Devletleşme, Yöneticilerin Ortaya Çıkışı ve Deve Cemal Çetesi (Bölüm 2) – 6 – Bayram Bey

0
1438

Bölüm 2

          Fil-cümle her zamanda bir tayife ki huruc idüp [ortaya çıkıp] padişah olupdururlar.  

                                                                                                                                   Yazıcıoğlu Ali

Dünyanın Kuruluşu ya da Düzenin Ortaya Çıkması

Acun ya da dünya üzerinde canlıların, belli bir zamanda da insanların yaşayabilmesine uygun bir ortam olduğundan beri ilk başta insana, sonra da bitkilere ve hayvanlara hep küçük bir gezegen gelmiş olarak görünüyor. Bütün canlıların olası ki bir yerden doğup sonra da acunun başka bucaklarına, bölgelerine, anakaralarına bir biçimde yayıldığı savı insan anlağı açısından ne kadar çekici ve kolay kavranır gelse de, bu yüzden de yaygın olarak benimsenen bilimsel bir tez olsa da, bu tezin çeşitlemelerinde biliminsanlarının tek anlayışta olmadıkları biliniyor. Örneğin insanın zamanın bir noktasında Afrika’nın Tanzanya topraklarının bir parçasında oluşup oradan acuna dağıldığı savı. Bu savın ya da varsayımın karşısında kolayca tasarımlanabileceği, imgelenebileceği gibi başka anakaraları, başka yerleri ileri süren kurgul ya da kurgulanmış savlar da var.  Örneğin Asya’da bugünkü Malezya, Endenozya toprakları gibi havası suyu canlıların yaşamına çok uygun olan ada karaları.

Niyetim insanın kökeni kuramlarının bütün çeşitle<n>melerini burada sıralamak değil. Bilimsel savların yanında söylensel köken savlarını, başka başka toplulukların kendi kökenlerini açıkladıkları anlatıları ve dinlerin yaratılış anlatılarını ya da bütün bilme ve bilgi çeşitliliğini bir anda anlağımızda yan yana getirirsek, insanın ortaya çıkışının acunun en azından birkaç benzer koşulları olan yerinde küçük bir eşzamanlılıkta ya da değişik zamanlarda ve bunun yanında ayrı ayrı zamanlarda, ayrı ayrı yerlerde bu oluşların süreceği kestirilebilir. Ama bu kestirimin de açıklayamadığı, sonlandıramadığı körnoktaları bulunuyor. Belki de bir kökenin kavranamazlığı denli, bir köken aramanın boşunalığını da insan usu içine sindiremiyor. “Bir çözümü olmalı” çığlığı. Geriye köken ilgişimizi doyurmak, en azından önüne oyalanacağı yağlı bir kemik atabilemek için oluş koşullarını, olasılık koşullarını, bir sürecin nasıl yürüyebileceğinin koşullarını kurgucu bir betimlemeyle koymak usu durağanlaştırıp rahatlatacaktır.   Usun, kavrayış gücünün çırpınışları kökenci düşüncelerde hemen varsayılan kökü izleyen bitişik sonun sonucun da, onları izleyen oluş dizilişlerinin de durağanlaştırılmadıkça, bitmişlik ipine dizilmedikçe anlak tarafından imgelenememesi, kavranamaması, anlaşılıp anlatılaması sorunuyla karşı karşıyayız bu türlü çeşitli kökenciliklerde.  

Ancak insan anlağı, kavrayış gücü, usu bu karmaşıklığın girişinde bile hemen kavrayışın, anlamanın, anlatmanın kolayına kaçıyor sanki. Neyi mi söylemeye çalışıyorum? Bir nesneyi, bir şeyi kısaca bir oluşu bir kökene bağlamak kolaydır. Bu Foucaultcu bir sözceleme ya da söylemdir yalnızca. Usun eğilimi yönelimi içindedir. Yani bilimin soybilimi/ Geneolojisi, ya da köken söylenlerinin bir hayvandan, bir bitkiden türeyiş anlatıları. Dinlerin Adem ile Havva’nın yaratılışından sonra insanların onlardan türeme savları ya da örgütlü dinlerin içinde kaldırılan bazı dinlerin kandildeki ışıktan (nurdan) oluş, ışıktan türeyiş söylemleri… Böylece usun, usa yatkınlığın, anlağın nedenciliğinin yanında sonuççuluğu sorunu da bir kıpırdanışla, bir yekinmeyle bir anda çözümlenmiş olur. “Dişi kurt yağıyla (Danişmentli toplulukların Yağıbasan Bey’ine bin selam!) yapılan o kanlı savaşta bataklığa sığınmış ağır yaralı sağ kalan tek güçlü savaşçıyı kurtarır. Onu bir mağaraya dişlerini takıp çeke çeke sürükler… Sonra o kurtla savaşçının birleşmesinden demir dağları dev gibi körükler kurup eriterek “çıkış (exodus)” yapabilen bir halk doğar…”

 Oysa oluşların, akışların, değişmelerin, dönüşmelerin ayrı zamanlarda, ayrı yerlerde gerçekleşmeleri, kısaca çoklu bir Oluş. Karmaşıklık, kargaşa: zaman ile yerde bir kaynaşmanın çokluğu (kaos)… Belki de anlağın bu uğultunun karşısında duyduğu kaygıyla, korkuyla irkilip düzene, tekliğe, Bir Oluşa sığınması. Bir başlangıca, bir sıraya sokmaya, bir düzenlemeye koyuşu bütün olanları. Nesneleri, düşünceleri, duyguları, duyumları ve bunların ilişkilerini düzenleme. Oysa ancak içselliğin sezme gücüyle karmaşa, kargaşa, düzensizlik, ilişki, ilişkisizlik kısacası çokluk bir sürecikte kavranabilir, duyumsanır; bir balkımada, bir şimşek çakmasında… Yalnızca ayrıntıların, ayrımların durmadan devindiği, dönendiği bir akış. Bütünlüğün yalnızca kurgusal, soyutlamalı, varsayımsal bir genelleme oluşunun kavranması…

Bu konuda Nietzsche’nin uyarılarının bir kesimi de benim yukarıdaki düşünme yordamına ya da bakış açısına çarpmaz mı? Hem de nasıl!

Oysa, sonunda, biz bilenler, tinin, nicedir zararlı ve boş yere kendine duyduğu hiddetle ortaya çıkan, böylesi bakış açılarının ve değerlendirmelerin kararlı tersine çevrilmesine karşı teşekkürü eksik etmeyelim: bunu, bir kez olsun farklı görmek, farklı görmeyi istemek, zihnin, gelecekteki kendi “nesnelliği” için hiç de küçümsenecek bir disiplini ve hazırlığı değildir, -nesnellik, “yan tutmaz bakış” olarak değil de (bu, kavranamaz ve saçma birşeydir), sorunun olumsuz ya da olumlu yanlarını denetleyebilme ve bunları ortaya koyabilme yetisi olarak anlaşıldığında: İnsan, değişik bakış açılarını ve duygusal yorumları bilginin hizmetinde kullanmasını bilecektir. Bundan böyle, sevgili filozoflarım, “saf, istemesiz, zaman akışı içinde olmayan bilgi öznesi” ileri süren tehlikeli eski kavramsal uydurmacalara karşı koruyalım kemdimizi; “saf akıl”, “mutlak tinsellik”, “kendi başına bilgi” gibi çelişkili kavramların tuzağına karşı koruyalım—onlar hep, tümüyle düşünülemez bir göz düşünmemizi beklerler bizden, belli bir yöne yönelmemiş, etkin ve yorumlayıcı kuvvetlere engel olan bir göz, görmenin bir şeyi görmek olduğunu fark etmemiş, saçma ve kavranamaz bir göz beklerler. Oysa, yalnızca belli bir açıdan görme vardır, yalnızca belli bir açıdan “bilme”; bir şeyin üzerinde ne denli etkili konuşmamıza izin verilirse, o denli çok gözlere, farklı gözlere gerek vardır, o denli araştırdığımız nesnenin içine girip, “kavramamızı” “nesnel” kılarız. Oysa istemeyi tümüyle ortadan kaldırmakla tek tek, her duygulanımı askıya almakla, eğer bunu yapabilirsek: Ne yapmış oluruz ki? zihni, iğdiş etmiş olmaz mıyız?…. ([Ustadan özür dilerim! Çün çok kısa oldu bu alıntı!] F. Nitzsche, Ahlakın Soykütüğü Üstüne, ç. A. İnam 1990, s. 113, 114)

Muzaffer Bey’in anlatılması, betimlenmesi

İşte bütün bu felsefece zorluklardan yakayı kurtarıp Yazıcıoğlu’nun anlatısındaki Gazan Han’ın yaşadığı döneme dönüyorum. Dönem ya da İlhanlı biçimlenmesi (formasyonu). Belki bu kaçışa tarihe doğru bir kaçış, güçoluşsallığa doğru bir yönelme diyebilirim. Niyet bu! Kurulu bir devlet ve düzeni var ortada. Başlangıcını, ondan önceki oluşumunu düşünmeden İlhanlıların ya da İran, Anadolu Moğollarının 1295 ve sonrasındayız. Bu zamanda Şiraz ve Kirman (Güney İran yaylası, yükseklik yer yer 800-1500m.) tarafında yaşayan bir boy var; Karluk boyu. Karluklar kırlarda yaşayan göçebe topluluklar. Boyun beyi Muzaffer. İlhanlı yargıyetkilliği (hükümranlığı) ve yönetimi, bir açıdan Foucaultcu yönetimsellik de işliyor bu devlette. Yargıyetkillik önünde ve temelinde hukuka, yasalara dayanıyor. Bildiğimiz Yasa kavramı “kendiliğinde” moğolcadan ödünçleme; yasak da öyle. Büyük tarihçi (bana göre düşünen, arayan, inceleyen, ilgişlilikle bilgi derleyen bütün insanlar büsbüyük!) R. Grosset’ye göre bu ilişki şöyle:

Yasak (yassaq), kelimesi kelimesine nizamname demek olan bu Cengiz Han Mecellesi yahut örfi hukuku da, ilk şeklini 1206 Kurultayında almış (yahut imparator tarafından tasdik edilmiş) olmalıdır. Yasak ile “göğün kuvveti” Ulu Han, orduya olduğu gibi sivil cemiyete de (esasen bunlar birbiriyle karışmaktadır), Göğün istediği şekilde sıkı disiplin koymaktadır.Yasak son derece şiddetli hükümleri havi idi: Katl, ağır hırsızlık, bir maksatla söylenmiş yalan, zina, lutilik, büyücülük, hırsızları gizlemek ve saire ölümle cezalandırılırdı. Zira yasak aynı zamanda hem bir sivil kanun hem bir idari kanun velhasıl dünyanın idaresi için muteber bir disiplin mahiyetinde idi. Kanunun tatbikatına gelince, bu esasen yasak gibi bugün kaybolmuş bulunan Cengiz Han’ın “karar”ları (bilik) ile ikmal edilmiştir. (Grosset, Stepler İmparatorluğu, ç. H. İnalcık, s. 230.)   

Yargıyetkilli devlet düzeni yasacı, tüzeci bir devlet. Onun tepesinde Gazan Han bulunuyor.  İlhanlı yargıyetkillliği ve yönetimi altında Moğolistan, Orta Asya’dan, Doğu İran’dan Ege denizine dek değişik bölgelerde pek çok boy, boybirlikleri, boy yapılanmasında olmayan kent toplulukları bulunuyor. Şiraz ve Kirman bu kentlerden ikisi. İlhanlılar bu bölgelere kendi kurulu düzenlerini zorla dayatmıyor. Oralarda kendi gelişlerinden önce var olan yargıyetkillik oluşturmuş erkleri, yasaları ve tüzelliği yer yer güncelliyorlar yalnızca. Başka bir deyişle “kurum/kurulmuş/kurulu yargıyetkillik” ile savaşa savaşa içine girdikleri, yayıldıkları ve açtıkları, yengi ya da utku kazandıktan sonra karşılaştıkları düzenleri kendi düzenlerinin var olan kurumlarıyla bağdaştırıyorlar. Bu da Foucault’ya göre Hobbesçu “edinilmiş bir yargıyetkillik” anlamına geliyor. Bir anlamda kendilerinden önceki düzenin içine yerleşiyorlar. Fındıkkurtluğu, cevizkurtluğu…

Bu anlattıklarım bütün soyutluğu içinde ve yargıyetkilinin (hükümdar), hanın, sultanın bulunduğu yerden bir bakışla –dönemin bütün olayyazıcılığının bakışı (vakanüvisliği) gibi- 1243 Kösedağ (bugünkü Erzincan yakınlarında bir ova) yenilgisi sonrasında Rum Selçuklu devletinde görülüyor. O yenilgiden sonra İlhanlı yargıyetkilliği (hükümranlığı) altında bir Selçuklu düzeni işliyor Rum’da (bugün Anadolu. İkide bir Rum diyorsam, içimdeki bir çığlık zamanı ve yeri karıştır barıştır yapma sakın! Aslolan “hep ve her” savaştır bağırıyor. Anakronizm diyeyim de ilkokula gidecek yaşta olmayan bebeler de anlasın. Çün Anadolu başka, Rum başka bir koşullar ağı). İran topraklarında da bütün ayrımlarına karşın düzen böyle denilebilir. Hem de İlhanlı hanlığı yöneticileri ve ordusunun önemli parçası çoğu yıllarda Azerbaycan’da Mugan, Erdeşir, Erdebil ile Sultaniye’de kalıyor ki bu durum büyükçe bir ayrım oluyor.  Bu yüzden Selçuklu sultanlığı, taht kavgaları 1300’lerin ilk çeyreğinin sonuna dek sürüyor. Bu Moğol yargıyetkilliği altında, zaman zaman ilhanlıların doğrudan karışmasıyla, hatta Rum’daki düzene sultan atamalarına karşın süren bir savaşımdır. İçinde yönetilenlerin de taraf olduğu, İlhanlıların atadığı sultana karşı bir güçbirliğidir. Düzenin uyruklaştırmaya çalıştığı İ. Keykavus 2 gibi sultanlığı yargıyetkilice onaylanmamışların, Karaman gibi beyliklerin, Ali Bahadır gibi Keykavus 2 tarafından çok sevilen göçebe bey/komutanların ve başta Karaman Avşarlarının geldiği göçebe toplulukların da içinde yer aldığı bir direniş güçbirliğidir. Ogödey’in ölümü (11 Aralık 1241) sonrası toplanan kurultayda (1246) Rum’un başına Keykavus 2’nin varlığına ve Rum’da yaşayanların çoğunluğunun onayına karşın Rükneddin Kılıçarslan 4 atanmıştır. Yine Grosset’nin durumla ilişkili betimlesini alıntılıyalım:

Kurultay 1246 ilkbaharı ve yazında, Orhon kaynaklarında [iç Moğolistan], Karakurum’dan uzak olmayan küçük Köku-nor gölü yakınında toplandı. Burada çadırlardan “sira-ordo” yani “sarı yani altın merkez” denilen vasi bir şehir vücuda getirildi. Buraya Batu [Kıpçak ya da Rusya Hanı, çekişmelerden dolayı kendini güvende sayamıyor] müstena, Cengiz Han sülalesine mensup bütün prensler, birçok eyalet valileri ve tabi krallar koşup geldiler. […] İran valisi Argun Aga’yı, iki rakip Gürcü prens[…], Rus grandükü […], Ermeni Kralı (Klikya’daki) Hetum I’in kardeşi […]Selçuklulardan o tarihten itibaren (1249) Anadolu sultanı olan Kılıçarslan IV, Kirman, Pars ve Musul atabeglerinin murahhasları ve hatta Bağdat halifesinin gönderdiği elçi heyetini sayabiliriz. Kurultay, Naibe Töregene’nin arzusu mucibince kendisinin Ogödey’den olan oğlu prens Güyük’ü kağan seçti ve Güyük, 24 Ağustos 1246’da tahta çıkarıldı. (Grosset, agy. s. 278)   

Girişte sözünü ettiğimiz Rum beyliklerinin dağıtılıp yeniden kuruluşu, devletin varlığıyla yokluğunun birbirine karıştığı aralar, kesintiler, kopuşlar/fetretler 1300’lerde çoktan neredeyse süreğenleşmiş durumdaydı o demlerde.

Aynı etkisizleşme çekişme içinde Cengiz Han sonrası (öl. 1227) Moğol tahtı için girişilen savaşımlar, Moğol büyükdevletini (imparatorluğunu) çoktan parçalamış durumdaydı. Çinden Rusya’ya, Polonya’ya dek doğu Avrupa’ya, Moğolistan’dan Ege’ye, Bağdad’a uzanan özerk devletler gibi –Çin Hanlığı, Kıpçak Hanlığı, İlhanlı, Moğolistan merkezindeki küçük oğulun (geleneğe göre evin örnekçesi olan Toluy Han’ın) başında bulunduğu hanlık-, bunların yanında Rum toprakları da çoktan güçlü  ortalıklı/merkezli bir yargıyetkillik olmadan üstündeki baskın göçebe topluluklara, yüzce kentte yaşayan öbeklere yaşam vermektedir. Yaygın olarak bilindiği gibi Moğalların devlet içi çekişmeleri yüzünden İlhanlı hanı ( İran-Anadolu hanı olarak okuyun) ve devlet yöneticileri Rum ülkesi “insanlarını” Ertena/Eretna (ortalığı Sebestiya/Sivas) beyliğine ısmarlayarak ortada görünmez olur. Bu beyliğin yargıyetkilliği ise kestirilebileceği gibi ta baştan işlemezdir. Hatta zaman zaman bu örnekçeci beylik, Rum beyliklerine en başta da Karamanlılara Moğol ordularıyla toplaşıp çeki düzen vermeye yeltense de. Bu girişimlerinden birini Avcı Ahmet Beg (Şikari/ Ahmed Şikari) yazdığı Karamanoğulları Tarihi’nde [1023 h., 1614 m.? Eline geçen eski yazılı bir anlatıyı kaynak alır…)  bugün bile özenilecek bir arı duru dille bu büyük direnişlerden birini ve beyliklerin boysal, topluluksal yapısını şöyle anlatır:

[Karaman Beyi] Alaeddin Larende’ye [bugün Karaman] döndü. Gelüb yirmi gün Ayıntab’da oturdu. Andan menzil bemenzil gelmekde…

Ezincanib [bu yanda, bir yandan da gibi bir vurgulama]; Ertena bin Mehmed, Veledi [oğlu, çocuğu] Esen, Bahşeyiş ve Bahtiyar; Babuk Han Oğluna adem gönderip didiler ki “Bize yardım idesin; Alaeddin Haleb’de iken [o demlerde Anteb de içinde kentler Halep ya da Dımışk –Damascus- adlandırılıyor] oğullarından Larende’yi alalım” Moğol bu sözü işidüb, yirmi bin er ile Tarsus’a geldi. Andan sonra Şeyh Yunus ve Bozdoğan Oğlu ve Hoca Yunus Tarsus’a geldiler. Cümle otuz bin adem olub, Larende’ye azim kıldılar.

Ravi eyder: Mirza Bahadır’ın bir oğlu dahi var idi, Ali Paşa dirlerdi, Ereğli’de [Konya yöresi] otururdu, Ertana otuz bin er ile Ereğli’ye gelüb, Ali Paşayı zincire çekdi. Ertena ve Esen ve Bahtiyar ve Bahşayiş Ereğlide oturup, yirmi bin er ile Moğol’un ardınca dört bin er ile Hoca Yunus ve Bozdoğan Oğlun gönderdiler. Hasılı kelam Moğol askeri Larende önine irişdi. Ezincanib; şehzade Mehmed Bey, on sekiz bin Karaman erleri ile Moğol beyleri Galenca ve Kutluya karşu çıkub, muhkem cenk eylediler. Moğol sındı [kesildi, kırıldı]. Hemen dört bin er ile Bozdoğan oğlu irişüb, iki gün cenk kıldılar. Üçüncü gün Ertena beyleri ile Ereğli’den göçüb, bir sehar Larende önüne irişüb Moğol askerin zebun [güçsüz, elinden bir şey gelmez] görüp, kılınç üryan [çıplak kılıç] idüp  yürüdüler. Karaman beyleri muhkem zebun oldu.

… Hoca Yunus, Bozdoğan Oğlu, Mehmed’e eyder [ayıtır, söyler, der]: “Niçün biz haine yardım ideriz? Bizim Şahımız Alaeddindin’dir. Sonra yüzüne nice bakaruz, nice ihsanın gördük, insaf mıdır, Şahımız oğlu düşman elinde zebun, biz düşmana yardım iderüz…,  Heman bu iki [Hoca Yunus, Bozdoğan Oğlu] cümle kabilesi ile [bütün boyları ile] Karaman oğlu tarafına geçdiler. Gelüb şehzadenin dizini öpüp, cenge gitdiler. Mehmed Bey, Kökez’e eyder: “Bunlar kimdir, düşman iken dost oldular”. Kökez eyder: “Bunlar boy beyleridir. Asilzadelerdir, üçer bin obadır”.  … Mehmed Bey gördi ki, yirmi sekiz bin düşman askeri bu iki bey’i ortaya aldılar, helak eylemek kasd eylediler, on sekiz bin er ile ikdam [kademler, adımlar, adımlayıp] idüb ellerinden alub, üzerlerinden düşmanı savdı. Ol mahalle Pir Ahmed Bey (Karaman Beylerinden) sekiz bin er ile gelüb, düşmanı iki bölük idüb, karındaşına [Mehmed Beg’e] irişdi. Muhkem cenk kıldılar. […] ( Şikari’nin Karaman Oğulları Tarihi, yazı aktarımı M. Mesud Koman 1946, s. 153, 154) 

Direniş de gerek İlhanlılara gerekse Ertenalılara karşı çoktan süreğenleşmiştir. Daha doğrusu yargıyetkillik ve egemenliğin olduğu her yerde direniş hep vardır. Çün onu tanıyan, ona uyan topluluk insanları dek ona karşı direnecek, ona baş kaldıracak topluluklar da olacaktır gücün yasalı da olsa buyrulmasına karşı.  Aslında bazı topluluklarda bu dayatmadan önce bir isteme, bir iççekmesi söz konusudur. Toplulukların üstünde yaptırıcı bir erk olması bazı toplulukların çıkarına gelmektedir. Özelinde  yakın topraklarda yerleşik ya da göçebe olarak bulunan topluluklar arasında zamanla eşitlikten çok ayrımlı güçlülüğe doğru bir değişim yaşanır. Başlangıçta, ortada, sonda da her topluğun gücü hep ayrımlı olacaktır. Bunlar arasındaki çekişmeler, savaşımlar, baskınlar, yağmalar yargıyetkili bir erkin kuruluşunu, varlığını ve işleyişini istenilir kılar. O günlerin acun düzeni böyledir. Anlayışları, anlatmaları, sözceleri, söylemleri, bakışı ve beğeni burgacı alttan üste böyledir.  “Yargıyetkillik yukarıdan oluşmaz,” der M. Foucault:

… Hala ve her zaman hükümranlık ilişkisi içinde kalınır. Neden? Çünkü yenilenler yaşamayı ve boyun eğmeyi tercih ettikleri andan itibaren, bu yolla bir hükümranlığı yeniden kurarlar, kendilerini yenenleri temsilcileri kılmışlardır, savaşın alaşağı ettiği hükümdarın yerine yeni bir hükümdar koymuşlardır. Demek ki, sert ve hukuk dışı bir biçimde egemen bir toplumu, köleci bir toplumu kuran şey yenilgi değil, bu yenilgi içerisinde, çarpışmadan hemen sonra, yenilgiden hemen sonra ve bir biçimde ondan bağımsız olarak, olup bitenlerdir. Bu adı korku olan, korkudan vazgeçmek, yaşamın riske sokulmasından vazgeçmek olan bir şeydir. (Foucault, Top. Sav. Gerekir, ç. Ş. Aktaş, 104, 105) 

Rum’da yukarda alıntıladığımız gibi başta Karamanlılar, İsfendiyaroğulları, Çobanoğulları, Osmanoğulları, daha sonraları Kadı Burhaneddin beyliği, Akkoyunlular, Batı İran’dan Doğu Anadolu’ya dek uzanan Karakoyunlular ve daha nicesi içinde Ertana beyliğinin, sonra da İran  İlhanlıların adı bile okunmaz.       

Bütün bu bilgileri Yazıcıoğlu bize veriyor. Anlatının zamanı Gazan Han’ın yaşadığı yıllar. Yazıcıoğlu’nun anlatma zamanı ise anlatıdaki kişilerin artık ölüp gittiği zamanlar. Çünkü anlatının girişinde belirtilen Muzaffer Bey çoktan “merhum” olmuş. Ayrıca anlatı parçasının başlığından anladığımız bir zaman daha var. Bu da soykurucu (hanedanlık oluşturucu) Muzaffer Bey’in ölümünden sonra onun kurduğu devletin tepesinde bulunan oğulları Mansur ile Şüca Şah da ölmüş bulunuyor. Kaba bir çizelgesellikte basitleştirerek yazıp söylersek, Gazan Han zamanında yaşayan Karluk’tan Muzaffer–> onun ele geçirdiği ya da “edindiği” yargıyetkilliğinde ölümünden sonra devletin başına geçen Mansur–> sonra da Şüca Şah–>>  ve bütün bu olanları çok sonra (yaklaşık 130 yıl) anlatan <— Yazıcıoğlu Ali Bey.

Ali Bey’in bildirdiğine göre Muzaffer Bey “Gazan Han kapusında bir bölük sipahilerün [elbette atlı savaşçı] başıydı”. Burada söylemin görünmeyeni (aslında çok açık olan) ise (ancak verili bir gerçeklik olmayan) “kapu”. Ali Bey de içinde dönemin insanlarının anlayışına, imgesine göre devlet bir ev. Evin ıssı ise yargıyetkili. Devlet evi yalnızca o ocağın kişilerini kapsamıyor. O eve hizmet eden bir “yaşayanlar” kalabalığı var: ev yöneticileri, çalışanlar, hizmetçiler, koruyucular. Ayrıca bu yargıyetkili ev ıssının ev düzeninin dışında bir de yönetilenler, o evin uyrukları sayılanlar da var. Yargıyetkili eşzamanlı belirli bir toprakta tüm yaşayanların, malların, toprakların da ıssı. Bu ıssılık aynı zamanda yargıyetkilinin bir tüze içinde ya da bir tüzeye dayanan buyurma yetkisinin de kaynağı. Yargıyetkilinin tüzel gücünün, eyleme gücünün kaynağı ise “tanrı/tanrılar ya da gök”tür. Tanrının yeryüzünde çevrili ya da belli belirsiz çevrili sayılan topraklar üzerinde yaşayanlarıyla birlikte örnekçecisi (temsilcisi) olan yargıyetkili uyrukları tarafından da böyle algılanıyor, kavranıyor ve benimseniyor. Bu yüzden gerek yargıyetkili sultan, han gerekse uyruklar sultanın öldürme ya da yaşamda bırakma gücünü (osm. tasarruf hakkı) onaylıyor. Basitçe söylersem, öldürme, işkenceden geçirme, yaşamda bırakma gücü ıssı olan han o yıllarda da yadsınmıyor. İşte bundan dolayı Yazıcıoğlu, “Gazan Han kapusında…” diyor: Kapı –> Ev—> Mallık (mülk)–> Gök adına iye <– Anlatıcının Söylemi. 

     Muzaffer Bey o devlet kapısında, devletin ıssı Gazan Han’ın kapısında savaşçı, atlı savaşçı bir komutan ya da subaydır. Yine bu kısa bildirimden anladığımız, Muzaffer Bey’in Karluk Beyi’nin oğlu olduğu. Karluklar Moğol yargıyetkilliği altındadırlar ama devletleri dağıtılmış boy beyinin oğlu, eski soyluluğuna yaraşır bir görev ıssı, yüksek bir konum ıssı kılınmıştır. Değindiğimiz gibi, bir açıdan edinilmiş bir düzendeki Muzaffer’in soylu sayılışı, buna yakışır bir biçimde ödevlendirilişi, Karluk devlet düzeni yeni bir düzen içinde ve altında bir şekilde sürdüğü için de gerçekleşmiş diyebiliriz. Elbet Yazıcıoğlu Ali Muzaffer Bey’in özelliklerini, yeteneklerini sıralarken onu abartmıyor: “danişmend ve gayet bahadur yigid” olmak birçok kurulu düzende bey oğlu beylikten uzak nitelikler, edinilmiş yetenekler değildir. Bilgili ve savaşkan. Her topluluğun beyleri doğuştan yetenekleri olabileceği gibi bilgi ile savaşkanlığın eğitimine, öğrenimine ulaşacak olanakların içinde olduğundan kurulu ya edinilmiş düzenlerde bu iki becerinin gerekliliği sürekli soylularda toplaşmış olduğundan kolayca “ödevlendirilecektir.” (Liyakat, bir görevin gerektirdiği yetenekler ıssı olmak bir soyluluk uydurmasıdır. Soylular bu yeteneklere doğuştan iye/malik sayıldıkları için soyludur. Bu önermenin  tersi de uygundur. Elbet yetenekler ayrımlıdır. Güçler, anlayışlar, kavrayışlar, etmeler, kılabilmeler… ancak insanyavruları hepten ayrımlı konumlarda bile hepsi çıplak doğar.)     

Buna geçmişten bir örnek vereceksek, bütün ilkçağ ve ortaçağ boyunca yaygın geçerli inanış, düşünce, düzgü/ölçü/kural (norm) olan Tanrı ile yeryüzü örnekçecileri için, önceden sözünü ettiğimiz alanda –İlhanlı/Moğollarda- kalarak şunu söyleyelim: Cengiz Han’ın “yargıyürütme” gücü, öldürme ve yaşama izin verme gücü Grousset’nin de bildirdiğine göre Tanrısaldır.

Kaan’ın bir tecellisi [ortaya çıkması, belirmesi] olduğu uluhiyet, yine Tengri, yani İran Hürmüz’ü ile ilişkilerini bir tarafa bırakırsak bazı bakımlardan Çinlilerin T’ien’ine mümasil ilahlaştırılmış gök yahut gök ilahı olarak kalmaktadır. Cengiz Han’ın bütün halefleri, Uzak Doğu’da tamamıyla Çinlileşmiş, Türkistan, İran ve Rusya’da tamamıyla İslamlaşmış olmadıkça, kendilerini hep Tengri’nin yer yüzündeki mümessilleri olarak gösterecekler, emirleri onun emri olacak ve kendilerine karşı isyan, ona karşı isyan sayılacaktır. (Grousset, agy. s. 228.)

İşte bu duruma dayalı olarak Cengiz Han’ın ölümünden sonra, onun devleti ya da evi dört oğlu arasında pay edilmiştir. Cengiz’in iki kardeşine de töre gereği Küçük Paylar verilmiştir bu kalıttan. Öyle ki Han’ın sağlığında toplamış olduğu yüz binden artık kalabalık ordudan Cengizin kardeşlerine de yaklaşık 4 bin erlik ordular düşmüştür.

Views: 54

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz