“Gaziliği özelleştiren müslümanlıktan çok, devlet “müslümanlığı”yla birlikte bu toplulukçu kavramlar gazi, mücahid kavramları tarafından sindirildi. Bir müslüman akıncılıkla, yağmayla, çalıp çırpmayla, zorla el koymayla bir yaşam boyu yaşanabileceğini açıkça söyleyemez, benimseyemez. Devlet ise zaten bunlarla kurulur, bunlarla yürür. Zor ile el koyma olmadan adı devlete çıkmış yapı ve içini dolduran çoklarca yöneticiler yaşayamaz.”
11. Okuma, yorum
“(152b) (…) kazan eydür maslahatdur tez cebe haneyi yükletsünler hep begler hep binsünler dedi. (…) gece gündüz demediler yortma oldı anlar dahı (…) kazana karşı geldiler (153a) alaylar baglandı koşunlar düzildi borular çalındu tavullar dögüldi aruz kazanun üzerine at saldı kazanı kılıçladı zerre kadar kesdürmedi öte geçdi nevbet kazana degdi (…) aruza bir gönder urdı gögsünden yalabıdak öte geçdi at üzerinden yere saldı karındaşı kara göneye işaret etdi başın kes dedi kara göne atdan endi (153b) aruzun başın kesdi”
Savlar:
Anlatıcı/ yazıcı devletli örgütlenmeyle o kadar koşullanmıştır ki Kazan Bey sanki bir ordu varmış, bu ordunun yığılmış silahları varmış gibi emir verir. Cebehane, “savaş araç gereçlerin; bunların saklandığı yer”dir. (B. S. Baykal, Tarih Terimleri Sözlüğü, s. 33.) Öyküde kullanılan savaş araçları kılıç, kargı, belki de bazı beylerde yiğini (hafif) zırhlar koruyucular vardır. Göçebelerin en azından kılıçlarını yanlarında taşıdıkları bellidir.
Dışoğuz beyleri gelenleri karşılar. Öykü anlatımıyla yine bizi iki düzenli ordunun karşılaşmasına götürmek ister. Alaylar bağlanır, koşunlar düzülür. Borular çalınır, davullar döğülür.
Aruz dönemin geleneklerine göre kendisine Kazan’ı (karım) dövüş eşi seçer. Kazan saldırı sırası kendisine gelince Aruz’u kargısıyla/gönderiyle bir girişimde öldürür. Kazan öldürdüğü dayısının başını oğluna kestirir. Bu eylem öyküye göre bir erk, bir yetke gösterisi olmalı.
Aruz’un Beyrek’in ölümünden sonra Dışoğuz beylerini topladığını anlıyoruz. Öyküde beylerden Emen, Alp Rüstem adı geçmektedir. Diğer Dışoğuz beyleri de kendilerine karşılaşacakları bir dövüşçü seçer. Ancak Aruzoğlu Basat nerededir? Bir kez daha 12 öykü arasındaki zamansal, yersel, kişi ve topluluk bağlarının, ilişkilerinin açık olmadığını vurgulayarak okuduğumuz öykünün içinde yiğit Basat’ın adı geçmesine karşın neden Basat Bey babasının yanında değildir? Niçin Kazan özel görevlileri yokmuş gibi dayısının başını karındaşına kestiriyor? Kazan’ın karındaşı Kara Göne ölü dayısının başını keserken Basat pustu mu? Kazan’a boyun mu eğdi? Bunlar öykünün gerçekliğini tarihsel gerçekle karıştıran duygulu bir anlayışın yas duygusu dolu soruları olmalı.
12. Okuma, yorum
“taş oguz begleri bunı görüb hep atdan endiler kazanun ayagına düşdiler suçların dilediler elin öpdiler kazan suçların bagışladı beyregün kanın tayısından aldı aruzun evini çapdurdı elini günini yagmalatdı yigit yenil toyum oldu (…)”
Savlar :
Öyküde suç sayılanın dogmatik bir kavranışı var. Baş kaldırmaktır bu. Hakkını istemek, var olan bir hakkı (yagmaya katılmak) bozanlara soru sormak, eşitler arasındaki ilişkilerin bozuluşunu benimsememek, ortaklığı bozup buyurma ve boyun eğme düzeni kurmak isteyenlere uymamak suçtur. Suçun tanımı öldürebilenler, boyun eğdirebilenler tarafından yapılır. Yani egemenlik uymayanların yaşamlarını ortadan kaldıranlar tarafından kurulur. Suç tanımıyla ödekler de tanımlanır. Aruz uymadığı için öldürülür ve cansız bedeninden başı koparılır. Ödekler bununla bitmez. Aruz’un evini Kazan’ın buyruğuyla çapulcular çapar, eli (toprağı, yerleşimi, suyu) günü (geçimlikleri, mal varlığı) yagmalanır.
Anlatanın, yazıya geçirenin kimden yana olduğu, topluluğa ve onların içinde kişilerin ilişkisine, bağına nasıl baktığı pıtdadak ortaya düşer: “yigit yenil toyum oldu.” Erkin, yetkenin yanında olan, erkli adına kıyımda bulunan yiğitler çaptıkları/çarptıklarıyla doyum olur. Bu Osmanlılar dönemindeki gaza, cihad örtülü devletleşmede çapulu kutsallaştıran anlayışın öykünün yazıya geçirildiği zamanda yazıcıyı ne kadar denetimine aldığının da belirtisidir. Öyküde “yiğitlerin yenil toyum olmalarını” söyletecek bir eylem yoktur. Yazıcı bildiği, gördüğü, uyruğu olduğu devletin verdiği değerler dışında bir değerle bunları yazıya geçiremez miydi? Anlatıcı da öyle mi anlattı? Yazıcının en azından öykülerin birçok yerinde yaptığı gibi Aruz’un cansız bedeninden başını ayırmalarına dolaylı da olsa karşı çıkan bir im koyamaz mıydı? Koymamış ki, anlatıları ne denli kendince yazıya geçirdiğini ele veriyor.
Böyle yazıp yazıcıları eleştirmek onları değersizleştirmeye çabalamakla asla eş değil. Semih Tezcan’dan öğrenip çoğaldığımıza göre eleştirim yapılan işin nasıl kığırıldığını, iş yapılırken neyin nelerin bir nedenle ya da nedensiz, kendiliğinden, rastlantısal yok olduğunu anlamaya ilişkindir. Tezcan ikide bir yazma yanlışlarından dem urduğunda birden şöyle yazar: “Oysa o cahillerin en bed-tahrir olanı bile bir kültür değerinin bugüne kalmasını sağlamakla yararlı, övgüye değer bir iş gerçekleştirmiştir. (…) bugün bilinen nüshalarını çekimleyenleri de –(…)- saygıyla anmayı borç biliyorum.” (Tezcan, DKO. Üz. Notlar, s. 12.)
13. Okuma, yorum
“dedem korkud gelüben şazılık çaldı gazi erenler başına geldügin eydi verdi kanı dedügüm yeg erenler/ dünya menüm deyenler/ ecel aldı yer gizledi/ fani dünya kime kaldı/ gelimli gedimli dünya/ son ucu ölümli dünya/ (…) yom vereyüm hanum (…) (154a) (…) ag alnunda beş kelime dua kıldık kabul olsun (…)”
Savlar :
Nerdeyse DKK’daki bütün öykülerde Dede Korkut gelir. Gazi erenlerin başına gelenleri anlatır. Ancak burada gizliden yazıya çekenin kendisini Dede’yle özdeşleştirmesi, Dede’nin yerini kapıp ona söylemediklerini söyletmesi apaçıktır.
“Gazilik” elbette öykülerin zamanında da vardı. Ancak bu gazilik boylarbirliği dışında başka bir topluluğa karşı yapılan savunmaya, saldırıya karar vermek, katılmak, onları yenebilmek, yaralanmak, yaralamakla ilgili bir kavram olmalıydı. Bunu da Oğuzlar öykülerde gördüğümüz gibi kendi dillerinde yiğitlik, erlik, delilik, ödünçleme olan alplık, bahadurlukla karşılarlardı. Sözgelimi öykülerin herhangi bir bölümüne baksak bunca birçok sözcük görürüz. “Meger hanum uşun kocanın kiçi oglı segrek eyü bahadur alp delü yigit kopdı…” ([Segrek Boyu,] Tezcan-Boeschoten, agy. s. 168.)
Gaziliği özelleştiren müslümanlıktan çok, devlet “müslümanlığı”yla birlikte bu toplulukçu kavramlar gazi, mücahid kavramları tarafından sindirildi. Bir müslüman akıncılıkla, yağmayla, çalıp çırpmayla, zorla el koymayla bir yaşam boyu yaşanabileceğini açıkça söyleyemez, benimseyemez. Devlet ise zaten bunlarla kurulur, bunlarla yürür. Zor ile el koyma olmadan adı devlete çıkmış yapı ve içini dolduran çoklarca yöneticiler yaşayamaz.
Dede Korkut’un anlattığı öykülerse devletin, kralın, melikin bir kalesinde karanlıkta tutulan agaların, ekelerin, babaların hatta anaların kurtarılmasına çabalayan topluluk yiğitlerinin boylarıdır. Bunlar da yazıcının “Kazangilleriyle” değil, topluluklarla ilgili olaylardır.
Dede’nin yomları, alkışları, duaları ise yaşamın ne kadar ince olduğunu, bütün bu yiğitlere, yiğitliğe karşın insanın kırılganlığını durmadan anımsatan alkışlardır. Bu ise yazıcının doğaüstü düşünce inanının devletle olanaklı olmasıyla her boyda öldüresiye “karımlaşır/döğüşür” işte Dede sınırlı devletin karanlık (zindan) yeraltı odacıklarında tutuk olan agasını kurtarmaya giden Segrek’in yüreğini anlatır. Elbet Segrek de korkuyu, çekinmeyi, bağlılığı, birlikte sevinip birlikte yas tutmayı bilir. Ancak bunları bildiği için, bunlar bilinsin için de gider. “kız sen mana bir yıl bakgıl bir yılda gelmezisem iki yıl bakgıl iki yılda gelmesizem üc yıl bakgıl gelmezisem ol vakt menüm öldügümi bilesin aygır atum bogazlayub aşum vergil gözün kimi tutarısa gönlün kimi severise ana vargıl” (Tezcan-Boeschoten, [Segrek Boyu,] age. s. 170.)
Views: 31