23. Anarşinin Antropolojisi – Anarşist Rejimlerin Genel Bazı Karakteristikleri – Harold B. Barclay

0
2004

Haklarında bilgi sahibi olduğumuz avcı toplayıcı toplulukların hemen hemen hepsi  eşitlikçi ve anarşiktir, bir  yönetim  yapıları ya da devletleri yoktur. Tipik olarak kuzey California’da ve Amerika’nın kuzeybatı sahilinde yaşayan küçük bir azınlık, payeli toplum yapısındadır fakat gene de genelde idari bir yapıları yoktur. Bahçeci topluluklar arasında eşitlikçi ve anarşist rejimler, avcı toplayıcı topluluklar kadar olmasa da hâlâ yaygındır. Diğer yandan, çobanlıkla geçinen toplumların muhtemelen az bir kısmı, tarımcı toplulukların ise daha da azı bu kategoriye girer. Tarımcı toplumlar tabakalaşma ile ve devletin varlığıyla tanımlanırlar.

Herhangi bir rejimin, ki anarşi de buna dahildir, eşitlikçi niteliğinin, aynı cinsiyet, genel yaş ve kuşak bağlamında ele alınması gerektiği unutulmamalıdır.  Gerçek cinsel eşitlik nadirdir ve Ifugao ve Dayaklar örneğinde olduğu gibi, buna yaklaşan topluluklar çift taraflı akrabalık sistemine sahip olanlar içinde daha fazladır. Bunlarda herhangi bir ebeveyn tarafından olan akrabalar arasında bir tercih gözetilmez ya da buna bağlı bir farklılaşma yoktur; verasetin herhangi bir ebeveyn ya da herhangi bir cinsiyetin üzerinden devredilmemesi anlamında, bir eşitlik ya da yaklaşık bir eşitlik vardır. Karı ve koca eve eşit oranda mal mülk getirir. Bu çift taraflı durum genelde, ekonomik alanda nispeten eşit bir katılım için zemin yaratır (Ifugaolar, Inuitler ve Samekler’de olduğu gibi).

Anasoyluluk bazen nispi bir cinsel eşitlik için en güvenli zemini sağlama kapasitesi açısından, çift taraflı soy sisteminden aşağı görülür. Bunun sebebi, o sistem içinde erkeklerin genelde kendi egemenliklerini dayatarak, kadınlar üzerinden veraset prensibini etkisiz hale getirmeye çalışmalarıdır.

Anarşi genelde “halk” – ya da gemeinschaftlich – karakteristikleriyle bağlantılıdır. Azami derecede etkin sosyal grup nüfusunun küçük olduğu yerde – muhtemelen 200 kişiye kadar – bu nispeten kolaydır. “Yüz yüze” ilişkiler hakimdir ve dolayısıyla dedikodu, dışlama gibi tipik yaygın yaptırımlar en etkili şekilde işleyebilir. Nüfusun en homojen  ve farklılaşmamış olduğu yerlerde anarşinin hayata geçmesi daha kolaydır. Bu başka pek çok şeyin yanı sıra işgücü ayrımının ve işte uzmanlaşmanın asgari düzeyde olduğu anlamına gelir. Böyle bir durumda insanlar aşağı yukarı aynıdır, fikir farklılıklarının, keskin ayrımların, anlaşmazlıkların ortaya çıkma imkânı azaltılmış veya asgariye indirilmiş, insanların ortak alanları ise azamiye çıkarılmıştır; dolayısıyla, bir anlaşmazlık olduğunda bile uyum sağlamak ve sistemin sürüp gitmesini sağlamak için büyük bir baskı vardır. Müştereklikten kaynaklanan çok sayıda bağ muhalifleri bağlar ve tam bir yabancılaşmanın önüne geçer.

Bazıları bu koşulların özgürlüğü katı bir şekilde kısıtladığını düşünebilir.  Özgürlüğün kişiye açık seçeneklerin sayısıyla ölçüldüğü söylenebilir. Böyle küçük ölçekli toplumlarda hiç şüphe yok ki kişiye açık seçenek sayısı daha azdır. Fakat belki de, tüm üyelerin başka alternatiflerin farkında olmadığı ve az sayıda alternatife herkesin ulaşabildiği bir toplumda, özgürlüğün ne ölçüde kısıtlandığını sorgulamamız gerekir.  Aslında böyle toplumlar, muhtemelen çok daha fazla seçeneğe sahip, ancak bunlara herkesin serbestçe ulaşamadığı daha “modern” toplumlarla nasıl karşılaştırılabilir ki?

Anarşinin en sık olarak küçük grup koşullarında uygulanabildiği ve bu koşullarda devam ettirilmesinin daha kolay olduğu söylenebilse de, bu, daha modern, karmaşık koşullarda hayata geçirilmesinin imkânsız olduğu anlamına gelmez. Daha çok, bunun pek muhtemel olmadığını söyleyebiliriz. Gene de sayıları yüz binlerle ifade edilen ve nüfus yoğunluğunun yüksek olduğu, genelde mil kareye 100’den fazla insanın düştüğü, Liv, Tugbara, Nuer ve Tonga gibi halklar arasında anarşist rejim örnekleri mevcuttur. Böyle sosyal düzenler, anarşist federalizm nosyonuyla belli paralellikleri olduğunu  zaten  gördüğümüz  segmenter  soy sistemi aracılığıyla sağlanabilir. Veyahut Tongalar ya da bazı Doğu Afrika çoban toplumlarında olduğu gibi, büyük popülasyonlar, kişiyi sosyal bağlarını geniş bir alana yayacak şekilde, ortak kesişim alanları bulunan, çift taraflı çeşitli gruplara bağlayan daha karmaşık bir düzenleme aracılığıyla bütünleştirilebilir. Bir diğer deyişle, kişiler ve gruplar birbiriyle bağlantılı bir alanlar yığını oluştururlar; bu durum, herhangi bir merkezi koordinasyon olmaksızın geniş bir sosyal oluşumun entegrasyonunu sağlar.

Batı uygarlığı içinde bile başsız büyük organizasyonlar bulunmaktadır.  ABD’de son sosyal hareketlere dair incelemeler, bu olgu üzerinde çalışanları, parçalı, başsız, fikir-temelli ağlardan (SPIN’ler) bahsetmeye itmiştir. “Bir SP(I)N’ın organizasyon şablonu fena halde düğüm olmuş bir balık ağını andırmaktadır, üzerinde pek çok düğüm ya da farklı büyüklükte hücreler vardır ve hepsi doğrudan ya da dolaylı olarak birbirine bağlıdır” (Hine, 19). SPIN’lerin tek bir lideri yoktur, her segmentin kendi lideri vardır ama hiçbirinin otoritesi yoktur. Liderlik sadece ikna etme becerisine ve diğer maharetlere bağlıdır. Çok sayıdaki özerk segmenti bir arada tutan ve parçalanmayı engelleyen şey ise “yatay bağlantıların” zenginliği ve en önemlisi de ideolojik bağlantıdır. Yani üyeliğin kesişen pek çok alanı vardır, öyle ki kişi bütün bir hareket içindeki çeşitli gruplara mensuptur.  Katılan grup veya hücrelerin liderleri arasında hatırı sayılır bir etkileşim görülür ve liderler kendileri de bir grup kurabilir ya da başka bir grubun sıradan bir üyesi olabilir. Gösteri, miting, toplantı vb. şeklinde, tutan asıl etken ideolojiktir: Herkesin paylaştığı az sayıdaki önemli ve temel akideye bağlılık. Hine bir SPIN’i solucana benzetir. Fakat başka bir benzetme de herhangi bir “yönetici”nin olmadığı sayısız hücrenin koordinasyonundan oluşan bir beyindir.

SPIN’ler  tamamen araçsal  ve  pragmatik  yapılardır;  ortaya  çıkan fikir -galip ya da mağlup olduğu veya demode kaldığı için – etkisini kaybettiğinde, SPIN değişir veya yok olur. SPIN’in ortaya çıkışının rasyonel bir planlama sonucu değil de, “işlevsel bir gereklilik sonucu” olması, anarşistler ve diğer propagandistler açısından önem taşıyan bir unsurdur (Hine, 20). SPIN’lerin Tonga ve benzer diğer sosyal örgütlenmelerle olan paralelliği aşikârdır. Bu özellikler çerçevesinde biçimlenmiş özgür bir toplumun, oligarşi ve hiyerarşinin gelişimine en dirençli toplum olacağı düşünülebilir.

Anarşistler sık sık başsız işleyen başka sistemlerden örnek verirler. Çok sayıda bağımsız demiryolundan oluşan Avrupa demiryolu sistemi buna örnek teşkil eder; bu sistem, faaliyetlerini farklı ülkeler arasında mal ve yolcu geçişini etkin bir şekilde sağlayacak şekilde koordine eder. Başsız bir sistemdir. ABD demiryollarının sahibi ve işletmecisi ayrı ayrı şirketlerdir; bu şirketler, operasyonlarını  tüm  ülkede seyahati mümkün  kılacak şekilde şirketlerin gönüllü birliğiyle koordine ederler. Uluslararası posta sistemi de aynı şekilde başsız bir sistemdir.

Güçlü bir ulusal devleti savunanların,  aynı zamanda,  hem uluslararası hem de ulusal seviyede merkezi kontrolden yoksun bir ekonomiyi savunmaları oldukça ironiktir.  Bir ekonominin sadece serbest pazarın taleplerinin kontrol ettiği, kendi kendini düzenleyen bir sistem olduğu, öyle olması gerektiği şeklindeki eski liberal kapitalist nosyon, özünde anarşist bir nosyondur. Öte yandan, diğerlerini sömürmek ve bastırmak için bir kılıf olduğunda artık varlığını sürdüremez.  Bu çeşitli örnekler her halükârda Bohannan’ın “çok merkezli” güç sistemleri olarak bahsettiği şeylerdir.

Nispeten karmaşık büyük sosyal sistem veya ilişkilerin, anarşik bir tarz içinde etkin şekilde işleyebileceği açıktır. Fakat öte yandan mevcut etnografik örneklerin  hiçbirinin, büyük kentsel yığılmaların olduğu yerlerde anarşinin işlediğini göstermediği de barizdir. Kısa süren İspanya ve Ukrayna tecrübeleri dışında anarşi neredeyse her zaman kırsal bir ortamda ortaya çıkmıştır. Gene de eğer anarşi yoğun nüfuslu kırsal alanlarda işlev gösterebiliyorsa, şehirlerde de işleyebileceğini düşünebiliriz.

Karmaşık sosyal yapılar içinde az sayıda anarşik rejimin varlığı, merkezi devletin böyle bir çevrede sosyal ilişkileri sürdürebilmek için daha pratik bir mekanizma olarak ortaya çıktığı anlamına gelebilir. Güce sahip belli bireylerin, otoritelerinin vazgeçilmez olduğuna ve sorumluluğu onlara devrederek yaşamın daha kolay olduğuna insanları inandırarak uyuşturdukları  anlamına da gelebilir. Yönetilenler yönetimin en iyisini bildiği, topluma hizmet sağlamanın en etkin aracının bu olduğu, sıradan halkın ise niteliksiz ve vasıfsız olduğu kanaatine inandırılmışlardır. Başarılı herhangi bir kurum gibi yönetim de kendi gerekliliğine halkı inandırarak gelişir. Güç bir kez az sayıda kişinin elinde toplandığında, ondan kurtulmak daha zordur. Yönetim, büyüme ve genişleme yolunda habis bir alışkanlığa ve iflah olmaz bir iştaha sahiptir. Bu kitap içinde daha önce de bahsettiğimiz gibi on yıllar içinde toplumumuzda kendine yeten ve gönüllü işbirliğine dayanan kurumlar yavaş yavaş zayıflamıştır;  bu zayıflama yönetimlerin giderek güçlenmesine uygun bir zemin yaratmıştır. Bu sadece özgürlüğe yönelik bir tehdit olarak görülmemelidir, aynı zamanda toplum içindeki “doğal” gruplar arasında gönüllü işbirliği, kendine güven ve karşılıklı yardımlaşmanın günlük uygulamaları için de bir tehdittir.

Kitlelerin güce sahip olanlar tarafından uyuşturuluyor olmaları gibi  gayet  reel  bir  ihtimali  bir  kenara  bıraksak  bile, insani değerlerin sık sık insanları, güvenliği bağımsızlığa, düzeni  özgürlüğe ve verimliliği bireyselliğe tercih edecekleri şekilde biçimlendiğini de düşünebiliriz.  Şu açıktır ki, anarşi, çalışmayı, sorumluluğu ve oyunu kurallarına göre oynamayı gerektirir. Özellikle günümüzde insanların büyük çoğunluğu sorumluluğu yönetime bırakmaktan memnundur – belki çok tembel olduklarından, belki iktidara sahip olanlar tarafından büyülendiklerinden; belki de, aynı zamanda, kendilerine olan güvenleri güçlüler tarafından zayıflatıldığından…

Visits: 34

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz