1950 yılında Fransa’da yetişkin olan hepimiz, öğretmenlerin düşman, cezalandırmanın sürekli bir korku olduğu kasvetli okullara dair canlı hatıralarımızı muhafaza ediyorduk. Dar, demirli pencereler, kasvetli kahverengi duvarlar, canı sıkılmış öğrenci nesillerinin oyduğu rahatsız edici sıralar. Ekşi süt kokusu, kirli önlükler ve burunları sümüklü çocuklar, genç bir öğretmenin asla unutamayacağı bir izlenim bırakıyordu. İllüstrasyonları olmayan kitapları, ezberden öğrenilen anlatılmaz dersleri, disiplin ve can sıkıntısını iyi hatırlıyoruz. Erkek öğretmenlerden sağlıklı bir korkumuz vardı. Oyunlarımızı da ona göre oynardık. Okul arkadaşlarımızın bir kısmından da korkardık, özellikle de arkamızda oturan ve kendilerine karşı savunmasız olduklarımızdan. Zayıfların hemen bir araya geldikleri gelişmemiş bir siyasal yapıdaki gibi, öğrenciler zayıf ve güçlü olarak bölünmüşlerdi. Çalışmalar, notlar ve yerler açısından amansız bir rekabet vardı. Kategoriler o zaman basitti. Çalışmak bir yük, okul düşman bir dünya, duvarları dışındaki asıl toplum da aynı görünüyordu. Üstün olanların hepsi düşmandılar. Sadece sınıfı geçmek isteyen çaresizler de vardı. Okul hayatının sunduğu tür başarıdan kurtulacak güçte sağlam karakterliler de vardı. Geri kalanların hepsi, tabiatlarına göre ya siniktiler ya da asi. Bunlar, ilerici eğitim dediğimiz bir dizi tekniğin yaygınlaştırılmasıyla aniden devrilen okul yaşamının kadim ve tanıdık kategorileriydi.
İlerici eğitim, amaç olarak çocuğun “mutluluğunu” almaktadır. Parlak sınıf odalarını, öğretmenleri anlamayı ve zevk alarak çalışmayı gerektirir. Eğitim formülleri iyi bilinmektedir: okuldaki çocuk “rahat” olmalı ve keyif almalı; “dengeli bir ortamda” bulunmalı; “komplekslerinden” kurtulmalı; ve “oynarken öğrenmeli”. Tüm bunlar mükemmelen geçerli bir programı ifade etmektedir. Mezuniyeti elde etmek için çocukların kafalarını tıka basa doldurmayı ve diğer faaliyetlerin aleyhine beyinlerini ansiklopedik bilgilerle aşırı doldurmayı bırakmamız gerektiği noktasında bu program, Montaigne’in meşhur sözünden çıkanları, güler yüzlü bilimin unsurlarını taşıyor. Eğitim, fiziksel, manüel, ruhsal ve entelektüel tüm yetenekleri dengeli bir şekilde geliştirmeye çalışmalıdır. Entelektüel yetenekte, ezbere öğrenme yerine kişisel gözlem ve akıl yürütmeyi vurgulamaya çalışmalıdır. Üstelik, tüm sürecin mümkün olan asgari zor kullanımıyla gerçekleşmesi gerekiyor. Çocuğun kişiliğine saygı duymak ve öğretimi azami ölçüde bireyselleştirmek gerekir. Öğretim, toplam eğitimin bir parçasıdır ve sadece akla hitap etmez. Socrates’in öğretim yöntemi, çocuğun kendisini nesnelerin özelliklerini keşfedecek duruma getirmeyi veya kendisinin gözlemlediği gerçeklerden başlayarak bunların gerisindeki ilkeleri öğretmeyi kapsamaktadır. Ancak bu eğitim yöntemi oldukça rafine, ayrıntılı ve titiz bir tekniktir. Bunu uygulayabilmek için gerçekten çok iyi bir pedagog olması gereken teknisyenin kendisinden de en fazla şey ister. Kendisini neredeyse fiilen uygulayan bir mekanik teknik değildir. Aynı şey, tartışacağımız insani tekniklerin çoğunluğu için de geçerlidir. Teknisyenin kişiliği çok büyük önem taşır, özellikle de bu teknikler gelişim aşamasında oldukları için.
Açıkçası, bu şekilde eğitilen bir çocuk, çok daha dengeli olacak, kendi kişiliğini daha iyi geliştirebilecek bir konumda olacaktır. Bu programın Fransa’da ne kadar yetersiz uygulanmış olduğunu, sonuçlarının da ne derece yavan olduğunu kaydetmek esası değiştirmez. Örneğin, onbeş öğrenciden fazla olmayan sınıflarda görevlendirmek üzere yeterli vasıflı öğretmen bulmak bir sorun olmuştur. Yeni yöntemleri değişmeden kalan çok eski sınav programlarına uydurmakta zorluklar yaşanmıştır. Bu, elbette, sistemin etkisini azaltmakta, çocuğa aşırı yük getirmektedir. Okulun yeri ve donanımına dair zorluklar da vardır. Fakat bu engeller, bana tali önemde görünüyor. Olayların normal seyrinde kaybolacak geçici adaptasyon sorunlarıdır bunlar. “Normalleşmiş” bir toplumda yeni okul tek mümkün sistemdir. Sistemin sunmak durumunda olduğu eğitimin önemi anlaşıldığında da yönteminin uygulanmasını sağlamak için hiçbir fedakarlıktan kaçınılmayacaktır. Hitler rejiminin ve komünistlerin eğitim adına fedakarlıklarını hatırlayın. Yeni eğitim, her modern siyasal sistemin ve bir bütün olarak tekniğin sürükleyici ilkesidir.
Burada, yeni yöntemin ortaya çıkardığı en önemli sorunlardan birine geliyoruz. Çocuğun kişilik gelişimidir bu. Sorun, çocuğu mümkün olan en iyi duruma koymak ve onu bekleyen görevlere optimum bir şekilde hazırlamaktır. Madam Montessori’nin UNESCO’da yaptığı bir konuşmadan alınan şu ifadedeki gibi, her yerde duyduğumuz ifadelerdir bunlar:
Çocuğun sosyal bilincini uyandırmalıyız. Bunun karmaşık bir eğitim sorunu olduğunu biliyorum, ama adam olacak çocuk hayatı ve onun ihtiyaçlarını, tüm varlığın temel mantığını, mutluluk arayışını anlayabilmelidir… İnsanlığın iyiliği için tam olarak ne yapması ne yapmaması gerektiğini bilmelidir… Bu hedeflere ulaşmak için çocuğu, uluslararası uyuşmanın mana ve gereğini anlamaya hazırlamalıyız. Barışın organizasyonu, siyasetten çok eğitime geçmektedir. Barışı pratik olarak sağlamak için, sadece bir ulusu değil yeryüzündeki tüm insanları etkileyen insani bir eğitim (psikopedagoji) tasarlamalıyız… Eğitim, mevcut durumu doğru biçimde yargılamalarında yol gösteren gerçek bir beşeri bilim olmalıdır.
Mümkün olan en iyi durumlarda, liberal ve demokratik bir insan, devlet ve toplum anlayışı içerisinde psikopedagojik tekniğin sonunu açık yüreklilikle işaret etmesi açısından bu ifade gerçekten olağanüstü geliyor bana, (Madam Montessori, bir liberaldir ve liberal ülkeler için konuşmaktadır). Madam Montessori’nin açıklamalarım örnek olsun diye aldım. Fakat, bu tekniğin amacım son birkaç yılda yayınlanan çok sayıdaki diğer pedagojik çalışmada inceleyebilirsiniz. Her şeyden önce bu tekniğin, bu araçlara ve uygulama alanına tek sahip olan devlet tarafından uygulanması gerektiğini görüyoruz. Ancak psikopedagojik tekniğin titizlikle uygulanması, özel öğretimin (dolayısıyla geleneksel bir serbestinin) sonu demektir.
İkinci olarak, bu teknik “pantokrator”dur. Tüm insanlar için uygulanmalıdır. Tekniğin yöntemlerine göre eğitilmemiş bir adam kalırsa, onun yeni bir Hitler olması tehlikesi vardır. Tüm çocuklar katılmaya ve tüm ebeveynler işbirliği yapmaya zorlanmadıkça teknik yerine getirilemez. Bunun istisnası olamaz. Yalnızca bir azınlığın uymak üzere eğitilmesi durumunda bu teknik amaçladığı sorunların çözümünden hiçbirini çözemez. Madam Montessori’nin açıklaması bu nedenle ne bir mecaz ne de abartmadır. İstisnasız tüm insanlara ulaşılmalıdır. Yine tekniğin agresif karakterini görüyoruz. Madam Montessori, çocuğun bu tekniğe uygun özgürlük döngüsüne girebilmesi için “çocuğu okul ve ailenin esaretinden kurtarmak gerektiği” gerçeğine vurgu yapmaktadır. Ancak bu özgürlük, çocuğun faaliyetlerinin derinlemesine ve ayrıntılı bir incelemesini, ruhi hayatının tamamen şekillenmesini ve zamanının bir kronometreyle mükemmel bir şekilde düzenlenmesini, kısacası onu keyifli bir esarete alıştırmayı içerir. Bu tekniğin en önemli boyutu, kendisine doğru mecburi yöneliştir. Sosyal bir amaca yönelik sosyal bir güçtür.
Ancak çocuğun eğitimi sadece soyut bir sosyal amaca yönelik değildir. Somut olarak, çocuk bir sosyal bilinç geliştirmeli, hayatın anlamının insanlığın iyiliği olduğunu anlamalı ve tüm uluslar arasında bir uyum gereğini kavramalıdır. Bu fikirler, düşündüğümüzden daha belirgindir. İnsanlığın iyiliği, sözgelimi, felsefecilerin gösterdiği belirsiz kavram değildir. En fazla, siyasal rejimle bir ölçüde değişir. Bu değişkenlik bile giderek daha az telaffuz ediliyor. Life dergisini Soviet News ile karşılaştırın; “insanlığın iyiliğinin” ABD’de ve Sovyetler Birliği’nde neredeyse aynı kavramlarla anlaşıldığını göreceksiniz. Fark, esas olarak, bunu sağlamakla görevli insanlarda yatmaktadır. Her iki örnekte de, sosyal iyi birkaç somut ve kesin faktöre indirgenebilir. Sonuçta, buna uygun eğitim tekniği tamamen kesin bir istikamet alır. Sosyal konformizm çocuğa verilmeli; toplumuna uyumlulaştırılmalı; toplumun gelişimi yavaşlatmamalıdır. Çocuğun toplumsal bünyeye entegrasyonu, en az sürüşmeyle sağlanmalıdır.
Çocuğun iddia edildiği gibi kurtuluşunun tekniği, istense bile farklı yönlendirilemez. Teknik, çocuğun genişlemesine, kişiliğinin gelişmesine ve mutluluğuna, sonuçta da dengesine imkan tanır. Topluma muhalefet, sosyal adaptasyon eksikliği, ruhi dengenin kaybına yol açan ciddi kişilik sorunları doğurur. Çocuğun eğitimindeki en önemli faktörlerden biri o halde sosyal adaptasyondur. Bu, eğitimin amaçları hakkındaki tüm gösterişli laflara rağmen, kendisi içinde ve kendisi için eğitilen çocuk değil, toplumda ve toplum için çocuktur anlamına geliyor. Üstelik toplum da tam adalet ve doğruluk taşıyan ideal bir toplum değil, varolan biçimiyle toplumdur.
Bir toplum giderek totaliterleşirse (“toplum” diyorum, “devlet” değil), daha fazla adaptasyon sorunları yaratır, yurttaşlarından aynı derecede konformist olmalarını ister. Sonuçta bu teknik, çok çok gerekli olur. İnsanı daha dengeli ve “daha mutlu” yaptığına hiç kuşkum yok. Tehlikesi de var. İnsanları, normalde mutsuz yapacak bir ortamda mutlu yapmaktadır. Eğer insanlar üzerinde çalışılmamış, şekillendirilmemiş ve tam da o ortam için biçimlendirilmemiş olsalardı, onlar yapardı. Hümanizmin zirvesi gibi görünen aslında insanın teslimiyetinin zirvesidir. Çocuklar, tam da toplumun anlamı olmasını istediği şekilde eğitilmektedir. Toplumun onlar için belirlediği aynı sosyal amaçlar için mücadele etmelerini sağlayan sosyal bilinçleri olmalıdır. Açıktır ki, modern gençlik yeni psikopedagojik teknikle eğitildiğinde pek çok sosyal ve siyasal güçlükler ortadan kalkaçaktır. Bu sonu gelmez adaptasyon sürecini yaşamış bireylerle her tür yönetim veya sosyal dönüşüm biçimi mümkün hale gelir. Yeni insani tekniklerin anahtar kavramı, bu nedenle, adaptasyondur. Bu tekniklerin her birini ayrı ayrı ele aldığımızda bu kavrama tekrar tekrar döneceğiz.
Yeni pedagojik yöntemler, tam da modern teknik toplumun eğitime verdiği rolle uyumludur. Liselerin devlete ve ekonomiye yönetici yetiştirmesi gerektiği şeklindeki Napolyonik anlayış, ki sosyal ihtiyaçlar ve eğilimlerle uyumludur, dünya çapında bir yaygınlık kazanmıştır. Bu anlayışa göre eğitimin artık hümanist bir amacı veya kendi başına bir değeri yoktur. Bir tek hedefi vardır o da teknisyenler yaratmaktır. Combat gazetesi tarafından 1950 yılında yapılan bir araştırma, Yüksek Öğrenimin Sanayinin İhtiyaçlarıyla Bir İlişkisi Yok başlığıyla yayınlandı. 1952’de Le Monde tarafından yapılan bir araştırma, “çok fazla yarı-entelektüel var, yeterince teknisyen yok” ifadesiyle başlıyordu. Bu örnekleri çoğaltmanın faydası yok. Herkesin bu konudaki duygularını yansıttığı için örneklerin sayısı çoktur. Eğitim, hayatta faydalı olmalıdır. Bugünün hayatı tekniktir. Öyleyse, her şeyden önce eğitim teknik olmalıdır. Bu, bir uğraşı veya meslek bulmaya çalışan bir kişi için çok iyidir. Ancak topluma bir bütün olarak baktığımızda da aynı eğilimi görüyoruz. Teknik bir kere daha birey ile toplumun uzlaşmasını sağlamıştır.
Fransa’da bile eğitim üretici teknisyenlerin uzmanlık hedefine, sonuçta da yalnızca bir teknik grubun üyeleri olarak faydalı bireylerin yaratılmasına yönelik olmaya başlıyor. Tabi, mevcut fayda kriteri, yani teknik grubun yapısına, ihtiyaçlarına uyan bireyler bazında. Entelijansiya, bu grup için kritik bir işlevi yerine getirme anlamında bile bir model, bir bilinç veya hayat verici bir aydınlar olmayacaktır. Tekniğin araçlarının köleleri, yani tasavvur edilebilir en konformistler olacaklardır. Louis Couffignal’in belirttiği gibi, insan beyni, makinenin çok daha ileri beynine uydurulmalıdır. Eğitim de insanın aydınlanmasında artık öngörülemez ve heyecan verici bir macera olmayacak, daha çok uyumluluğa bir hazırlık ve teknik dünyada faydalı hangi alet edevat faydalıysa ona çıraklık olacaktır.
Views: 55