş ya da toplumun geri kalanı tarafından yasadışı ilan edilmiş kişiler için bir sığınaktı.

O halde yerel siyasi birim, sınırları belli egemen bir toprağı olmayan bir şeflikti. Gerçek bir yürütme  gücü yoktu ve sosyal yaptırımın  asıl aracı yaygın yaptırımlardı. Bir şeflik egemen bir devlet değildi, daha ziyade şef le hür adamları arasında, hür adamın isteği ile bozulabilecek gönüllü bir akdi ilişkiydi.

Bu yerel şefliğin ötesinde, İzlanda’nın ilk dönemlerinde  siyasi entegrasyonun yegâne biçimi, Thing’ler etrafında toplanmıştı. Bunlar, şeflerin başkanlık ettiği, “karşılıklı problemlerin  nizami geleneksel süreçlere uygun şekilde tartışıldığı”, gönüllülüğe dayanan, yargıçlık işlevi gören hür insanların oluşturduğu  meclisler idi  (Thompson,  165). Bölgesel Thing’ler vardı, bir de tüm  ada için Althing vardı. Althing yıllık olarak toplanırdı ve burada katılımcıların varlığı örfi “hukuk”u anımsatırdı; aynı zamanda yeni düzenlemeler çıkarır ve mahkeme işlevi de görürlerdi. Fakat bu Thing’lerden hiçbiri gerçek anlamda idari kurumlar değildi, zira askeri bir güç toplayacak güce sahip değillerdi, keza alınan bir kararı uygulamak için yaygın yaptırımlar dışında ellerinde bir araç da yoktu. En yaygın ceza sürgüne mecbur etmek (belli bir süre için uygar toplumdan men etmek) ve kişinin malına mülküne el koymaktı.  Sürgün cezasının uygulanması tamamen kamunun isteğine bağlıydı. Ve sagalarda da anlatıldığı gibi, sürgün cezası alan kişi, kendisine yardımcı olacak birtakım yandaşları kesinkes bulurdu; dolayısıyla bu ceza, İzlanda gibi bir coğrafyada hayal edilebileceği denli sert bir ceza olmazdı. Dahası sagalardan anla- dığımız kadarıyla, cezanın uygulanması mağdur tarafa mensup kişilere bırakılırdı; diğerleri cezanın uygulanmasına kayıtsız kalırdı (bkz. Gisli’nin Sagası, Güçlü Grettir’in Sagası) [Saga of Gisli, Saga of Grettir the Strong].

Diğer ceza biçiminde  – mala mülke el konması –,  Thing’den birkaç kişinin, hüküm giyen kişinin meskenine gitme ve el koyma cezasını bildirme işini müştereken üstlenmesi şarttı. Görünüşe göre bu mesuliyeti üstlenen kişiler, mağdur olan kişiler ve onların arkadaşlarıydı. Eğer söz konusu görevi böyle bir grup üstlenmezse, Thing’in verdiği ceza uygulanmadan kalırdı. Mala mülke el koyma girişimi genelde husumet ve misilleme içeren davranışların ortaya çıkmasına yol açardı. Thing tarafından suçlu bulunan bir şef verilen cezaya karşı çıkabilirdi ve bu da genelde kan davasına yol açardı.

İzlanda’da Thing’lerin bir yürütme organı yoktu. Örneğin Althing birini üç yıllığına “kanun adamı” olarak atardı; bu kişinin mesuliyeti, her yıl yasanın üçte birini nakletmek ve Althing toplantısına başkanlık etmekti. Bir New England kasaba toplantısına başkanlık eden kişinin rolüne benzeyen bir konumdu bu – yani, tek görevi, konuşmak isteyen kişilere söz vermek olan tamamen “tarafsız” biriydi.

Eski İzlanda’da sosyal düzen, bir godi’nin bulunduğu gönüllü akdî bir anlaşmaya ve hepsi de yetişkin hür insanların oluşturduğu, icranın gönüllü kolektif veya yaygın yaptırımlara bağlı olduğu bir  meclisin  yargılarına dayanıyordu.  Fakat aynı zamanda biri adalet ve düzeni sağlamak için kan davasına veya büyücülüğe de başvurabilirdi. Althing bir cinayet davasında hüküm vermiş olsa bile, öldürülen kişinin akrabaları öç almayı haysiyet meselesi haline getirebilirdi. Dolayısıyla kan davaları oldukça yaygındı ve ancak serinkanlı kişilerin müdahale edip, hesap görmek üzere meselenin Thing’e getirilmesini sağlayacak süreci başlatmalarıyla sona ererdi. Bazen bu hesap görme tekrar kan dökülmesine sebep olurdu.

Bir kişi haysiyetini ve gururunu düello ederek de koruyabilirdi; benzer şekilde, bu düellonun sonucu da kan davasını tetiklerdi. Hem erkekler hem kadınlar kudretli büyücüler olarak nam kazanabilir,  doğaüstü   güçler  üzerlerindeki   kontrollerinden   çok korkulan kişiler olabilirlerdi.

İzlanda’da anlaşmazlıklardaki arabuluculuklarıyla nam kazanmış kişiler bulunmakla birlikte (örneğin Yanık Njall’ın Sagası’ndaki Njall gibi), kurumsal arabuluculuk rolü esas olarak Thing’e aittir.

Laura Thompson  İzlanda’daki eski halkı, “… gerçekte tek bir devletten ziyade bağımsız, siyasi olarak eşit godord (11) birliklerinin konfederasyonu” olarak tasvir eder (Thompson,  163). Elbette ki bu durumun sebeplerinden birinin, çok sayıdaki şefin kendi güç ve nüfuz alanlarını koruması, dolayısıyla otoritenin merkezileşmesini engellemesi olduğunu unutmamalıyız. Öte yandan, şefler arasındaki ihtilaf eninde sonunda aralarından giderek daha az sayıda şefin üstünlüğüne yol açtı. Nihayetinde bir şef hâkim oldu ve İzlanda’yı Norveç’in egemenliğine soktu. Böylece İzlanda eski ademi-merkeziyetçi,  başsız ve anarşik karakteristiklerinden – bugün Avrupalıların inanılmaz bir “barbarlık” olarak nitelediği karakteristiklerden – hızla soyundu.

Imazighenler veya Berberiler

Tüm Orta Doğu’da, merkezi idarenin otoritesine meydan okudukları için, “küstahlık toprakları sakinleri”  diye anılan farklı etnik gruplar vardır. “Kabile” halinde örgütlenmişlerdir,  rejimleri  babasoylu, oldukça ademi-merkeziyetçi  ve başsızdır. Bunlar arasında, Kuzey Cezayir’de ve Fas’ın dağlık alanlarında yaşayan Imazighenler muhtemelen daha çok anarşik özellikler gösterirler. En iyi örnek ise “Kabiliye” diye adlandırılan bir gruptur  – bunlar Kuzey Cezayir’in Imazighen çiftçileridir; Kropotkin’in dikkat çekmesiyle duyulmuş bir gruptur.

Kabiliye toplumu içindeki temel sosyal birim aile hanesidir. Birbirine komşu evler köy içinde bir mahalle oluşturur,  burada yaşayanlar babasoylu bir akraba grubuna eşdeğerdir, fakat içinde gerçekten akraba olmayan kişiler de bulunabilir. Sonuçta baba-soylu sülale bir klanın kurucu öğesidir. Normalde bir köyde iki klan bulunur, bunların her biri bir sof ile yani köyün belli bir yarısıyla ifade edilir. Köyler bağımsız oluşumlardır. 10 ila yirmisi bir kabile oluşturur, ancak bunun etkin bir işlevi yoktur, en iyi ihtimalle ender bazı durumlarda ortak savunma yapmak için gönüllü bir birlik veya ittifak oluşturmaya yarayabilir. Kabiliye içinde bir düzine kadar kabile bulunmaktadır.

Köy içindeki her sülalenin  bir  baş sözcüsü  vardır.  Bu kişi, toplumsal  öneme  sahip tüm  meselelerin  görüşüldüğü,  yasama, arabuluculuk ve yargılama işlevlerini gören köy meclisine katılır. Meclisin, topluluğun onurunu koruması ve aldığı kararların uygulanmasını gözetmesi beklenir. Bu incelemede karşılaştığımız diğer örneklerde olduğu gibi, burada da gerçek idari özelliklerin zayıflığı dikkatimizi çekebilir, zira özel bir polis kuvveti yoktur. Daha ziyade meclis genelde anlaşmazlık içindeki taraflar arasında bir uzlaşma zemini arayışıyla arabuluculuk  yapar, onları bir anlaşmaya varmaya teşvik eder. Burada da gene amaç suçluyu tespit etmekten çok grup içindeki uyumu yeniden inşa etmektir.  Meclis aslında kamuoyunun ve toplumsal yaptırımların sesidir, zira tüm akraba gruplarının temsilcilerinden oluşmuştur ve aynı zamanda sadece tam bir fikir birliğine varıldığında, yani konsensüs ile harekete geçer. Bu organın uygulayabileceği iki temel ceza biçimi dışlama ve köyden sürgün etmedir. Meclis, daha önce belirtildiği gibi, esas olarak kamuoyunun sesidir ve eğer köyden birini dışlama kararı alırsa, diğerleri sembolik olarak ölüm cezasına eş görülen cezayı uygulamak için harekete geçer. Köyden sürgün cezasının uygulanmasında da benzer yaygın ve kolektif yaptırımlar uygulanır.

Toplu yemine, son çare olarak, diğer tüm yöntemlerin başarısızlığa uğraması sonucu başvurulur. Bu yöntemde, bir grubun üyeleri iddialarının doğru olduğuna topluca yemin eder; eğer iddiaları yalan çıkarsa, Tanrı’nın gazabını üzerlerine almayı kabul ederler. Bu durumda yemin etmeyi reddetmek suçlu olduğunu kabul etmek anlamına gelir.

Köy meclisinin yanı sıra, gerektiğinde bir sülalenin erkekleri de bir cemiyet olarak toplanabilir. Fakat yetlerin, ayrıca dini festivallerin başlangıç zamanına karar veren klan meclisidir. Meclisler daima köyün kendine özgü, oturmuş göreneksel düzenlemeleri temelinde iş görür. Göreneksel düzenlemeler bilinen “suçları” ve bunlara uygun cezaları tanımlar. Buna ek olarak, meclislere bir Kabiliye şeref yasası rehberlik eder.

Bourdieu, Kabiliye sistemini “kalıtsal demokrasi” olarak tanımlar, bunun sebebi köydeki tüm “babaların” oluşturduğu bir cemiyet aracılığıyla hayatlarını idare eden bir grup akrabanın söz konusu olmasıdır. Fakat gene de sistem demokrasinin bazı niteliklerinden yoksun görünmektedir. Öncelikle, yönetim çoğunluğun elinde değildir; karar alma mekanizmasının temelinde konsensüs vardır. İkinci olarak, en azından idealde, güç merkezi değildir, topluluk içindeki her akraba grubu temsil edilir. Demokrasinin özelliklerinden biri olan yetki devri pek görülmez. Üçüncü olarak, kararlar polis aracılığıyla uygulanmaz ve meclis yargı organı işlevinden ziyade arabuluculuk işleviyle tanımlanır.  Nihai güç, topluluğun yaygın yaptırımları dışa vurmasında yatar. Son olarak, sosyal ilişki siyasi bir durum olmaktan çok, akrabalar arasındaki ilişkilerden oluşur. Bu açılardan, demokratik olmaktan çok anarşik görünen bir kurumla karşı karşıyayız.

Faslı Imazighenler arasında meclislerin yanı sıra babasoylu bir sistem de karakteristiktir. Fakat daha yüksek entegrasyon seviyelerinde yapı daha belirgin ve güçlüdür, mesela kabile meclisleri idari organlar olma özelliğini daha fazla gösterirler. Bir kabile meclisi, kabileyi oluşturan çeşitli klanların her birinden gelen aile reislerinden oluşur. Büyük Adam’lara benzeyen bu aile reisleri genelde bir tür soylu grubu oluşturur; daha yüksek soylular ve şef ler bunların arasından çıkar ve tüm bir kabileyi ilgilendiren meselelerde bu kişilere itimat edilir. Eğer meclis bir şef üzerinde fikir birliğine varamazsa, şef kura ile seçilir.

Fas’ın bazı yerlerinde önemli bir siyasi aygıt, aile reisi ile yandaşlarının  içinde  bulunduğu   ittifaktır.  Burada yandaşlar aile reisinin geniş aile üyelerinden ve onun akrabası olmayıp, diğerleriyle liff ilişkisi içinde olanlardan oluşur. Kabile içindeki kan davaları kontrol edilebilir, çünkü bir klan bir başka klana saldırırsa, o klanın mensubu olduğu ittifakın üyeleri kardeşlerine yardıma gelir. Ve tabii ki aynı ittifak içindeki kişiler birbirine kan davası güdemez. İttifaklar güçlü olduğu sürece, bir kabile şefinin gücü azalır, zira savaşta elde edilen yağma ittifakın bütün üyeleri tarafından paylaşılmak durumundadır.

Ara sıra bir kabile şefi yeterli silah gücünü ve kafi miktarda yandaşı güvencesi altına alarak, iradesini kabileye dayatır ve diğer kabilelere de yayabilir. Bunun için iki ittifakın kontrolünü kazanabilmesi, kendi avantajına kullanabileceği şekilde yerel bir anlaşmazlığı kışkırtması ve rakip şefleri öldürmesini  gerektirir. Bir bölgede hâkimiyet sağladıktan sonra, Fas Sultanı tarafından qaid  (vekil) olarak atanmak suretiyle konumunu güçlendirme arayışına girer. Siyasi başarı merdivenlerinde daha fazla yükselip yükselemeyeceği bir yana, otokratik yönetimi genelde kısa ömürlü olur. Bir hanedanlık kurması neredeyse imkânsızdır, çünkü şef sürekli olarak isyanla karşılaşır ve eninde sonunda bu isyanlar başarılı olur ve eski ademi-merkeziyetçi, anarşik düzene geri dönülmesini sağlar. Her halükarda sistem yönetimin ilk adımlarını yaratır ve küçük bir otokratik devlet yapısı ortaya çıkarır. Arşi ile anarşi arasında tarihsel bir döngüsel salınım süreci yaratır.

Bazı Faslı Imazighenlerin  ilginç bir uzlaşma tekniği vardır. Ufak çaplı anlaşmazlıklar yerel şeflere  ve meclislere  bırakılır; farklı kabile üyelerinin karıştığı daha büyük çaplı anlaşmazlıklar ise Igurramen’lere yani “kutsal adamlara” devredilir. Bu unvanı soy aracılığıyla edinmiş olan söz konusu ermişler idealde Yalvaç’ın soyundan gelirler, bu nedenle baraka’ya yani kutsallığa sahiptirler. Büyülü güçleri vardır, iyi ve dindar kişiler olarak tanınırlar. Dövüşmezler, kan davalarına ve ihtilaflara katılmazlar, savaşçı değillerdir, babasoyları tarafından daimi tarafsız pasifistlerdir. Düşman olma potansiyeli taşıyan gruplar arasında arabulucudurlar. Bu görevin dışında, kendi civarlarında çeşitli kabilelerdeki şef seçimlerine nezaret ederler, sığınak arayanlara sığınak olurlar, yabancıları korurlar ve bilgi merkezi olarak işlev görürler.

Hukukî arabulucu rollerinin önemli bir parçası, edilen toplu yemine tanıklık etmeleridir. Kabiliye için bahsedildiği gibi, toplu yeminin etkili olduğu düşünülür,  çünkü kişi yalan yere tanıklık ediyorsa ilahi cezanın ıstırabını üzerine almaya yemin eder. Fakat Gellner, bu hüküm yönteminin etkinliğinin asıl sebebinin bu olmadığını, çünkü kişilerin yalan yere yemin ettiğini ileri sürer. Gellner’e göre, toplu yeminin etkili olmasının sebebi, bir grubun kendisinden olan birinin arkasında durmak istemesi durumunda, bunu yapabilmesine imân tanımasıdır; grup bunu, suçlanan kişinin masumiyeti üzerine topluca yemin ederek yapar. Fakat aynı mekanizmayı, kendilerinden olan ve çok sorun çıkaran birini cezalandırmak için de kullanabilirler; suçlanan kişinin akraba- larının tümü ya da birkaçı yemin etmeyi reddeder, böylece kişi suçlu sayılır.

Ermişler anlaşmazlıklarda yargıçtan ziyade arabulucudurlar; çünkü kararlarını dayatamazlar;  hükümlerinin geçerliliği, dava- ya karışan kişilerin bu hükmü kabulüne bağlıdır. Ermişin vardığı hükme uymayı reddedenler, ermişlerin ahlaki otoritesinden dolayı ciddi bir tehlikeyle yüz yüze kalırlar. Halkoyu ve özellikle ermişlerin ve ona başvuranların kanaati böyle kişilerin aleyhine döner.

Imazighen toplumu, prestijli kabile meclisi üyelerinin diğerlerinden ayrıldığı hiyerarşik bir yapıyla tanımlanabileceği gibi, daha keskin, sınıf ya da kast benzeri bir ayrım da mevcuttur. Dolayısıyla Imazighenlerde küçük bir köle nüfusu vardır. Ayrıca bu topraklarda küçük Yahudi toplulukları yaşar ve bunlar da aşağı “parya” kastıdır. Bazı Imazighen toplulukları içinde, örneğin çöllerdeki vahalarda yaşayanlarda, genelde zencilere özgü belirgin fiziksel karakteristikler taşıyan serf çiftçiler kastı vardır.

Özetle,  Imazighen  tarzı  toplumlar  hiyerarşiktir,  fakat  pek çok açıdan eşitlikçidirler de. Anarşik karakteristikler gösterirler ve aynı zamanda içlerinden otokratik rejimler de doğar. Sosyal kontrol için, anlamlı olduğu kadar ilginç sivil toplum teknikleri kullanırlar. Son yirmi otuz yıl içinde kısmen gelişkin askeri teknoloji nedeniyle tüm Imazighenler merkezi hükümetlerin doğrudan kontrolü altına daha çok girmiştir.

Santallar

Hindistan’daki milyonlarca insan geleneksel anlamda “kabile” olarak sınıflanmaktadır. Bunun anlamı, söz konusu kişilerin, kast sistemine uymayan, ayrıca Hinduizmin ne ideolojisini ne de ritüellerini kabul eden etnik azınlık topluluklarına mensup olduklarıdır. Bu topluluklar eşitlikçidirler ve normalde dış evlilik yapan babasoylu klanlar halinde örgütlenmişlerdir.  Kabile insanları Hindistan’ın dört bir yanına yayılmıştır, köylerde tarım yaparlar. Eşitlikçi ideolojileri ve ademi-merkeziyetçi sosyal sistemleri bazı örneklerde anarşik bir düzenin özelliklerini taşır.

Santallarda en azından herhangi bir yönetim sisteminin olası en az belirtisine rastlanır. 3 milyondan fazlası Doğu Hindistan’da, ağırlıklı olarak Bihar eyaleti sınırları içinde yaşar. Bir Santal köyünde yaşam, kişinin kendi akraba grubu  (ailesi ve klanı), köy meclisi ve köy reisi tarafından düzenlenir. Reislik normalde babadan oğula geçen kalıtsal bir vazifedir fakat gene de köydeki hane reislerinin onayını gerektirir. Yaşam boyu süren bir görevdir bu. Bir reis, tüm geleneklerin toplandığı kişi – ki Santallar geleneklere çok önem verir – ve bu geleneklerin asıl koruyucusu olarak görülür. Bir başka deyişle, “büyük adam”, yani hayli nüfuzlu biri olarak anılabilir. Aynı zamanda ilim irfan sahibi, bilge kişi olarak görülür. Gene de en fazla eşitler arasında birincidir. “Şahsi olarak nüfusu, bilhassa itibar edilen, güçlü bir adamın nüfuzu ise de, aslında konsensüsün sesinden biraz daha fazlasıdır” (Orans, 21). Reis bu rolü için kirasız topraklar, ortak avda öldürülen her hayvanın belli bir kısmı ve tüm düğünlerde merkezi bir yer de dahil olmak üzere, belli armağan ve ayrıcalıklar alır.

Bir köyde başka altı mevkii daha vardır, bunlar görevlendirme usulüyle ve ömür boyu olmak üzere belirlenir. Bunların arasında köy rahibi ve genel ahlaktan sorumlu olan yardımcısı da vardır.

Mecliste bir köydeki tüm hane reisleri bulunur. Düzenli olarak, köy reisinin başkanlığında toplanır. Normalde toplantıyı reis duyurur, ancak köydeki herhangi bir kişi de toplantı ricasında bulunabilir. Santal geleneğinde, her üyenin kendi bakış açısını tam olarak ifade etme hakkını garanti altına alan açık ve özgür top- lantılara güçlü bir vurgu vardır. Herhangi bir toplantının amacı konsensüse ulaşmaktır, fakat eğer oybirliğine ulaşılamazsa, ezici çoğunluğun desteği kabul edilir. Genelde nihai kararlar şefin önerilerini takip eder.

Somers’e göre, Santal köy yaşamı gücün bir noktada yoğunlaşmasını engelleyecek şekilde yapılanmıştır. Dolayısıyla, köydeki yedi mevkii iştigal eden kişiler asla özel bir iktidar kliği oluşturamaz, çünkü meclis toplantıları sık sık yapılır, açık ve serbesttir. Santallar bir kliğin işleyebilmesi için gereken gizliliği de hoş karşılamazlar. Köyün farklı bir güç odağı vardır, böylece şefin gücü dengelenir. Kurumsallaşmış her sosyal segmentin, üyeleri üzerinde otoritesi olmasına rağmen, bireysel özerklik de hatırı sayılır derecede hoş görülür. Görünen o ki Santallar güce karşı sağlıklı bir kuşku beslerler. Buna bağlı olarak gücün tek bir noktada toplanmasını engelleyecek teknikler geliştirmekle yetinmemişlerdir, bunları korumak ve yürütmek için de ciddi bir çaba gösterirler.

Yerel köy meseleleri meclisin ve şefin sorumluluğundadır. Farklı iki köyden kişiler arasındaki anlaşmazlıklar, söz konusu köylerin yaşlılarının nezaretinde anlaşmaya varmayı gerektirir. Sayıları on ila yirmi arasında değişen bir köy grubu bölgesel bir konfederasyon oluşturur ve bu Santal toplumu içinde en büyük siyasi entegrasyon birimidir. Bu konfederasyonun da üye köylerin yaşlılarından ve şeflerinden oluşan bir meclisi vardır. Üye seçimi için resmi bir teknik yoktur. Üyelerden biri, genelde köylerden bi- rinin şefi, grubun daimi başkanı seçilir. Bu cemiyet “başvurulacak son yargı mercii”dir ve köyler arasındaki meselelerle ilgilenir. Burada da gene ezici bir çoğunluğun konsensüsü olmaksızın hiçbir karar alınmaz.

Göründüğü kadarıyla,  köy meclisleri hükümlerinde aslen maddi ceza belirleyip, ritüel arınma emretmektedirler.  Amaç cezalandırmaktan  çok barışı tekrar tesis etmektir.  Maddi cezalar genelde meclise bir ziyafet vermek veya içki sunmak için kullanılır ve bir alanda, hem şikayetçi taraf hem de suçlanan taraf katkıda bulunur, fakat sanık daha çok verir.

Belli suçlar için fiziksel cezalar da uygulanır (bkz. Culshaw). Bu açıkça yasal yaptırımları hatırlatır.  Öte yandan, fiziksel ve maddi cezalar sadece hane reislerinin ortak toplantısında verilir ve bu kararlara konsensüsle varıldığından, uygulama daha ziyade yaygın yaptırım niteliği taşır. Seçilmiş bir elit grubun emrettiği şeyler değildir bunlar.

Bir kişi ya da gruba uygulanabilecek en korkunç ceza, bir yaygın yaptırım  biçimi olan dışlamadır. Göründüğü kadarıyla, bu ceza ağırlıklı olarak konfederasyon meclisi tarafından ve evlilikle ilgili ihlallerle bağlantılı olarak verilir. Dışlanacağı duyurulan kişi ya da grup önce tüm topluluk tarafından yerilir. Sonra suçludan uzak durulur ve sanki orada değilmiş gibi davranılır. Dışlama cezası geçici veya sürekli olabilir. Kalıcı olduğunda, topluluğa geri dönüş kişinin o tavrını değiştirmek istemesine, pişmanlığını göstermesine ve arınma seremonilerinin bedelini ödemesine bağlıdır.

Santal toplumu üyeleri, gücün tek noktada toplanmasıyla ve bireysel ifadeye alan bırakan eşitlikçi bir toplumun korunması gereksinimiyle ilgilenirler. Aynı zamanda geleneklere güçlü bir bağlılık vardır;  dini yaptırımlar hem güçlü hem de önemlidir. Tüm topluluğun fikir birliğine varmasına yapılan vurgu, yasal yaptırımlardan ziyade yaygın yaptırımların baskın olduğunu gösterir ve böylece Santal toplumu en azından marjinal anarşinin bir koşulunu taşır. Gene de İngiliz sömürge idaresinin uygulamaları ve daha kesin olarak da Hindistan cumhuriyetinin kurulmasıyla, Santal toplumu kökten bir değişim geçirmiş ve ulus-devlete daha belirgin şekilde entegre olup boyun eğmiştir. Örneğin, konfederasyon meclisleri 1947’den beri  Santallar  arasında  faaliyet göstermemektedir  ve yerel şefler bugün merkezi hükümetin otoritesinin sorumlusu konumundadır.

Harold B. Barclay

  1. Eski İzlanda’da idari ve dini görevleri olan bölgesel şefler diye tanımlayabileceğimiz godi’lerin yetki ve egemenlik alanına verilen isim. (ç.n.)

Views: 34

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz