Devletleşme, Yöneticilerin Ortaya Çıkışı ve Deve Cemal Çetesi (Bölüm 1) – 3 – Bayram Bey

0
1516

Yazıcıoğlu Ali, (Tevarih-i Al-i Selçuk) anlatısının büyük özgünlüğü    

     Bu çalışmada bir öyküsünü aktardığım Yazıcıoğlu Ali, Osmanlı döneminde İbni Bibi’nin (öl. 1285’ten sonra?) farsça yazdığı Selçukname’den (El Evamirü’l-Ala’iye Fi’l Umuri’l-Ala’iye) “bölümler” çeviren, oradan ve başka yazmalardan (Reşideddin, Ravendi) devinerek bir Oğuzname yazan bilge kişi. O çağda (15. yüzyılın ilk çeyreği) sık kullanılan bir yazma biçimi, kendisinden önceki zamanlarda oluşturulmuş bir yazma anlatının çevirisi ile çevirinin güncellenmesidir. Güncellemeyle imlediğim yazıcının üzerinde çalıştığı anlatıya yorumlarını (osm. tefsir), açımlamalarını (osm. tevil) ve ikisinden de daha önemli olan anlatının kaldığı yerden ve zamandan, yazıcının kendi zamanı ile yurduna dek olan biten olayları eklemesidir. Yazıcıoğlu her ne denli İbni Bibi’nin Selçuknamesi’ni çevirdiğini söylese de (El Evamirü’l-Ala’iye Fi’l Umuri’l-Ala’iye, anlatıdaki son olay Nisan 1282), belirttiğimiz gibi dönemin yazın anlayışına, beğenisine/modasına uyarak, bir çevirmenden öteye geçip yeni bir anlatı oluşturmuştur (Tevarih-i Al-i Selçuk: Selçuk Soyunun Tarihleri, 1424?).

     Yazıcıoğlu Ali Osmanlı devleti alanında (ıssılık, mülk) o günlerin geleneği olan “tarihler” yazımında ilktir. Bu ilkliği çok önemsiyorum. Çünkü “1299’da kurulduğu varsayılan devlet”in tarih yazını neden 1424’de başlıyor, sorusunu sorduran bir ilklik bu. Yazıcıoğlu’nun ardından Osmanlı topraklarında Osmanlı soyu (hanedanlığı) tarihleri 55-60 yıl sonra yazılacaktır. Bu da bizi adına “devlet” denilen  zor, güç, yargıda bulunma hakkı (hükümranlık), egemenlik, belki de bir erk örgütü diye kısaltılabilecek örgütlenmenin olgunlaşması için oldukça uzun bir zamanın geçmesi gerektiği düşününe (osm. F.K.R. : fikr: düşünce, kavrayış, anımsayış, anlak, us, oy, sanma, inanma, imgeleme, kuruntu, istek, can çekmesi, bir işi gerçekleştirmeyi kurmaya) ulaştırır. Bunların ve asla eşanlı olarak anlatılamayacak bin bin oluş, olay çıkınlarının yanında dünya üniversitelerinde (?), devletlerin, şirketlerin, anamalcı vakıfların (örn. Bilgate Vakfı, Bilkent, Koç, Sabancı, Has vd. gibi ) bilgi oluşturma, yayma çabaları hep güdük kalır. Üniversite kurumlarında çalışarak yaşamlarını sürdürübilecek gelirleri kazanan, orda çalışmakla insanlar katında seçkinleşen, kendilerini bilgi seçkinleri sayan, bu seçkinliğin onanmış, benimsenmiş konumlanışlarında durumlarını yitirmemek için kurulu düzenden yana didinen, kurulu düzene inanan ve onu savunan çağdaş dünya tarihçilerinin çok sık yararlandığı, başvuru kaynağı yaptığı Aşıkpaşazade’nin tevarihine daha 60 yıl kadar vardır Yazıcıoğlu Ali’nin tarihlerinin zamanından. Neşri, Oruçbey, Tursun Bey, Kemalpaşazade, (adsız) Anonim Tarihler… bence bu ilkliğe, Yazıcıoğlu’na çok şey borçludur.

     Bir yazı geleneğinin (literatur) oluşturulmasında bunlardan daha yaygın bilinen, dinlenilen, anlatılan, okuma bilen bir kişinin akşamları bir topluluğa okuduğu dinsel destanlar (Battal Gazi, Danişmendname, Saltukname…), kahramanlık destanları (Oğuzname, Dede Korkut…), erenlerin yaşam öyküleri (menkabe, menakıbname: Hacı Bektaş Velayetnamesi, Saltukname), dinsel törenleri, tapınmaları ve yükünmeleri öğreten yazmalar (ilm-i haller: Mızraklı İlmihal, Alevi Buyrukları, Bektaşçı Erkannameler…), halk öyküleri (Kerem ile Aslı, Yusuf ile Züleyha, Ferhat ile Şirin…), Divanlar, Divançeler (Yunus Emre, Celaleddin Rumi, Şah Hatayi…) tarih yazıncılığıyla eşanlı ve eşdeğerli olarak geçmişin bilgi kaynaklarıdır. Çağdaşçılık, bilimin egemenliği bu tür bilgi birikimlerini en altta bile saymaz. O yalnızca bilimsel bilgiyi tanır. Gerek Deleuze ile Guattari gerekse Foucault, Nietzsche’nin açtığı çığırdan bir yaşam boyu yürüyerek onun karda kalan izlerini bir yola çevirdiler. Bu yürüyüş çizgisel bir yürüyüş değil, tersine bir uzaklaşan, bir geri dönüp yakınlaşan, bir gitgel ya da zikzak oluşturan bir yürüyüştü. Foucault yol açıcı arkadaşlarını da anarak daha 1976’da şöyle söylememiş miydi?

… Yerel bilmelerin –Deleuze belki de buna “minör” diyecektir—bilginin bilimsel aşamalandırılmasına ve özündeki iktidar etkilerine karşı yeniden canlandırılması: işte bu parça parça ve dağınık soykütüklerinin tasarısı budur. … Arkeoloji, yerel gidimliliklerin çözümlenmesinin yöntemi, soykütüğü de, bu yolla betimlenen yerel gidimliliklerden yola çıkarak, bunlardan yayılan boyunduruktan kurtarılmış bilmeleri harekete geçiren taktik olacaktır. Bu bir bütün tasarısını yeniden kurmaya çalışacaktır. (Toplumu Savunmak Gerekir, ç. Ş. Aktaş, s. 25,26.)  

  Bilimin anlakları tutsak aldığı bir çağdaşlıkta (modernizm, geçmodernizm…) kendisinden gerisi “boş inanç/hurafe”, hurufat/harfler ya da değersiz yazaçlar yığınıdır. Ancak bu “karanlık ortaçağ” bezeğinin kaynakları ya yoksanması ya da kurulu düzenci, kaba özdekçi, ayakları bin karış gökte/aşkın, düşünümcü (ideacı) bir gözle yeniden irdelenerek onların içselliklerinin, tinselliklerinin, duyguculuklarının arılanıp durulanması gerektiğini buyuran bilimci, uygulayımcı (teknoloji)  bir anlayış çağdaşlığın, bırakınız yapsıncılığın (liberalizm), yeni pazarcı yarışmacı anamalcılığın (küreselci neoliberalizm), yeni her türden sonculukların (tarihin sonu, üretim biçiminin sonu, devlet biçiminin sonu; anamalcı, para dolaşımcı dünya egemenliği biçiminin sonu (finansçı yönlendirmelerle vurguncu anamalcılık –her tür küresel borsa dokunuşları yoluyla …-) kaynağı olan doğrudan ya da dolaylı dallaşan/şubeleşen “dünya devleti/Negrici İmparatorluk” aygıtlarınca düzenlenerek kalıcı bir düzene, kurulu bir düzenin bengiliğine uygun araçlardan kılınmasına niyetlenilir. Hayır, bin kez asla!

     (Ne tümce ama! Beni bile yani kuran beni bile yıldırdı. İçimde sallanan işaretparmağına karşı boş bir savunma değilse eğer, akışın yalnızca betimlenmeye yeltenildiği anda bile, “ve… ve… ve de…” bağlaçları devreye giriyor. Utanmasam ve yazdıklarımın hiçbir anlam ya da anlaşılırlığı olmadığından ürkmesem bütün zamanların yazın biçemlerine ve yazın kurallarına aykırı giderek buraya dek yazılanları ve de bundan sonrasını tek tümce içinde yazardım. “Ve de” tümceyi bir yüklemle bitirmezdim: ve “böyle söyledi Nietzsche! (Also Sprach Zarathustra)”daki “also”yı şimdi biraz daha anladım sandım birden ve “ve”den sonra “virgül” koyanların, bu akışı bir virgülcükle durdurmaya bilinçli bilinçsiz de olsa çalışanların anlağından, anlakdışından geçen açık gizli istekleri. Sanarız. Sanırız hep. Belki de!)    

     Çünkü yıldırıcı, bıktırıcı uzun tümcelerlerle anlatamadığımı “birden” söyleyebilirsem eğer, geçmişte olduğu gibi bugün de bu kaynaklar hep önemsizleştirilir. (Bilebildiğim denli Yazıcıoğlu’nun yapıtının bütünü üzerine yapılan bir çalışma bugüne dek yok. A. Bakır Öğretmen’in yazı aktarımı bu açıdan da çok önemli.) Bilim dışında her şey, en başta köken söylenleri, uruk (halk, gerçek ya da kurgulanmış soy toplulukları) anlatıları; öyküleri, masalları, türküleri, dinsel anlatılar saçmadır denir. Yarın da böyle bir yaklaşımla önemsizleştirilecektir. Ancak var diyelim ki, kısa bir anlığına (Arap Baharı, Wallstreet’i Kuşat, Gezi… gibi) dünyanın bütün uyrukları arasında Şah İsmailci Buyruk okuması yaygınlaşsın. Bu bir beğeni burgacına (modaya) dönüştüğünde Devletler Buyrukları o an yeniden düzenleyip dünyanın bütün kendilerine ait telefon şirketlerine buyurarak Buyruk dosyalarını anında bütün “alıcılara” “şıppadak yapıştıracaklardır”. Bu iletişim için parasal anamalcılarının özelinde Devlet buyrultusuna gerek de yoktur. Çünkü beğeni burgacı onları en erkenden devindirecek, bu erkenciliği anamallarını, güçlerini, erklerini, egemenliklerini, yetkelerini artırmaya bir denk geliş yapmaya koyulacaklardır. Yani üretilen telefon yazılımlarında nasıl facebook, eBay, Expedia, AppGallery, Drive, Youtube… gibi “favori uygulamalar” yüklüyse, Buyruk okuma burgacına verilen kendiliğinden bir tepki olarak “Buyruk” da, onun acunun her insanına bulaştırılma niyeti de telefon yazılımlarındaki zorunlu yerini alacaktır. Çün Devlet aygıtı kocaman çepeçevre yayvan ve yayılgan ağızlarıyla bir “kapma aygıtı”dır da. Kapışlarsa elbette eşzamanlı olarak yutma aygıtlarıdır. Bu edimler toplamı olan para denilen Fenikeli orospuluğun bir yaşam biçimini yerleştirmesidir de. Para bütün özellikleriyle, işlevleriyle, etkileri ve edilgileriyle durmadan bir yaşayışı zorunlu ve gerekli kılan ilişkiler ağıdır. Ve de…

     Burada bunlardan dolayı kaygılanacak bir şeyimiz yok. Onlar bildiğini biz bildiğimizi inandığımızı yaparız her kuşağımızda. Tek sorun, “Biz (şeyimiz’deki ve biz bildiğimizi’deki ve de…  ilki gizli, sonrakiler açık olan biz)”. Bütün bu olanların arasında “Ben” ise artık bağlantısız bir gezegen uydusu (Birey) oluş kuruntusu. Yerlemi bütün yönlerde kaplayan bir bengilik. Bundan dolayı dünyanın yazılan ve bin bin yeniden bir kuruluşuna, yapılışına dek yazılacak olan bütün öykülerindeki açık ve gizli bizi özdeğin özdekle ilişkisinden ürkenler okuyacaktır, anlamlandıracaktır. Onların kaygılı, korkulu varlığı geriye kalan çoğunluktaki “oturgan uyduları” organsızlık sanrılarından, durmadan bir şeyler atıştıranları, içenleri, yiyenleri, giyenleri tüketerek var olma sanılarından, her dakikada bir telefon göstergesine bakmak zorunluğu ödeğine çarptırılanları telefon tutulmuşluklarından (sendrom), bilgi gereksinimlerini ya da bilgisizliklerini google gibi bilgi üreticisi, bilgi ileticisi, bilgi yönlendiricisi ve yayıcısı parasalcı anamalcılardan karşılamayı bir yazgı saymacalarından ve burada söyleyemeyeceğim, söylenmesinin gerekmediği belli bin bin “bağımlılık”tan, tutulmuşluktan, tutsaklaştırılmışlıktan bir biçimde çıkarıp “yaşadığımızı sanış”lardan “gerçek ortak yaşam” toplaşmalarına (ya da Asamblajlarına, Gefügelerine) katılmaya yönlendirecektir. Toplanmak, toplanmaya katılmak gezegendeki yaşamın başından beri bütün canlıların yeniden yeniden ürettiği güçoluşsal bir edimidir. (Beş taş oyunundaki her evrede söylenen tekerlemedeki gibi: derledik, topladık, biz köprüye başladık!)

     Egemenlik altında, boyunduruğa vurulmuşlukta, başkalarının ya da dışsal/yaderksel buyrukları ve yedmeleri (bir canlıyı çekerek yedekte götürme: bir atın sırtındaki binicinin bir eliyle de bağlı bir atı götürmesinden > yedmek), çekmeleri, yönlendirmeleri altında insan varoluşsal ortamından koparılarak “birin” yapayalnızlığına kapatılmak istenir. O yalıtılmışlıkta insanın gücü yalnızca yaratıklaşmasına yeter. Egemenlerin kayıtçı, sayısalcı (digital), her şeyin ölçülebilir sayıldığı dünyalarından (beş para etmez bir insanlık dedirten dünyalarından) özgür, özerk, eşitlikçi, herkesin çok ve çok sınırlı da olsa her şeye ulaşabildiği bir acuna (belki de başlamak için üç kişilik bir acuna, kaç kişilik olduğunun önemsizliğinin ortasında bizlik acununa) gizlice kaçmak, (utansam da pişkinliğe vurup bak “Issız Acuna Kaçış, itaatsiz.org” yazayım mı?) orada toplaşarak, derleşkeler oluşturarak –Negrici, Hardtçı Meclis-, kişinin gücünü, istemini, cançekmelerini, edebilme yeteneğini gerçekleştirebilmesinin ortaklaşmacı ya da ortaklık kurma yollarını bulmak, dil tutsaklığıyla söylenen “insan tekinin” boynunun kendi boynuna ve diğer tekilliklerin oluşturduğu çoklukların boynuna borcudur. Boyun borcu siyaset edilmek (ipe çekilmek), güçoluş direnişleriyle sıkıca bağlıdır. Dil ki o an orada olmayanı olanlarla anlatmaya didinmez mi? (Bu öbeği düşünce ve akış akış bengisu akış ırmağının bir ovada yayılması gibi yayarak, ey okuyucu birazcık dinlen. Bu çocuk dili okuyup anlamaya çalışanları diler. Eşzamanlı haydi birazcık da sen anlamlandıra kışkırtır. Öyle ya, bu çocuk dilinin bilimsel sözde nesnelci ciddiyetinin katı biçemine dayanacak durumu hiç olabilemez. Olabildiği yerde de sıkıntıdan hemen yine kendi diline gülücüklerle akar…)     

     İçinde yaşadığımız gezegeni ışık hızında birkaç kez turladıktan sonra biz Yazıcıoğlu Ali’de duraklamış gibi yapalım. Her ne denli sorunumuz onun yapıtının eleştirisi, değerlendirmesi değilse de, yazdıklarını Osmanlı devletinin kuruluş öncesi “köklerini”, kuruluştaki oluş ve olayları ilk anlatan olmasını önemli buluyoruz. Yazıcıoğlu anlatısı birinci sırada Osmanlı devletini imgeler. Orada devlet denen zor aygıtının ortaya fırlayışına ilişkin birkaç bezeği de görürüz. İbni Bibi’nin Selçuklu sarayları çoktan içinde baykuşların öttüğü örene dönmüştür. Osmanoğlu (soyundan) Birinci Beyazıd’ın da anladığı gibi Bizans, nerdeyse İstanbul surları içinde sırra ayak basar olmuştur. Beyazıd’ın yaptırdığı Anadolu Hisarı bir Bizansı gözetleme kulesidir. Bütün bunların dolayısıyla Gelibolulu (?) Yazıcıoğlu Ali’nin “çevirisi” yeni devleti imgeleyen, söz geldikçe hanına, beyine, devlet yöneticisi paşalarına (başa, beşe: soylu oğlan çocuğu) köklerinden, geçmişlerinden güçoluşsal (siyasal) öyküler anlatan olumsal bir geleceğin tarihi çalışmasıdır. Bu yüzden Ali Beg güzel düşler düşleyen bir gerçekçidir. Düş de dil gibi o an orada olmayanı görürken olanlarla kurar düşlemini. 

     Karahanlı devletinin alanında “Kutadgu Bilig: Kutsal Bilgi” nasıl bir yapıtsa, etkisi işlevi neyse “Selçuklu Soyunun Tarihleri” de oldukça benzer (onu okşayan) bir yapıttır. İki yapıt da bir çeviri, ekleme, açımlama, güncelleme biçim ve biçemindedir (üslup, içeriği anlatma biçimi ya da içeriğin ve biçimin kendiliğinden, kendine göre biçim, yazılış, söyleyişe kavuşması, yapılanışı… Yusuf Hashacib bir devlet başyazıcısıdır. Yazıyı kullanmayı bildiğinden devlet katında oturduğu yüksek bir yeri vardır. Hint karasından, genel olarak bölgenin devlet ekinlerinden, yönetim geleneklerinden oldukça biliş duyuş ıssıdır Yusuf Beg. Devlet aygıtındaki yeri, oturduğu koltuğu, konumu, ağırlığı onu sultana, yöneticilere üst perdeden öğüt verebilir kılmaktadır. Bu amaçla da o “Kutsal Bilgi”yi yazmış ve gelenek gereği sultana sunmuştur…).

     Devletin bitmez tükenmez bir egemenlik ve erk kurma çabası olduğu böylece en uluya gösterilir. Devlet bir oluştur. Bu oluşta egemenlik kurumları uyruklar üzerinde tek bir yetke değildir. Devletin genişleme, yayılma sürecinde bile ona karşı direnen, onun erkini yetkesini tanımayan, onun oluşturmaya başladığı küçücük de olsa “başlangıç toplumu”na katılmayan güçler, güçoluşlar vardır. Onlar eski düzenlerdeki erimeyen, sindirilemeyen kümelenmeler, öbekler, topluluklardır. Onların da devlet egemenliği yanında kendi yetke, erk, güç alanları vardır. Bu alanlar ise topluluklara (gerçek olan, görülen, içine girilen, dokunulan, duyulan, koklanılabilen toplaşma) her yaderkin (dıştan dayatılan erk, heteronomi) içinde, dışında, kıyısında boş yerlemlere, bir zamanlık yerlemlere (ya da  Hakim Bey’in “geçici özerk bölge/TAZ”larına) işleyerek eşitliğin, özerkliğin, ortaklığın dolayısıyla özgürlüğün durmadan kendini yarattığı güçlerin oluş yerleri, başka bir deyişle yaşam ortamlarıdır (yerin zamanla, insan topluluklarıyla kaynaşmış durumu, yaşanılan mekan/yerlem ).

     Devlet en baştan özel iyeliğe (özel mülkiyete); çitlerin, kasaların, üretim yerlerinin yüksek duvarlarının oluşturulmasıyla ve bunların izleyicisi eşitsizliğin yayılıcı çoğalmasıyla ayrımlaşmaya başlayan topluluk parçalarının bir öbeğine (seçkinlere, oligarşiye) dayanır. Ayrıcalıklılar, seçkinler, aşkınlığın yerdeki örnekçileri… Devletleşme yalnızca güç kullanımıyla, güç kullanma hakkının tekelleşmesiyle, güç uygulayacak kurumlarının oluşturulmaya başlamasıyla açıklanacak bir süreç değildir. Bunların yanında topluluğun kendine yeten, çoğu zaman artan geçimliklerinin üretim ve yeniden üretimini, karşılıklı ve karşılıksız yardımlaşma, dayanışma, paylaşma kurum ve geleneklerinin dağıtılmasıyla/ bozdurulmasıyla da başlayan bir oluştur. Bu dağıtış, bu bozma özel iyelikçi devlet tarafından başlatılır. Topluluğun kendine yetme edim ve kurumları (gelenekler, yardımlaşma uygulamaları, dayanışma tutumları; topluluktan, soydan, boydan olma duygudaşlıklarının gerektirdiği paylaşma davranışları, topluluğun her kişisini kapsayan yükünmeler, törensiler, törenler; ortaklaşma, danışma, sözleşme, özyargılama tutumları, töreleşme) devlet tarafından önce daraltılır, koşula bağlanır, sonra da ortadan kaldırılır. Çünkü devlet egemenliği, erki, yetkesi başka egemenlik alanlarının yok edilmesiyle, egemenlik ortalıklaştırıldıkça (ya da merkezde toplandıkça), yoğunlaştırıldıkça, yaygınlaştırıldıkça ya da yöneticilerin, yönetenin her davranışa bir dayanak (ayrıksılık, ayrıcalık) buluşuyla güçlenir. Önce yargılama hakkının (hükümranlık) sonraları egemenin her uygulaması ussal, türel (adil), tüzel (hukuksal), zorunlu ve güncellemelidir (kendini tüzel olarak sınırlandıran, ama aynı zamanda kayıtsız, koşulsuz değişken yapıp etmelerle işler). Bir cançekmesi (arzu) olarak Egemenliği hiçbir şey sınırlandırmamalıdır. O tek başına bir saltıklıktır (mutlaklıktır) ki her şeyin üstündeki yerinde kocaman bir görünmezlikle duradurur.   

     Kendine yeten topluluk eşitlik, ortaklık, özerklik üzerine temellenir. Bu üçlü ki özgürlüğün dayanağıdır. Dayanaklar içerden ayrımlaşmayla başlayan dar ocaklaşma/aileleşmeyle, dışardan da bir kümenin topluluğu canlı kılan temellerden biri olan ortak çalışıp ortak tüketme edimlerinden zaman zaman ve bir süre sonra da bütünüyle ayrılmasıyla ortadan kalkmaya başlar. Ortaklığın her niteliğinin (kıvanç, sevinç, üzünç, ezinç ortaklığı da içinde) yıpratılması arkası arkasına sıralandıkça, birbirine eklendikçe topluluk parçalanır. Topluluk parçalandıkça, onu canlı kılan kurumları –gelenekler, değerler, eşitlikçi ilişkiler, özyargılama, bütün üyelerin bir derleşkede danışmacılığı (Doğu türk.: kengeş), sözleşme, dış topluluklara, yaderkçiliğe  karşı özerklik, malların ortak iyeliği, eşitlikçi paylaşım (gereksinimi daha çok olanlara biraz daha çok) ve olabildiğince ortak tüketim, kişinin kendini toplulukla tanımlaması, varoluş duygusunun, bilincinin topluluktan çıkıp topluluğa geri dönüşü, (ıraksayan ve yakınsayan devinilerin karmaşık içleminde) ortak tasa, kıvanç, sevinç ve üzünç…- yani dirimsel güç oluş kılgıları ya da “biyopolitika”. Topluluklar dağıtıldıkça, o boşluklardan o yarıklardan ayrılmanın, parçalanmanın, ayrımlaşma ve ayrıcalıklı olmanın edimleri sızar (ah şu benzetmeler, dilin rezil yoksulluğu!). Yani topluluğun çatlaklarında hızla devlet otları yeşermeye başlar.

     Yazıcıoğlu’nun öyküsünde yukarıdan beri değinilerimizi somutlayan birçok olay, onun güzeller güzeli anlatımıyla birbirine örülerek devletleşmeyi, toplulukların dağıtılışını, çeteleşmeyi, güç kullanma tekelini, vergiyi, üretmeden tüketmeyi, parıltılı bir yaşam sürenleri, onların tutkularını, onların hırsla hep daha fazlayı cançekişlerini, onların soy “şirketi” kurarak (hanedanlık, soy vakfı, soy şirketi) varlıklarını torunlarının torunlarına akıtma cançekişlerini, bütün bu bozuluşların ve daha nice nesnenin ortaya fışkıracağı gübreliği olan kurumlarda çalışan devlet adamlarını –o çağda yöneticiler elbette yalnızca adamlardandı- ve bunların ortasında kalakalmış bir insanın ve arkadaşlarının delifişek baştanımazlığına, başsızlığına, başıbozukluğuna tanıklık edeceğiz. Deve Cemal ya da öyküdeki adla Cemal Lök’ün anlatısı bu.

     Elbette Yazıcıoğlu, Lök’e bu adın da gösterdiği gibi karşıdır. Lök önsel olarak deveyi, sonsal olarak Cemal’ı aşağısamadır. Olsun, biz de onun görüşlerine, anlayışlarına, övdüğü Muzaffer’e  -Kene Muzo’ya- karşıyız. Eğer bir devlet usu varsa, kesinlikle ondan önce, ondan sonra ya da onunla eşzamanlı var olan bir çete usu, onun yalnızca ortak kararlaştırılan, işbaşında işleyen yetkesi önderi olan bir “Cemal usu” (“yüz usu”, parıldayan bir us yüzü, bir “kızgınlık/öfke usu”, sevinçli bir kurucu kılgı ki bunlar bir nitelikler toplaşmasıdır/ assemblage, Gefüge) dahi vardır, hep varolacaktır. “Yani soyçetesi”nin özel ıssılığına karşı, geçici olduğu her katılanı tarafından bilinen “soysuzçete/soya dayanmayan çete” ve onun çoğunda yoksullara dağıtılan geçici ıssı olduğu malların dağıtım hakkı. Doğaldır ki “soysuzluk” yalnızca bir avuç ayrıcalıklı ve kendilerini seçkin/seçilmiş sayanlar açısından bir “aşağısama”dır. Ancak yaşamı durmadan üretip de kendi ürünlerini soylulara kaptıranlar asalak soylulardan değerlidir. Çün değer yaşamı üretmekse; üretenler, çalışanlar, didinenler değerlidir. Kapma örgütleri, el koyma düzeneği ıssıları ise kenelikleri, sivrisineklikleri… asalaklıklarıyla (os. haşeratlıklarıyla) değersizdirler. Yani insanın soylu oluşu değil, insan teki soyutlamasıyla söylersek yaşam üreticiliği övünülecek bir nitelemedir.    

Views: 72

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz