Yeni yöntemlerle eğitilmiş insanları emrimizde bulacağımız günlerin hâlâ çok uzağındayız. Olgunlaşmalarından önce en erken bir yarım asır daha geçmesi gerekecek. Bu süre, onları organize etmek için gereklidir. Fransa’da, onları genelleştirmek için iki onyıl beklememiz, bu şekilde eğitilen tüm kuşakta sonuçların belirginleşmesi için de iki onyıl daha beklememiz gerekir. Değişim temposu belki ABD’de ve Sovyetler Birliği’nde daha hızlı, Avrupa’nın geri kalanında daha yavaş olacak. Bu arada, toplum işlemeye devam etmelidir. Ara dönemde bir başka güçlü adaptasyon sistemi yürürlüğe konulacak: çalışma teknikleri kompleksi. Bu teknik kompleks, mesleki rehberliği, işgücünün organizasyonunu, çalışma fizyolojisini filan kapsamaktadır. Burada da gelişmenin belirli bir “hümanizm” istikametinde olduğu iddiasını görüyoruz.
Çalışma teknikleri makinenin dünyasıyla başladı ve insana çok az bir saygı gösterdi. Makineler icat edilip monte edildi, etrafına binalar konduruldu, içerisine insanlar konuldu. Elli yıl süreyle bu prosedür tamamen gelişigüzeldi. Daha sonra farkedildi ki, belirli kuralları işçiye uygulatmakla verimliliği artırılabilirdi. Sonuç, Amerikalı Frederick Winslow Taylor ile Henry Ford’un adlarıyla özdeş sistemdi. Georges Friedmann’ın belirttiği gibi, bu iki isim, üretimin icapları ile makinenin azami kullanımını dikkate almanın dışında bir şey yapmadılar. Üretim hatlarıyla, görevlerin belirsiz alt bölümlere ayrılmasıyla vs. bu faktörlerin gerektirdiği esareti dikkate almadılar.
Belki de haklı olarak şu itiraz gelecektir: Bu sistem tedricen değiştirilmiş ve sonunda da azami kullanım meselesinden çok optimum sonuçlarla ilgilenir hale getirilmiştir. İşçi yorgunluğu (hakkında hâlâ yeterince bilmediğimiz bir konudur bu) yoğun araştırma konusu oldu. İnsan faktörünün önemi anlaşıldı. Hatta, bunun yeterli olmadığı, insanın en önemli faktör değil, pek çok faktör arasında hâlâ bir faktör olduğu da kabul edilmeye başlandı. Bütün insanın önemini tanımak, işi insana uydurmak ve işçinin psikolojik dengesini dikkate almak gerekli oldu. Tüm bunların gerisindeki itici gücün, insan psikolojisinin doğrudan verimlilik üzerine tepki verdiğinin kabulü olduğunu söylemeye gerek yok. İşçi hasmane bir ortamda ve kendi çıkarlarına aykırı bir ekonomik sistemde bulunduğunu düşünürse, aynı şevk ve yetenekle çalışmayacaktır. Friedmann’a göre tüm bunlar, bir bütün olarak ekonomik rejim meselesini gündeme getiriyordu. Ekonomik gelişme kendi başına, üretici olarak işçinin teknik gelişmeden faydalanmasını sağlayacak yeterli bir eğilim değildir -bir tüketici olarak bundan çok faydalanmış olmasına rağmen. İşgücünün koşullarındaki tümüyle maddi dönüşümler yetersizdir. Başlangıçta gerekli olduklarında kuşku yok ama fizyolojik adaptasyon tek uyum türü değildir. Hijyen ve güvenlik gerçekten artırılmalıdır. En iyi konum seçilmelidir. İşçileri daha ritmik ve söz dinler yapmak için müzik bile kullanılabilir. Ama bu yeterli değildir. Gerçek sorun psikolojiktir. İşçi, işin sistematik ve verimli olması için değişmez sıralarla yerine getirilmesi gereken basmakalıp prosedürlerle karşı karşıyadır. Sıkılır, yavaşlatılır, psikolojik olarak sınırlanır. Onda yansıyan düşünce uyandırmak, tüm fabrika hayatına katılmasını sağlamak gerekir. Bir çıkar topluluğunu hissetmesi sağlanmalıdır. Emeğinin toplumsal bir anlamı olduğu fikri verilmelidir ona. Kısacası, içinde çalıştığı işletmeye entegre edilmelidir. Bu entegrasyon değişik ülkelerde değişik biçimler alacaktır. Batı’nınki gibi bir imalat yapısı biçimini alabilir ya da sosyal, sportif veya eğitimsel düzenlemeleri içerebilir. Entegrasyon, finans veya yönetime işçi katılımını ya da uç durumlarda “halkla ilişkiler” veya “insan mühendisliği” gibi tam bir sistemin uygulamasını gerektirebilir. Burada çok değişken mekanizmalarına girmeden, pek çok entegrasyon tekniğinden bir kısmını belirtmekle yetinelim.
Bu çizgide birtakım mükemmel sonuçlar elde edilmiştir. Örneğin, makineyi insana adapte etme ve insanın makineye üstünlüğünü ortaya koyma eğilimi, saygın bir araştırma yığını ortaya çıkardı. Daha yakın zamanlara kadar çok az makine araçları tasarıcısı ve üreticisi bunları kullanacak işçileri pek düşünmüyordu. Makinelerin işçiler akılda tutularak üretilme gereği, insanın kalkış noktası olarak alınması, çok önemli bir gelişmeydi. Fakat bu istikamette ne kadar ilerlenirse sorun da o derece karmaşıklaşır. Makine üreticileri ve tasarımcıları başlangıçta fiziksel yorgunluğun ortadan kaldırılmasıyla ilgileniyorlardı. Bunda başarılı olduktan sonra zihinsel yorgunluğun şimdi bir sorun olduğunu görüyorlar. İş makineleri, maddi açıdan işçiye hayli adapte olmuş durumda. Ayakta durmaktan, duyulara aşırı yüklenmekten ve fazla mesai çalışma ihtiyacından kaynaklanan yorgunluğun tedricen ortadan kaldırılmasıyla fiziksel çaba büyük ölçüde azaltılmıştır. Fakat fiziksel çabanın azaltılması, zihinsel yoğunlaşma, düşünce dikkati ve hareketlerde simetrisizlik gibi çarçabuk zihinsel bitkinlik doğuran faktörlerden kaynaklanan yorgunluğa yolaçmıştır. İnsan için tasarlanan ve ona iyi uyum sağlayan makinelerin daha hızlı bir kötüleşmeye ve işletenlerin daha hızla yaşlanmasına yol açacağı elbette beklenmiyordu. Gerçekten, işçi verimliliği dört yıl geçtikten sonra belirgin biçimde düşer ve genellikle de yirmi iki yaşında belirginleşir. İş makineleri kullanan bir işçinin optimum yaşı onaltı ile yirmi iki arasındadır. Şimdi bu son gerçek, bizzat makinenin kendisinin, temposundan vs. gelmektedir. İnsan meselesi, çözülmek yerine yoğunlaşmıştır. Hatta çözülemez görünüyor. Bu çabalarda gözlenen insana yönelik kaygının gelişme sayılması gerektiği düşünülür. Aynı şey, kütüphaneler kurmak veya kişisel sorunlarını çözmesine yardımcı olmak suretiyle teknisyenin işçinin kişiliğine gösterdiği ilgi ve ona kendini geliştirme araçları sağlama çabaları için de geçerlidir. Fakat daha ileri bir değerlendirmede, bu çabalar ve bu ilgi, soyut bir idealin parçası değil midir? Bunlar gerçekte neyi ifade ediyor? Makinenin insana adaptasyonu konusunun büyük teorisyeni Leon Walther, bu adaptasyonun amacının “asgari insan enerjisiyle azami verimlilik” olduğunu belirtiyor. Fakat böyle bir amaç, hem insana hem de makineye ilişkin olarak verimliliğin önceliğini temsil etmektedir. Daha büyük kaygı, insanı daha verimli yapmaktır. Olağanüstü üretiminin, üretimdeki avantajların birey için avantajlara dönüşmekte olduğu görülür.
İşçi kütüphanelerini oluşturanların başında gelenlerden biri bu kütüphaneleri yönetmesi gereken “pratik fayda” kavramını tanımlamıştır. Kitaplar, “nihai manevi getirileri” temelinde seçilecektir. Eğer bir kitap işçiye patronların doğrudan kontrolünden kaçmayı sağlarsa, “ancak ele alınan konunun yönetimini dolaylı kontrol kullanmasına imkan tanıması ölçüsünde kitaba izin verilmelidir”. Bu şartlarla bir kitap çok değerli bir yardımcı olabilir, zira kişisel ilgi uyandırmakta, inisiyatif kaynağı işlevi görmekte ve merak gidermektedir. Ancak işçinin bilmesi gerekenden haberdar olmaması, yönetimin de onun için seçme “görevi” olması koşuluyla.
Aklımıza gelmişken, “Bu fikirler kapitalist mi komünist mi?” diye sorulabilir. Bu soruya çok açık bir cevap verebilecek herkes gerçekten bir uzman olur, çünkü aynı anlayışlar bir sistemde ve öteki sistemde olduğu sıklıkla meydana gelir. Teorileri temsil etmez bu anlayışlar ama tekniğin işçinin tam entegrasyonunu gerektirdiği gerçeğinin doğrudan bir ifadesidirler. İşçinin kitap okumasının yavaşlamaya, isyana veya ilgi merkezinin değişmesine yol açacağı kabul edilemez. Rejim ne olursa olsun bu tür şeyler düşünülemez. Kültür tekniğe uymalı, verimliliği teşvik etmelidir. Bu alandaki sansür, bu nedenle, kötü bir şey sayılmamalı, objektif tekniğin kaçınılmaz koşulu sayılmalıdır. Aynı şey, Freidmann’m bahsettiği, sürpriz bir şekilde “rehberler” kadrosunun oluşturulması için de geçerlidir. Modern çalışma koşullarının psikolojik sıkıntıları kışkırttığı belirli sanayi tesislerinde gözlemlendikten sonra, işçilerin sıkıntıları ve hoşnutsuzluklarına “emniyet supabı” olarak psikologlar tutuldu. İşçiler duygularını bu “rehberlere”, yönetime bir şey söylememeleri koşuluyla ifade edebilirler. Fakat rehberler aslında hiçbir şeye rehberlik etmezler. Onların faaliyetlerinin, ruha pozitif bir çare bulmayla uzaktan yakından alakası yok. Böyle bir görev, işçi nezdinde en azından derin değişimler ihtimalini, yeni yönelişleri ve bilinç uyanmasını varsayar ki bunların hepsi hayli tehlikelidir. Rehberler, şirket için bağlayıcı olabilecek somut değişimleri incelemekle de ilgili değildir. Tek görevleri şikayetlerin dillendirilmesi ve bunları dinlemektir. Derdi olanın açıldıktan sonra rahatladığı malum. Belirli psikolojik sıkıntıların sırf sessiz kalındığı için provoke edildiği, isyanların gizlilikte beslendiği gözlemlenmiştir. İnsanları konuşturmak onlara iyilik yapar, isyanı ezer. İşçilerin sorunlarını kendi aralarında konuşmalarına izin vermek tehlikelidir. Dürüst bir şirket görevlisi, bir psikolojik teknisyenin şahsında bir emniyet supabı vermek, sıkıntılarını açıktan dillendirmelerine imkan vermekten daha akıllıcadır. Sovyet dergisi Korokodil’in siyasal düzeyde oynadığı rolü bu “rehberler”, endüstriyel düzeyde oynarlar. Bunların hiçbirinde bir insani ilgi bulmak zordur. Buradaki kaygı esas olarak teknik gelişmedir. Tekniğin ortaya çıkardığı insani sıkıntıları hafifletmek ikinci derecededir. Michel Grozier, bunun “insan mühendisliği” denen teknik için de geçerli olduğunu öne sürüyor.
Bu durum, bizi bir şekilde sübjektif görünmeyen sonuçlara zorlayan başka disiplinlerde de, örneğin sosyolojide de, vardır. Sosyal araştırmalar, sosyolojik olanın insani olana üstünlüğünü kurar. Bu araştırmalar, sadece insanın psikolojisi ve fizyolojisiyle değil, toplumsal bünyeyle ilişkisiyle de ilgilidir. Burada önemli mesele, insanı gerçekten toplumsal gruba ait yapmaktır. Mesele, sosyalist ekonomi için de kapitalist ekonomi için de aynıdır. Bir kapitalist ekonomi için çözüm belki daha fizible olabilir, ama her ikisi de insanı ikna etme, onun sadakatini kazanma sorunuyla karşı karşıyadır. Bu, bir başka insani tekniği doğurur ki buna daha sonra değineceğim. Bu noktada bunun amaçlarını ele alalım.
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 1931 tarihli raporunda “sadece üretimi değil, aynı zamanda işveren-işçi ilişkilerini de rasyonelleştirmek gerekir” ifadesini okuyoruz. ILO, 1941’de “ancak sanayi tekniği insana ilgiyi geliştirmede başarılı olduğu zamandır ki Amerikan kapitalizmi işçilerin, tüketicilerin, hisse sahiplerinin ve bireysel ve kolektif olarak halkın güvenini kazanacaktır” düşüncesini öne sürüyordu. Friedmann’ın belirttiği gibi, psikotekniğin, endüstri ilişkilerinin ve insani tekniklerin icadı öncesi ve somasında işgücünün bilimsel organizasyonunun amacı “asgari çaba ve malzeme kaybıyla azami getiriyi sağlamaktır. Ancak çaba ve malzemeler, işgücünün bilimsel organizasyonunun görüntüsünü yavaş yavaş dönüştürecek şekilde karmaşıklaşmakta, rafineleşmektedir”. Endüstriyel çerçevede yeniden yaratılmakta olan insan ilişkileri sistemi, yaratıcılarına göre, bir endüstriyel model temelinde oluşturulmaktadır. Bu açıdan W.E.Moore’un incelemesi önemlidir. Moore’a göre, insan ilişkileri üretim döngüsüyle uğraşan bireylerin işlevlerine uygun olmalıdır. Moore, aşağıdaki dört özelliği insan ilişkilerine atfetmektedir:
Birincisi, insan ilişkileri mesleki rollerinin talepleriyle sınırlı tutulmalıdır. Derin fikirleri, eğilimleri ve meşguliyetleri içeren derin ilişkilere dönüşmemelidir. Endüstriyel temponun bir parçası olan bireyler insani kalmalıdır, insani ilişkileri sürdürmelidir ama sadece teknik faaliyetle ilgili olanlarını…
İkinci olarak, insan ilişkileri evrensel olmalıdır. “Eldeki işle bağlantılı olmayan önceki sosyal ilişkilerden veya başka gruplara önceden üyelikten bağımsız olarak nüfusun rastgele bir grubunun üyelerinin tatmin edebileceği kriterlere dayanmalıdırlar”. Bir başka deyişle, insan ilişkileri teknik dışı bir temele sahip olmamalıdır. Bireyin önceki ortamı, çok az önem taşır. Önceki tercih ve eğilimleri de öyle. Teknik, başka her şeyi telafi eder. Bu nedenle, teknik “evrensellikten” bahsetmek makuldür. İnsanlar arasındaki bağdır teknik. Hem objektiftir hem de kesin belirlenmiş değildir. Hiçbir bahane veya bireysel ayrılıkları kabul etmeyerek kişisel kusurları kapatır.
İnsan ilişkilerinin üçüncü özelliği rasyonelliktir. İnsan ilişkileri, bir bütün olarak organizmanın gereği gibi çalışması için elzemdir. Organizma katı bir şekilde rasyoneldir; ona entegre edilen ilişkiler de rasyonel bir temelde düşünülmelidir. Duyguların veya duygusallığın mekanizmayı bozmasına izin verilmemelidir. Duygu meselesi, örneğin “kitleye ait mikrososyolojik analizdeki” gibi ele alındığı zaman, grubun veya daha objektif dengenin kapsamlı rasyonelliğinin bir işlevi olarak değerlendirilir.
Dördüncü olarak, gayri şahsi olmalıdır; sübjektif tercih ve kişisel temelde değil, optimum geçerlilikleri temelinde kurulmalıdır. Elbette, teknisyenleri etkilediği ölçüde sübjektif tercih ve kişisel nedenler de ele alınmalıdır. Ama kendiliğinden geçerli olmak durumundan kurtarılırlar; durum içinde yalnıza bir unsurdurlar.
Scott ve Lynton, 1953’te yaptıkları oldukça çok yönlü bir çalışmada, Moore’un analizini teyid ediyor. Onlara göre, toplumuzun dönüştüğü ve her tür topluluğu yıkan teknik komplekste, insanın teknik bir evrende insan ilişkilerini sürdürmedeki doğal beceriksizliğini telafi etmek gerekir. Bu, yalnızca insan için değil, aynı zamanda, insan ilişkileri teknik olarak büyük işletmelerin gelişiminde elzem olduğu için de yapılmalıdır. Bu nedenle, bu işletmelerdeki grupları, sorumlu olan ama aynı zamanda ortak hedef olan verimliliğe hizmet için yeterince yönlendirilmiş grupları organize etmek gerekir. Daha sonra da insan ilişkileri kurulabilsin diye, doğal koşulları yapay olarak yeniden üretmek gerekir. Örneğin, işletmeye, spontane bir organizasyonun yeniden üreten bir idari yapı kazandırılabilir.
Bireyi teknik ortama uydurmak, köleliğini kabule zorlamak, grubuyla ilişkilerini “normalleştirerek” mutluluğunu buldurmak ve o gruba daha fazla entegre etmek üzere geliştirilen ve insan ilişkileri denen teknik, teknikleştirilmiş bir ortamda hayatın kışkırttığı çatışmalardan kaçınılacaksa insana sağlanması gereken üçkağıtçılık ve hilelerden özellikler taşır. Bir çare olarak pek anlam ifade etmez, ama teknik güçlenmenin bir belirtisi olarak önemlidir. Bu kişisel ilişkilerin de teknikler olduğunu söyleyebiliriz. Diğer tekniklere bir karşı ağırlık olmadıklarını, insan faaliyetlerinin en kişisel ve yakın alanı olan insanın başka insanlarla ilişkilerinde tekniğin uygulanmasını sağladıklarını da söyleyebiliriz. Bu kişisel ilişkiler, insani durumun katılıklarını hafifletirler, ama ancak insanı bunlara daha tam olarak teslime zorlayarak. Hem insan hayatını hem de makinenin çalışmasını kolaylaştırırlar, insani spontaneliği teknisyenlerin matematik hesaplamalarına tabi kılarak üretimi geliştirirler. Kısacası bir tür yağlayıcı maddedirler; ama insanın bir değer, kişilik ve otantiklik duygusu keşfetmesine yarayacak bir araç pek değildirler. Tam tersine, bireyin daha iyi bir şey hevesini kurutan bir yanılgıdırlar. Kuşkusuz insan, insan ilişkileri tekniklerce daha rahat kılınmaktadır. Ancak bu teknikler insanı tümüyle angaryayı kabul etmeye zorlamaya yöneliktir. Makine ile verimlilik sürücü koltuğunda oturmaktadır.
İnsan ilişkileri tekniğine ilişkin tüm söylediklerim sosyalist bir toplum için de kapitalist bir toplum için de aynı şekilde geçerlidir. “Sosyalist rekabet”, insanları daha sıkı çalışmaya zorlayan psikolojik bir araçtan ibarettir. İnsanı büyük ölçekli işletmelere entegre etme çabaları kapitalizmle sınırlı değildir. Evrensel geçerliliği olan teknik araştırmalardan kaynaklanmaktadır. En fazla söylenebilecek olan, kapitalizmde psikolojik tekniklerin bireyi özel teşebbüse entegre etme meselesine yoğunlaştığıdır. Sosyalizmde bunlar daha geneldir.
Bunlardan hiçbiri insanın kötü niyetinden veya bir sistemden kaynaklanmıyor; daha ziyade endüstriyel mekanizasyon sorunlarına cevap vermek için başka tekniklerin arandığı gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Bir yanda mekanik teknikler ile öte yandan da organizasyonel ve psikolojik teknikler arasında bir karşıtlık yoktur. Bu nedenle, ikincisi birincisini dengelemektedir. Böyle bir ilişki geçerlidir; ancak yalnızca daha geniş teknik olgusu içinde, insanların teknik kompleks tarafından verimlilik amacıyla nesneler olarak belirlendiği evrensel plan içinde… Bu yüzden, başka pek çok bağlamda gözlemlediğim gibi, insanın hayatta kalmasına, hatta mutlu olmasına imkan veren araçlar, onu, tüm gerçek hümanizmden bağımsız olan teknik idealine başka teknikler kadar belki de onlardan daha fazla tabi kılmaktadır. Makine ile organizasyonun bağlantılı büyümesi bu noktayı kanıtlar. Çalışmanın organizasyonu, psikolojik araştırma, makinenin insana açık adaptasyonu, aslında mekanik olanın büyümesine imkan tanımaktadır. Büyüme ne kadar fazla olursa toplum da o derece fazla karşıt önlemler almayı gerektirir. Fakat karşıt önlemlerin kendisi teknik nitelikli olduğu için mekanik alanının bir kısır döngüde daha fazla gelişmesine imkan verir. Hümanist çarelerin makinenin mahzurlarını gerçekten hafifleteceğine inanmak, makineyi bir statik gerçek olarak düşünmektir. Hiç mi hiç öyle değildir. Makinenin gelişimi önerilen hümanist çarelere bağlıdır ve bunlar da her yeni mekanik gelişme tarafından çaptan düşürülür.
Son bir gerçeği daha belirtmek istiyorum. Hassas bir noktaya işaret ediyor bu gerçek. Bu kadar kısa bir değerlendirme de kimilerini şoke edebilir. İşçi sendikaları, kapitalizmin insanlık dışı karakterine ve işçileri sömürmesine karşı büyük bir insani protesto olarak kendilerini gösterdi. Ancak tüm ülkelerde işçi sendikacılığı başlangıçtaki niteliğini tamamen yitirdi, tümüyle teknik bir organizasyona dönüştü. Sendikacılığı ister devlet organı olarak Sovyet biçiminde isterse üretimin bir yardımcısı olarak Amerikan biçiminde inceliyor olalım, bu reddedilemez görünüyor. Her iki durumda da sendikacılık artık bir mücadeleci güç değil, daha ziyade teknik bir idaredir. Şu an için sendikacılık Fransa ve İtalya’da hâlâ bir mücadeleci güçtür, fakat öylesine gayri şahsi ve organize biçimdedir ki sonuç ortadadır.
Sonuç, bir kere daha teknik nitelikte görünüyor. İşçi gün be gün “organize edilebilir” hale geliyor. Giderek mecburileşen, giderek etkinleşen işçi örgütlerine yakalanmaktadır. Sendikalar alışmakta, hatta ihtiyaç hissetmektedir. Ayrıca, kişilik ile iş arasındaki modern ayrım da teşkilata teslimiyet lehindedir. İşçi, kendi teşkilatına katkıda bulunmakla sistemin geniş çerçevesini değiştirebileceğine, kendi sıkıntılarını hafifletebileceğine kolayca inandırılmaktadır. Kaydolduğu teşkilatın kendisinin teknik organizmalar kompleksinin bir parçası olduğunun farkında değildir. Burada sözkonusu olan, kelimenin Marksist anlamında, bir oyundur. Sendikacılığın asıl işlevi teknik gelişmeyi desteklemektir. Sendikacılığın amacı, kapitalist kazanç fikrinden bağımsız objektif endüstriyel organizasyon yoluyla işçilerin koşulların derin bir dönüşümüdür. Örgütlenmemiş işgücünü desteklenemez görür. Bu, makinenin yükünü henüz hayatlarında ve işlerinde hissetmemiş bağımsız işçilere yönelik tavrı için de geçerlidir. Sendikacılığın, her ikisi de teknik anlamda fabrika ve sendikadan oluşan ikili çerçeve dışında bir işçi anlayışı yoktur.
İşçiler örgütlendiğinde insan hayatının tüm biçimlerinin örgütlenmesini gerektiren teknik gelişme yasasına uymaktadırlar. Bu, bir kere sağlam bir şekilde kurulunca sendikaların kolaylıkla toplam sosyal örgütlenmeye geçişini de açıklar. Sendikalar belirli kişilere ve ekonomik eğilimlere karşıt bir güç oluşturur, ama temel yapılar açısından artık devrimci bir güç değillerdir. Tersine, bu yapıların bir parçası olmuşlardır. İşçi, özgürce örgütlendiğini, kişiliğini ifade ettiğini düşünmektedir. Fakat bunu yaparken, işindeki mekanik unsur nedeniyle tabi olduğu teknik icaplara teslim olmaktadır.
Sendikaların eğitim açısından değerini veya işçinin hayatinin gelişmesine yaptıkları katkıyı reddetmeyi aklımdan bile geçirmiyorum. Yalnızca, farklı bir düzlemde, sendikacılık ile teknik gelişmenin ne derece eşzamanlı geliştiğini, teknik icaplarla yakın ilişkisinin ne durumda olduğunu yansıtmaya çalıştım. Sendikası kanalıyla işçi, kendi tekniğe esaretini yoğunlaştırmakta, tekniklerin organizasyon güçlerini artırmakta, sendikacılığın aslında kurtarmayı ümit etmiş olduğu o aynı harekete kendi entegrasyonunu tamamlamaktadır.
Views: 77