Devletleşme, Yöneticilerin Ortaya Çıkışı ve Deve Cemal Çetesi (Bölüm 3) – 14 – Bayram Bey

0
853

alttaki görevliler ya da yönetimin yumuşçuları

[dropcap style=”dropcap_style1″ textcolor=”#ffffff” background=”#EA2323″ fontweight=”500″]Y[/dropcap]azıcıoğlu’nun anlatısından devinerek dönemin buyrulan ayaktakımından “aparatçik”lere bakalım. Elbette bugünle bir orantı kurmak, karşılaştırmak, oradan örnekler derlemek için değil. Yine de biz yalnızca o dönemi anlamaya çalışmıyoruz. Bu büyük bir ilgişin doyurulması olurdu bu. Az şey değil ilgişlenme. İlgilerin, bilme iççekmelerinin, bilerek ortamımızı, kendimizi değiştirmenin yolağzı bu çabalar. Buradan doğmadı mı adını uygarlık çağırdığımız bizi tutsaklaştıran, tutsaklaşırken tutsaklaştırdığımız binlerce oluş, süreç, kesilip yeniden yeniden kıpırdayan etmeler, eylemeler? James. C. Scott’un Tahıla Karşı’sındaki bir gönderme ortam dediğim tutsaklıklar, bağlanmalar ağınının insan topluluklarına, insanların yüz yüzeliğine neye mal olduğunu düşündürtecek özellikte:

Norbert Elias ikna edici bir şekilde, “uygarlaştırıcı süreç” diye adlandırdığı karşılıklı uzlaşı ve kısıtlama halinin, ortaçağ Avrupası’nda nüfusun giderek yoğunlaşmasıyla güçlenen bağımlılık zincirlerinin etkisiyle ilerlediğini söylemiştir. [The Civilizing Process] (Scott, agy. s. 89)

Bunun yanında onca ayrımlarına, kopuşlarına, yeniden ortaya çıkışlara karşın, bugünün ve dünün düzen görevlilerinin egemen bir aygıta bağlanışını da anlamak istiyoruz. Yaşam boyu karnımızı doyurmak, bedenimizi akşamları bir barınağa sokmak, orada uyuyup bir sonraki gündeki bir düğmeye basarak yaptığımız yaşam sürdürücü işimizi anlamak istiyoruz. Bir yönlendirme,  bir  uygulama aygıtını, herkesi bir topluma bağlama aygıtını, bir doyumluk dağıtıcı aygıtı, bir tek tip sağlıklı toplum yaratıcı aygıtı, bir eğiticiyi, bir eğlenceciyi, bir üretim ve tüketim düzenleyiciyi, bir uyum yaratma makinesini, bir güvenli toplum yaratıcıyı, bilgi üreteciyi, iletiştirici ve yönlendirme yayıcıyı, bulaştırıcıyı kavrayabilme iççekmemizi doyurmaya da çalışıyoruz. Düzenin, düzenlemenin, aygıtların işleyişini ve güvenliğini, durmadan işlemesini kesintisizleşmesini sağlayan her kurumdaki bugünün ayaktakımından görevliler, en başta düzenlemeler yapan, sağaltan, yaşatan ancak gerektiğinde öldüren bir zoru uygulayanlardır.

     Yargıyetkili Gazan hanın devlet örgütlenmesine gelince, bu ayaktakımı aracılığıyla çalışıyor görünüyor. Yoksa soyun ileri gelenleri arasındaki küçük çapta ortaya çıkan çatışmalar çekişmeler bile devletlerini parçalar devindiricilikte olurdu.

     Ayrıca erkin gücü bu toplanmış ayaktakımı niceliğine ve dolayısıyla kitlesel orduların gücüne bağlıydı. Bu orduların, bir bölge açma (el-feth), o bölgede yaşayan insanlara boyun eğdirme dönemleri dışında bir bölgede yaylak kışlak düzeninde, ocaklarıyla topluluklar biçiminde yaşadıklarını görüyoruz. Hatta savaşlarda (bölge açma savaşları, açmacı orduya karşı kurulmuş düzenin savunmacı savaşlarında) bile bu ayaktakımından devşirilmiş ordular kendi ocak üyeleriyle birlikteydiler. Tarih denen ölmüş bilgiler belgeliğine bakarsak eğer, insan türünün ilk işleri arasında orospuluk ve paralı askerliği başta sayabiliriz. Onların yani paralı askerlerin atlar dışında geçimlik hayvanları da yanlarındaydı. Koyunlar, kazlar, ördekler, tavuklar… Bu orduların niceliği yanında niteliği de önemliydi ki, bu nitelik o ordunun nasıl örgütlendiği, savaşa nasıl hazır tutulduğu, kullandığı savaş araçları, savaş dışında ordunun savaşçılarının önemli bir kesiminin dağıtılması ya da dağıtılmayanların yaşamının nasıl örgütlendiğiyle ve savaşma erişmelikleriyle, amaçyoluyla ilgili olmalı.

     Anlatımızdan öğrendiğimize göre, devletlerin, hele bozkırların büyük devletlerinin orduları birçok topluluktan devşirilmiş savaşçılardan oluşturuluyordu. Bu bir zorunluluktu. Yoksa kitlesel savaşların taraflarının büyük sayıda (300 bin, 400 bin…) savaşçı bulabilmesi, zorunlu askerliğin olmadığı ve karma devşirilme ilkeleriyle oluşturulduğu koşullarda çok ayrımlı diller, inançlar, gelenekler taşıyan insanlar olmadan ordu oluşturulamazdı. Birçok nedenin dışında bir neden de (eğer neden dediklerimiz bir işlemi önceden kurma ve bunun sağlamasını yaparak yanlışları düzeltme işlemiyse)  yönetici soyun kendi güvenlikleri ve devletlerinin sürdürülmesi açısından kendi soy topluluklarından ya da boylarından çok, başka kökboylardan (etni), dillerden, geleneklerden boylara güvenmesiydi (bkz. yukarıda Sülemiş’in Gazan’a karşı kalkışması). Böylece nerdeyse kimsenin kimseyi tanımadığı bir orduda yargıyetkililer, üst yöneticiler, subaylar kısacası buyuranlar daha rahat edeceklerdi. Ancak bunun engeli, insanların egemenlerin bilincinde olmadıkları bu iççekmesinin karşısındaki dönemin gerçekliği olan topluluklar, boylar gibi bütünleşmelerde yaşamalarıydı. Bu iççekmesi ve canistemesi elbette uygulanamaz bir şeydi. Yargıyetkililer de topraklarının genişliğine ve o topraklara egemen olmanın keyfine sürüp ordaki insanları pek önemsemeden o toprakların gerçeği toplulukları, soyları, boyları ordulaştırdılar. En öndeki cançekmeleri de olduğu denli kendi boylarını savaşçı olarak, koruyucu ve saray koruyucusu olarak  görevlendirmemekti. Bu önlem de bütün önlemler gibi geçiciydi. Samanoğullarını yıkan Gazneliler, Gaznelileri yıkan Selçuklular, Selçukluları yıkan başka kökboylardan oluşturulmuş koruyucu örgütler ve ordular gibi.

     Tek başına bırakılmış kişilerden oluşturulmuş devlet görevlileri için ve akarda dururda yine de bir topluluk kaldıysa en önce bunun dağıtılması gerekiyordu. Yüzyılların geçip çağdaş toplumlara, bu toplumdevletlere gelişle birlikte yargıyetkililerin düş ve düşlemleri gerçekleşti. Guy Debord, o önemli yapıtında, Gösteri Toplumu’nda  “karşılaşma yanılsaması”, “karşılaşmanın yanlış bilinci” gibi kavramlarla anlattığı bu birbirini tanımayan insanlardan kitleler yaratmanın her erkin istemi olduğunu söyler. Bir ayrımla ki  (sözgelimi), o günlerde (kırsalcı yönetimcilik –sürü gütme-, yargıyetkillik, sıkıdenetimcilik ve yönetimselliğin ilk evrelerinde) düş ve düşlem olan yönetme iççekmesi bugün (direnenlere karşın) handiyse oldu olacak:

Bu [yaşamın her anında dayatılan şey], “insanların karşılaşma yeteneğindeki başarısızlığın” sistemli olarak örgütlenmesi ve bu yeteneğin yerini sanrılı bir toplumsal olgunun alması olarak anlaşılmalıdır: karşılaşmanın yanlış bilinci, “karşılaşma yanılsaması.” Hiç kimsenin artık diğerleri tarafından tanınamadığı bir toplumda, her birey kendi gerçekliğini tanıyamaz hale gelir. İdeoloji kendi ortamını bulmuştur, ayrılık kendi dünyasını kurmuştur. (G. Debord, agy. 154)

     Öykümüzde Muzaffer Beg’in kendisi de hanın soy örgütünden, soy boyundan değil (Karluk Türklerindendir). İlhanlılar  ordularında, yönetim aygıtlarında, saraylarında (?) Asya topluluklarından ayrı diller konuşan insanlara bol sayıda iş veriyorlardı. (Anlatıda bunu destekleyen sözceleri aşağıda yazacağım.) Hatta devletin çok yüksek katlarında, yazıcılar, maliyeciler, yönetim toplantılarına katılan “divan ıssı” beyler de bulunuyordu. Anlatının “ol mal-ile dört yüz nefer çeri ve iki baş beg var-ıdı” tümcesinde, begler iki kişiyken, dört yüz “nefer çeri” yani savaşçı sözcesinde çerilerin boyları bildirilmese de onların Moğol olmayan değişik Asya boylarından olduklarını devindirici bir açıklıkla biliriz. Moğol ayaktakımı Moğolistan dışındaki bağımlı devletlerinde bir kervana eşlik etmek gibi aşağı sayılan bir konumda pek buyruklandırılmazdı. “… bunlar nökerlerine işaret itdiler ki suyı geçüp anı dutalar” tümcesi benim falcılığımı bozan bir öğe taşıyor. Nöker, moğolca savaşçı anlamına geliyor. Ancak Yazıcıoğlu üstadı İbni Bibi’ye ya da yapıtını türkçeye çevirdiği kişiye özenerek “nöker” diyor birçok yerde. Öyle yaygın ve geniş kullanıyor ki, Deve Cemal’in çetesindeki savaşçılara da ara sıra nöker diyor. Ve yazıcı döneminden iki bininci yıllarımıza dek sarkan farsça bir sözcükle bu nökeri açıyor: “Yaranlar [yar olanlar, sevgililer] bilür misiniz ki biz kendüzümüze ne iş itdük?

     Yine biliyoruz ki, Rum Selçuklu devleti ve onu sonradan edinen İlhanlıların yönetim dili, yönetsel kavramları, saray yaşamıyla ilgili çoğu şeyi, araç gereçleri bile önce farsçaydı. Sonra Gazan’ın müslümanlığı seçişiyle arapçayla farsça karıştırıldı adlandırmalarda, kavramlarda ve güçoluşsal tanımlıklarda. Burada etkin bir özneyi imliyorum. Hem de dil üzerine bir değinide. Evet, gündelik dil her ne denli topluluklarca ortak bir yaratıysa da yönetim dilleri büyük parçasıyla yönetici eğitimlilerin beğenileriyle seçilir çoğunda. 1243 sonrası bu karışıma moğolca ve Karaman türkmencesi de girdi. Sanki yerin kulağı ve belleği varmış gibi, bir de buna yönetici okumuş yazmışların kalıt olarak aldıkları dil, söyleme ve yazma biçemi karışarak,  bu karışım aynı topraklardaki sonraki devletleşmelerin yönetim dilini –osmanlıca- ortaya fırlattı. Osmanlıcanın tüyler ürpertici sözdizimi –ölü sayılmış latincede olduğu gibi- ve söz dağarcığı bugün olduğu gibi yirminci yüzyıl başında da biraz yiğnileşerek sürüyor görünüyor.

Şu mahallat evasıt-ı devr-i Selçukiye doğru tekrar tebeddülata uğrayub yeni isimler tahaddüs iderek devr-i celil-i Osmanide diğer teşkilat husule gelmiş ve esami-i kadime-i Selçukiye’den ba’zıları hali üzre kalub ba’zıları da tamamıyla unutulmuş ve yerlerine esami-i rical-i Osmaniye ka’im olmuşdur. (H. Hüsameddin, Amasya Tarihi, haz. M. Aydın, G. Aydın, c1, s. 58.)

      Burada osmanlıca oldukça yiğni. Elbet bunda yapıtı yayına hazırlayan Aydın’ların bugünkü noktalama ve yazaçları kullanmalarının da etkisi var. Örneğin Hüsameddin’in yapıtı 1909-1911 arasında “fasiküller/ formalar, kesimler” biçiminde yayınlanmış olmasına karşın, daha yazaç değiştirilmesi sonucu (1928) latin yazaçları yokken, yazaç çevirisi (?) yapan Aydın’lar /ğ/, /’/, /“/, büyük yazaç, üstkesme, tire, ses uydurması (tamamiyle>tamamıyla gibi), “ses” bozması (ugrayub>uğrayıp gibi) yüzlerce ekleme, değiştirme yapmış. İyi de yapmışlar ki 2008’deki yeni baskıyı biraz daha anlaşılır kılmışlar. Yine de yapıtı açıp fal bakar gibi aldığım tek tümcede 38 sözcükten  29 sözcüğün bugün kullanılan sözcük olması nedeniyle ileri sürdüğüm ürperticilik belki pek görünmüyor. Çoğu tümcenin ki –yaklaşık 15 sözcükten oluşuyor sıkça-, yalnızca yüklemi türkçe! O zaman olası yakın anlamı bir yüklemle bile kestirebiliyoruz: … idilmiş idi, -ihtimal-di gibi.

     Hüseyin Hüsameddin’den üzerinde çözümlemeler yaptığımız dönemle ilgili bir parçayı alıntılamadan geçmeyeceğim. (Bu alıntıyı tadımlık, ikinci elden bilgi, gereksiz bir değini, faydasız bir başvuru… sayabilirsiniz. Bu alıntıyı yazmayı içim çekti. Belki iççekmesi bilmeyle iç içe, el ele, gülüş gülüşe bir şey. Belki de sizi bilmeye, bilgiye, bilmeyi içinizi çektirmeye kışkırtmak istiyorum… Şu an Behramkale’deki (Assos’taki) bir uçtan denize bakarak gülümseyen Aristoteles’in bin yıllar ötesinden gelen sesini işitir gibiyim. O benim sözcüklerimle, kavramlarımla, tanımlıklarımla konuşuyor: bilgi iççekmesi doğada var. Bu iççekme duyuma ve bedene bağlı. Bundan dolayı bu iççekmeyle bağlantılı olan bir sevinçlilik durumu ortaya çıkar. Kendisinden başka ereği olmayan ve verdiği hoşnutluğu mutluluk olarak adlandırabileceğimiz bilgi, bilgelik bu iççekmelerinin gücünü, devindiricisini, durumunu, belirler…)

Pervane Beg’in i’damında a’mal-i nüfuz iden İbik Baba avdet ve Muhlis Baba da [1240 ‘uzun yürüyüş’ünün önderi ve amaçyolcusu Baba İlyas’ın oğlu. Ayaklanmanın Amasya ayağında çatışma alanlarından birinde, olasılıkla bugün Tekke Köyü çağrılan tekkede alevlerin arasından kurtarılan ve gizli büyütülen  bebek] tarik-i emarete süluk eylediğinden 676 [İsa’dan sonra 1278/79?] hududunda saniyen hankah [tekke] şeyhi olduğu halde ba’dehu vefat itmekle halifesi Ahmed Baba şeyh olub 701 [İS. 1301/2?] inhizamında [yenilme, bozguna uğrama] Tatar hükümdarı Sultan Mahmud Gazan Han Emir Muhlis Paşa ile bundan şübhe eylediği ma’lum olduğundan Emir Muhlis Paşa Mısır’a firar ve Ahmed Baba dahi ihtifa [saklanma, gizlenme] itmişdir. (H. Hüsameddin: c1, 139)

     Bir tümce de Yazıcıoğlu’ndan 40-50 yıl sonra yazan Tursun Bey’den yazayım ki bu elli yılda ya da Yazıcıoğlu’ndan Tursun Bey’e, Tursun Bey’den İbn-i Kemal’e, ondan da 20. yüzyılın başında yazan H. Hüsameddin’e değişip koyulaşan ürkünç dediğim duygu kavranılsın (ince eleyip sık dokumadan bu tümceyi bugün de kullanılan arapça, farsça sözcüklerin bolluğundan dolayı seçtim):

İmdi, evvela kütüb-i hikemiyye hükmince diyelüm ki mertebe-i padişahi ne ali derecedir ve vücud-ı padişah nice ulu ni’mettür; ve ra’iyetün, bel kaffe-i beriyyetün ana ihtiyacı nedendür, ve ol zati –ki hil’at-i saltanat ile müşerref ü mümtazdur—ne hasayil ile mütehalli olmak layıktur. (haz. M. Tulum, Tarih-i Ebu’l-Feth, s. 10.)

     Noktalama imleri Tulum’un ki ‘ve’ bağlacından önceki ayırıcı virgüller, noktalıvirgüller bana gülünç geldi. İşte bütün bu dil ekeliklerinin –bilmişlik, usu yetmişlik görüntüsü- altında yatan, dönemin nökerini “moğol boyundan” savaşçı diye işkillenmeden, kuşkulanmadan anlayamayız anlamında yazdım. İyi ki dil var! Söylenebiliri söyleyen, görünebiliri gösteren, iletilebiliri hep ileten.

     Muzaffer Beg’in atlı koruyucu birliğinin üyeleri de değişik boylardan gelmektedir. Bunu da birliğe kılavuzluk eden Taciklerden anlıyoruz. “İki nefer Tacik kulavuzları… Eger var-ise anlar fulan taga fulan yirde ıssuzlık yir ve yol ugragu degüldür; didiler.” 13. ve 14. yüzyılların yazmalarında geçen bu kavram türkçede ayrımlı anlamlar taşıyor. Ara sıra İranlı farsça konuşan toplulukları, ara sıra Türk, Türkmen ve Moğol olmayan insanları imliyor. Bu Taciklerin kılavuzluğundan dolayı o bölgeden (İranlı) olduklarını ileri sürebiliriz. Dağların, ortaçağ izyollarının bilinmesi, dağların ayak basılmayan kuytuluklarını bilmek elbette az olasılıkla sonradan da öğrenilebilir. Ancak kılavuzluk bugünkü dille söyleyebilirsek uzmanlık gerektiren bir iştir. Bu uzmanlık da öncelikle yörede uzun yıllar yaşamayı gerektirir. Bugün Kürdistandaki korucular, ordu birlikleri kılavuzları gibi.

     Böylece sonuçta kapıya kulluğa alınan bu farklı dilli insanlar daha buyrulur olacaktır. Buyuran beylerinin Karluk, korucularının çoğunun Karluk ya da türkçe konuşan diğer boylardan oluşu, birlikteki savaşçılara gelecekleri için inandırıcı, görünür kılınan bir yükselebilme örneğidir.  Bu yalnızca “ekmek parası için çalışanlar”ın Buyruklara uyup kendilerinden istenilenlerin ötesinde çaba gösterebimeleri içindir de. Kılavuzların (iki kişi) Tacik oluşu da birliğin başka dilleri konuşan başka boylardan derlenmiş olmasını göstermesi yanında, tek dilden olmayışlarıyla beye karşı, dolayısıyla devlete karşı, yargıyetkiliye karşı gelmelerini daha zorlaştıracaktır. Bu ayrımlı dillilik her birimdeki başkaldırı olasılığına karşı alınmış bir önleme tekniğidir. O çağda, her devlette devletin ortalığını ve düzenin diğer aygıtlarını koruyan koruyucuların başka dilli insanlardan, birkaç ayrı dili konuşan insanlardan derlendiğini görmekteyiz. Arap Samanilerin saray ve divan koruyucuları değişik boylardan Türkler; İran Selçuklularının Tacikler, Karluklar, Araplar; Moğolların Uygurlar, Kırgızlar,  Tunguzlar, Karahıtaylar ve Çinli topluluklardan savaşçılar; Osmanlıların başta seçkin ve güvenilir kulları Boşnaklar, Rumlar, Ermeniler ve diğer Balkanlılardan oluşturulurdu.

     Elbet gerçekliğin akışı tasarıya, kurgulardan sonra gelen uygulamaya göre oldukça karmaşıktır. Usun, anlama yetisinin bulduğu bütün bu önlemler ya da karma dilli birliklerin olumlulukları masalların söz büyüsüyle yapılmış çöpten binitleri olan eşekler gibi bir çüşle dağılmaları da onların, oluşa getirilenlerin özelliklerindedir. Yumuşçu topluluğu buyuranlarının görünmediği ya da ortadan kalktığı yer ve zamanda sayılarının çokluğuna bakmadan kolayca dağılabilir. Çün Buyruk yoktur artık. Buyuran varsa, efendinin çevresini efendimciler sarar. (E. Canetti’nin Kitle ve İktidar’ının ya da W. Reich’ın Faşizmin Kitle Ruhu’nun geçerliliği bugün de süren sayfaları efendilerle efendimcilerin anlatıldığı kesimlerdir.) Yazıcıoğlu çok güzel bir benzetişle kurduğu tümcelerden birinde, öykünün iki kervan eşlikçisi beyinin Deve Cemal tarafından “etkisiz kılınması”ndan hemen sonra görünüşleriyle ve çokluklarıyla daha biraz önce Cemal’in çetesini oldukları yerde kayaya dönüştürenlerin az sonra can derdine düşerek kaçışlarını anlatır: “ve ol dört yüz atlunun kalanı atlu atına binüp binen bindi, bine bilmeyen çil yavrusu gibi tagıldılar” der Yazıcı.

     Yumuşçuların ya da buyrulanların payına düşen yalnızca ocaklarının geçimlikleri değildir. Bir çarpışmada ölmeyip de yaralı da olsa sağ kalanların geçimliklerinin dışında payları vardır. Yarendir onlar, kardeştir, pehlivandır. Bazen de yağmalanan, ele geçirilen mallardan devede kulak pirede bacak örneği nesnelerdir. Öykümüzde Muzaffer Beg ayaktakımına sözle ve verdiği nesnelerle oldukça eliaçıklık gösterir. Anımsayabileceğimiz gibi, Muzaffer Beg Deve Cemal’i tuzağa düşürdükten sonra Yazıcıoğlu’nun bildirdiğine göre “kumaş ve rahtı [döşemelik, at takımı vd.] nökerlerine kısmet itdi, malı kendü aldı.”  Buyuranlar anlatımızdaki gibi malı (deveyi) hamuduyla götürürken, “pehlevanlar” diye göstermelik yüceltip sözledikleri ayaktakımı üçbeş parça giysiyle paylanır… Anlatımızda Yazıcıoğlu’nun sözceleri, görünür ve iletilebilir kıldıkları okuyanın anlağında çoğalır, imgeleminde boyanır, belleğinde dal budak salar. Güzelliğin her yerde bilgi, beceri, devindirici ve güç yaratması ya da yaşamı üretmesi bundandır. Neşet Ertaş “Güzel ile sohbet etmek güzeldir” der.  

     “Yaranlar bilür misiniz ki biz kendüzümüze ne iş itdük?  …biz bahadurlar ve alp yigitler arasında bednam oluruz” tümcesinde gördüğümüz ise, çok sonraları Hegel’in dediği “efendi ile köle”nin efendi tarafından eşit sayıldığının söylenmesidir de. Burada bahadurluk ve alp yiğitlikte beg ve ayaktakımı aynı konumlanışta, eşittirler. Çünkü onların kötü ün ıssı (bednam) oluşları savaşçı yiğitlerle eşitlendikleri yerden  çıkacaktır… Bu sözde eşit sayılış sözcesi, ayaktakımı için belki yağma payı üçbeş giysiden daha tavlayıcı, daha kıvamlayıcı bir davranıştır. Kıvama getirilenler bir yumuşu yerine getirirken canını coşkuyla verir. Onlara da öldüklerinde alplık gibi paylar düşer. İnsan yalnızca yemekle, örtünmekle, içmekle, barınmakla yaşayamaz. Onun topluluk içrekliği, bir topluluk varlığı oluşu, bunlardan artık eylemler, kılgılar, tutumlar, davranışlar, edilgiler, etkilenmeler, duygulanımlar, düşünümler yüzündendir. Türün varoluşu bunların bütününe bağlıdır. Çünkü Darwin’den bu yana açıkça bilindiği gibi türün sürmesi bu toplulukların karşılıklı, karşılıksız yardımlaşması, dayanışması, elbirliği, işbirliği… ile olanaklı olmuştur. Baruch Spinoza’nın Etica’sından bir önerme ne denli yinelense, yenilense yine de bir eksik kalır: “Doğadaki hiçbir tekil şey, insana, akıl kılavuzluğunda yaşayan başka bir insandan daha yararlı olamaz” (Etica 5, 35. önerme, önerme sonucu 1 –scolia-).

     Anlatımızın bildirdiğine göre Muzaffer, sondan bir önceki bir atakla yargıyetkillik koltuğuna kurulur. Bunun için göğün oluru da gerekmektedir. Çün ülkeler, bölgeler toprağı üzerindeki düzenin düşünsel, düşlemsel, imgesel kökü yukarıdadır. Yukarıdanköklü devlet ağacı betimlemesi dinsel anlatılarda da vardır: tuba ağacı. Devlet ağacının gereksindiği her şey düzenin dinsel kurumları tarafından sağlanır. Burada Muzaffer Beg’e izin Abbasi devletinden artakalan halife tarafından verilir. İran Selçuklularında devlet olma iznini koparmak için Tuğrul Beg’in –sonradan halife’nin kızını eş olarak alacaktır- zamanlaması denli, Muzaffer’in zamanlaması da görkemlidir. Halifeler 1256’dan beri Mısır’da sığınmacıdır. Kimsenin adlarını bile andığı yoktur. Dünyadaki tek geçimlikleri dağılmış büyük devletler artığı edinilmiş küçük devletlere göksel izin belgesi dağıtmaktır. Muzaffer, her yolu ayaklarıyla yürüyen beg, özelinde müslümanlığın erksiz kalmış simgesi halifeye gitmeden önce müslümanlığın benimsediği dört mezhebin bölgesindeki örnekçecilerinden övücü belgeler almıştır. Bu örnekçecilerin geçimlikleri de bu belgeciliklerinin sağladığı kapı işlerinden çıkmaktadır. Yazıcıoğlu durumu şöyle anlatır:

Halife kapusına varup selamladı. Ve hizmet ve mal, ki iletmiş-idi, Halife’ye arz idüp halifenün hazinedarına teslim itsin ve dört kadinun [“dört sünni” mezhebin kadıları] mektublarını, ki anun padişahlıga liyakati ve ilmini ve adlini ve siyasetini, ki Arapça yazıp arz itmişlerdi, virdi.

Dört kadının ayrı ayrı düzenlediği belgeler, bildiğimiz gibi onları bir yargıyetkilisi yumuşçuluğu işine başlatacaktı. Böyle bir iş sunumu, pazarlığı için belge düzenlemeyecek kadı, kapıkulu düşünülebilir mi! Görüldüğü gibi anlatımızdaki göksellik belgesi bile yeryüzündeki kadıların bir güvenilirlik ve övgü belgesine dayanır. Bunun için göksellik belgeleri, günah bağışlanmasını gösteren arılık belgeleri, uçmağa uçuş belgeleri yeryüzü örnekçecileri tarafından verilmektedir. Boşluktan ve canının çektiği yiyecekleri aşırı tüketmekten canı sıkılan, durmadan uykusu gelen sığınmacı halife, kendisine halifeliğini anımsatan ve halifeliğinin işleyen bir gerçeklik olduğunu gösteren istemliye (talibe, talebeye) belgeyi verir.

Sonra Muzaffer olan topraklarında bir kentte cuma namazı zamanında ortaya çıkar. Her şey önceden düzenlenmiştir. Eksik olan cuma hutbesidir. O da danışıklı bir edimle yumuşçular tarafından coşku ve sevinçle yerine getirilir. Bundan öteye yargıyetkili olmanın son törensel edimi kalmıştır geride:             

ve ol dört kadılar, ki halife’ye biti [tutanak, yeterlilik mektubu] yazmışlardı, ittifak-ile anda hazır olmışlardı, halife anları kendü yirine vekil itmişdi. M. Muzaffer’ün elin alup tahta çıkardılar.

     Böylece o topraklar üstünde yaşayanların boyunduruğa koşulma izni yenilenir. Edinilmiş yetkililik bir zaman bu kendi işlerini kendileri kapmış yumuşçular tarafından yürütülür. Sonra zaman başka yönetenler, yönetim anlayışları, başka boyun eğdirmeler, boyunduruğa vurma uygulayımları ve çoklukların çoğunluğunun bunlarsız yaşayamaması yüzünden ortaya fırlatır. Yönetilenler, yargı altına kalanlar, onlardan bir kesiminin bir aygıtta çalışanlarının tinsel kazançları… Derecesi nerde olursa olsun yenenlerin, erklilerin, yetkelilerin tarafında olmak. Yitikler ve yitirenlerden olmamak. Yargıcılar, uygulayıcılar ile asılacak kişinin boynuna ipi geçiren ve üzerine basılan oturağı tekmeyle kaydıran görevli yaratığın ilişkisi. Yetke ıssı buyuranların, erk ıssı başların övgüleri bu “kapı kulları” katında değerlidir. Özelinde bütün ayaktakımı kendisini devletin erkinin, devindiricisinin, gücünün, yargısının, zorunun uğurlu bir denk gelişle gönüllü ortakçısı sayar. Kazananların yanındadır ve Yitirenlerin kitlesinden uğurlu bir denk gelişle kopabilmiştir…                     

     Geriye kalan üç beş karşıtutumcu, karşıdirenişçi  ise yönetimselliğin gittikçe daralan yönlendirici kanallarında akıp gittikçe hızlanan bir akışla durmadan düzenlenen kurulu düzen denizine kavuşur. Bu kanallar bir benzetmeyi kullanmamız “caizse”, iki ırmak arası topraklarının (Mezopotamya’nın) ilksel avcılarının ceylanları avlamak için açtıkları “uzun, yönlendirici, huni biçimli duvarlar (çöl uçurtmaları denmiştir)”dır (Scott, Tahıla Karşı, s. 78). Korkuyla, kaygıyla ya da ilk kurtulanlara katılabilmek iççekmesiyle kendi özgür çabalarımızla kurtuluşa koştukça tek tek avlanır gibiyiz. Sorun burda yaşam boyu şimdilerin her birinde görünmezleşerek değişik sayıdaki topluluklarda yönlendiricilere/ yönlendirmelere/ iççekmelere/ düşlere ve düşlemlere aldırmadan üç kişiyle de olsa topluca kendimizce, daha az yönlendirilerek, daha az yönetilerek ve yönetimselliğin bütünüyle nesnesi olmadan (“çöl uçurtmalarına” kapılmadan) yaşayabilmekte: İşte ol Yazıcıoğlu anlatısı bu öyküyü de yeniden ve hep yeniden yazar durmadan. Her toprakta dönelenen bir ateş topunun anlatısı söylenebileceği, gösterilebileceği, iletilebileceği denli kendi içselliğinden doğar da doğar.

sonuç yerine

                            Mecmu tevarihe mütala kılanlar bu sırra muttalidür [öğrenmiş, bilgili, duyumlamış] –ve’s selam-

                                                                                                               Yazıcıoğlu Ali

      Bir düzenlilikten ve düzenlemeden kaçınmaya çalışan bu yazıda, baştan beri bir devlet kuramı oluşturmaya ve aktarmaya çalışmadım. Daha doğru bir deyişle çalışılmadı. Böyle bir kuram yapılabilse bile devlet gerçekliğini ne denli kapsayıcı olabilirdi ki? Bu düşüncenin, bu eleştirilerin devindiricisi devletlerin bir doğasının, bir çekirdeğinin, özünün olmayışı. Ayrıca devletler yıldızkümelerini kapsayan, evrensel hatta acunsal bir yapı, işlev, nitelikler toplamı da değil. Ayrıca devletler erk üreten bir kaynak da değil. Devlet insanların gezegendeki varoluşuyla başlayıp güne uzanan bir olmazsa olmaz aygıtlar toplamı hiç değil.  Bunlardan ve burada anlatılması anlatıyı hiç anlaşılmazlaştıracak başka devindiricilerden dolayı bu eleştirel yaklaşım yazıların, biçemlerin, kavramların altüst edilmeye çalışıldığı bir anlatı. Aynı zamanda türdeş, teknitelli, düzenli ve çizelgesel bir anlatı biçeminin dışında bir başkalık kurma çabası da. Bu anlatı tümdengelimci bir tarih anlayışından kaçma iççekmesi de. Bir kaçış amaçyolu olarak egemen kurumlardan, baskın düşüncelerden, eğilimleşmelerden, yönlendirilmiş duyum ve duygulardan kaçmayı her sözcüğüyle erek almıştır bu öykü. Bu erek gereği birkaç kişilik de olsa yeni topluluksal ilişkiler kurmaya, işletmeye, yaşatmaya yönelmiştir. Ancak bu değinilen başlıklar da dondurulamaz, dondurularak çözümlenemez, eylenilemez. Geriye boyunduruklarıyla, dağıttığı haz verici nesneleriyle, kurduğu ve yönlendirdiği olmazsa olmazlıklarıyla, sanal doyumluk ve dağıttığı kurmaca güvenceleriyle devleti hiç önemsemeden, onu işleme katmadan, onu yokmuş sayıp davranarak bu kaçış amaçyolunu uygulamak kalıyor. Bu da ulaşılacak bir yer değil, bir yol durumunu yaşamak ya da Aşık Veysel’in bir yaşam olarak “uzun ince bir yolda” oluşu vurgulamasında olduğu gibi o yolu yürüyebilmek kalıyor. Yakalanmalarla, kaçış yoklarla, burda içinde olunanlara uymak zorunda kalışlarla; ama orada o anda, anın uygununda hep kaçmayı kollayan bir yaşayış. Yapılabildiğince hep kaçışları kaçış çizgilerini, kaçış gelgitlerini kollayarak, iççekmeleriyle, canistemeleriyle, içyönelmeleriyle ya da niyetlerle hep dinlenerek dinlenip yine kaçarak yaşamak. Kartallaşarak, kedileşerek, sarmaşılaşarak, makileşerek ve de en başta da kadın oluşlarla görünmezleşerek, daha az iz bırakarak yaşamak. Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler’indeki gibi, var olup da zaman zaman gölgesizleşerek, onlar, dediler ki, diyorlar ki kipinde kaçarak, kıyı oluşturarak, dışardakiler olarak yaşamak…   

     Devletleşmiş düzenler denetleyemedikleri, yönlendiremedikleri kişileri bir biçimde dışarı (kusar) atar. Çağdaşlık kopmasıyla devletler de yeni anlayış, kavrayış, yönetme uygulayımları geliştirdiler. Bilinebilen zamanlardan beri (tarih bilimiyle bilinen?) devletler de durmadan değişip dönüşmekte, yıkılıp çöküp, çözülüp yeniden kurulmakta. Ancak yönetimselliğin nesnesi olan yığınlar, geçmişin yönetme uygulayımları gibi bir kurgudan oluşturulup adlandırılıyor. Halk, ulus, yurttaşlar, kitle, nüfus, toplum… Ortalıkta ne kitle ne toplum ne de gezegen çapında bir “dünya insanlığı” var. Elbette bir egemenlik altında belli topraklarda yaşayanlar, belli sınırlar içinde yaşayanların sayısal bir niceliği, bir kalabalıklığı; belli bir egemenlik altında oldukça ayrımlı özellikler taşıyan topluluklar ve belli bir uyruklanma bağıyla devletli yaşayan yaşatılan, birbirlerine benzeşliklerinden çok ayrımlarıyla, birbirlerinden çok ayrımlı olan çıkarlarıyla öne çıkan kişiler ve onların zorunlu ya da gönüllü bağlarıyla oluşmuş topluluk hep oldu. Ancak devletli bilimlerin, devlet çalışanı bilim insanlarının daha işin başında bir zorunluluk, bir köken, bir çıkış olarak (a priori, doxic, dogmatic, ad hoc…) varsaydıkları düzene, uyuma; devlete yönlendirmeci soyutlamaları olan erekselci teknitelli bir toplum, teknitelli bir ulus, teknitelli bir devlet sayıltısı var. Siyasetbilim ve diğer bilim alanları (sıkıdüzenleri, sıkıyönetimleri) bu sayıltıdan sonra düşünenilebilecek bir bilme, bilgi, uygulayım olabilirdi.

     Yine çıkarları özdeş, yaşayışları eşdaş, yaşam koşulları eşitdaş olan kitle, halk, yığın, sınıf (topluk) da yok. Elbet bu kavramsallaştırmalar belirli ilişkili toplaşmalar, topluklaşmalar ve benzeşlikleri de içinde barındırır. Ancak bunu özdeşlik, eşitlik, teknitelli saltık varlık kipinde gösteren, sayan egemen erklerin bilgi ve eğitim kurumlarında ürettiği bilmeler, bilgiler, bilimlerdir. Başta malbilimdir(iktisat), toplumbilimdir, ruhbilimdir… Bir beğeni burgacı yaratmak, yalnızlaştırılmış kişiyi oraya yönlendirmek, birbirine düzenin “sürüşleri” dışında değemeyen kişileri anlatan yığınlar varsaymak (kamu ya da tamu) ve böylece yönetimselliği işletmek isteyen ve gerçekle, doğruyla, iyiyle, güzelle, gerçekleşmeyle ilişkisizlikte işleyen, işletilen ve doğrulanan bilme sıkıdüzenleri. Bir düzgüye, kurala, ölçüte (bir norma) göre tanımlabilecek olan “bir” birey nasıl var olabilir? Böyle bir şeyi düşünebilmek için bile zamanın durması, yerin yok sayılması, bunu düşünenin düşüncelerinin durması ve bireyin bir anının bir anda dondurulması gerekir. Saltık duruklaşma. Bunları kurgularken bile karşıt tutumlar, başkalıklar, birbirinden değişik olmalar, ayrımlı olanlar, güncelde olduğu gibi hiç yönetilmek istemeyenler, işlerine, yaşayışlarına, inançlarına, eğilimlerine kimsenin, hiçbir aygıtın ve yönlendiricinin karışmasını içlerine sindirimeyenler yok mu? İççekmeleriyle bilimin, yönetimin, düşünçinançların, inançların düzgün (normal) saydığının dışında kalmak isteyenler yok mu? Bunları “anormal”, “istisna”, “uyumsuz”, “sıradışı”, sapık, sapkın, yoldan çıkmışlar diye bir kavramla sarmalarsak toptan teknitelli bir makine topluma, ulusa, acun düzenine mi kavuşulacak? (ABD devlet sosyolojisinde, onun acun çapında yayılmış seçkin üniversite örnekçelerinde “outsiders”: uyuşturucu kullanan, çoğu sokakta yaşayan, dilenen, çalan çırpan, ancak suç işleyerek yaşamda kalabilen, parfüm kullanmayı, takım elbise giymeyi, haftada bir de olsa seçkin yerlerde yemek yemeyi bilmeyen, sabahları ve akşamları duş almayan, günlük sakal tıraşı olmayan, yaşamlarında bir güzellikevine uğramamışlar –neden bunları yapsınlar ki, “outsiders” arı duru güpgüzel, bunlara gerek bırakmamış insanlar toplağı!— yitirenler –losers/verliereren/perdante–)

        Devletlerin yönetiminde ve yönetimselliğinde elbette bir “nesneleştirmeye” yönelme var. Yönetilenler değişik zamanlarda bir yönetim nesnesi olarak ağırlıkla bir ereğe göre adlandırılıyor. Bölge, ülke, anakara, mallık, egemenlik alanı, erk alanı gibi kipliklerde. Ancak bu teknitelleştirme, tek yönetim anlayışı, tek uygulayım ya da uygulayım avadanlığı anlamına gelmiyor. Geçmiş devletlerin uygarlıklarından kalan yapılar, süslükler, su yolları, tapınaklar, giysi parçaları, paralar gibi nesnelerden  yazıtlara, ak üstüne karayazılı belgelere dek bakıldığında, bu yönetme anlayışlarının, yönetme uygulayımlarının, aygıtlarının, araçlarının, anlayışlarının dönemleştirmeleri dinlemeden  erken ya da geç birçoğunun ortak kullanımda olduğunu görebiliyoruz. Elbette bu ortak kullanım her “yönetme sanatı” düşünümü ve nesnesi için aynı olamaz. 

     Bu durum kesinlikle her yerde, her zamanda, her yerlemde yaşayanların değişik yönetme anlayış ve uygulayımlarıyla karşılaştıkları, ilişkilendirildikleri anlamına gelirken ille de benzeşlikler aradığımızda onları da yan yana sıralayabileceğimizi gösteriyor. Örnek vereceksek bütün zamanları kesen bir yasacılık eğiliminin (yazılı sözlü) varlığını gösterebiliriz. Benzeşliklerden usuma ilk düşenleri bir çırpınmada yazayım: Her şeyi, herkesi vergilendirme, uyruklardan zorla ve karşılıksız savaşçı derleme, kurulu düzen ve yönetici erk açısından yok edici sayılan kişi ve toplulukların ortadan kaldırılması ya da gözetim denetim altında tutulması, dinselliğin açık gizli desteklenmesi, cinselliğin bir kipte buyrulması, uyumcu ve uysallıkçı bir uzinanç kurumlaşması, tapınakların yaygınlaştırılması, yönetilirliğin ilk koşulu olan uyum ve tekniteli bir uyruklar toplamı ya da toplumunu amaç olarak koymak. Çağdaşlıkta gittikçe öne fırlayıp yaygınlaşan İki diğer önemli yapılaşma da gittikçe yaygınlaşan eğitim (yönetici ve daha da önemlisi yönetilen yetiştirici) ile sağlık (sağaltıcılık ve az sayıda da önleyicilik) kurumlaşmaları. Bütün bu niteliklerin, özgüllüklerin içinde neredeyse bütün zamanlarda bulunan yönetimin ucuzlaştırılması iççekmesi ve bunun yollarının, uygulamalarının düşünümü ve uygulayımları.

      Var olan düzenin sürmesi için devletleşmiş yöneticilerin, onların yönetim erklerinin, her basamaktaki erk ıssı yumuşçularınının ve  yetkeli yetkililerinin hiç ertelememeleri gereken bir işlemler bütünü de toplulukların, kişilerin toplu davranış ve tutumlardan arındırılması, yalıtılmaları. Güvenlikçilik düzenin sürdürülmesi, devletin süreğenliğini sağlayan önlemler, yönlendirmeler ve edimlerdir. Güvenlikçiliğin yönetilenlerin çıkarlarıyla, esenlikleriyle, gönençleriyle ancak dolaylı olarak bir ilgisi olabilir. Güvenlik önlemleri yalnızca özdekçi uygulamalarla sınırlandırılamaz. Bunların yanında bilimler, bilmeler, bilgiler sürekli olarak kişi ve yönetilen sayısal toplamın davranış, tutum, duyuş, duyumsayışlarını… sayısallaştırarak, ortalamalar oluşturarak, düzümleştirerek gelecek varsayımları oluşturmaktadır. Kayıt altına alma yalnızca geçmiş ve şimdiyi izlemek için değil bunların yanında geleceğin oluşturulması, yoluna sokulması içindir de. Eğer devletleşmiş şirketlerin ve şirketleşmiş devletleşmelerin koruyup kolladığı özel ve tüzel şirketlerin anamalcı düzenlerinin, parasalcı (finansçı) baskın işleyişlerinin sınırlandırılması yönünde bir zorlama ortaya çıkmazsa o gelecek bu kara batası seçkinlerin yanında çoklukların da büyük çapta yok olmasıyla gelemeyecektir. Gezegenin bu hiç doymayan anamalcı düzenlemelerle daha ne kadar üzerinde canlı türleri yaşatacağı kestirilebilir bir belirsizliktir. Bu belli belirsizlik gelinen yerlemde “devletleşmiş şirketlerin” doğurmayı sürdürdüğü bir sonuçlar dizilişidir. Bunda devletler birinci derecede suçludur. (Devlet dağ taş değil; soyların, varsıllığı çekip çeviren insanların, onların toplaşmalarının, düzen ve düzenlemelerini yapanların, sürdürenlerin özel adıdır. Birçokları da bu topraklarda 1934’te …oğlu, …oğulları çağrılmıştır.) Anamalcıların bu suçunun koskocamanlığı, şirketleşme, bağlanma, dizi oluşturma uygulayımlarıyla bütün gezegenin her yanını kaplamışlığı, bu suçu her nesneye bulaştırmışlığı karşısında hiçbir karşı edimin parçacık denli suçluluğu olamaz. Tersine karşı edimciliği ve başkalığı istemek  bir zorunluluktur. Kısacası düzenlerin düzensizlik saydığı, yönetenlerin suç saydığı, dinlerin günah saydığı, uzinançların sapmışlık saydığı, bilimlerin bilgisizlik saydığı… her edim, her kıpırdanış, davranış tutum devini bir gerçeklenme (hak ediş), pay istemidir. Bu gerçeklenmeden pay alıştır. Bedenlerin kendi bilincinin bilgi ve kılgısıdır.

     Bundan dolayı Devletlerin yumuşlarına, buyruklarına, yasal yaptırmalarına, ilettikleri gerçekdışı bilgi bozucu  bilgilendirmelere elden geldiğince, yapılabilme koşulları yaratıldıkça büyük bir aldırmazlık geliştirmek ve olabildiğince görünmezleşerek kocaman bir uyumsuzluk, uymama edimi geliştirilmelidir.  İnsanı değil, türü değil, canlıları değil bunların bütünü olan gezegeni varkılabilmek için her kıpırtımızın, kıpımızın, bilgi ve bilmelerimizin olabildiğince yönlendirilerek, yöneltilerek gezegeni bu durumunda da olsa korumak için erekselleştirilmiş olmasının gerektiği yıllardır yaşanan yıllar. Tükettiğimiz her şey (havadan suya) yapılabildiğince azaltılmalıdır. Her tükettiğimiz mal üretildiği, pazarlandığı, dolaştırıldığı, raflarda kalabilme süresinin artırılması için sarılıp sarmalandığı –bir gramlık tuz, beş gramlık mayonez, keççap, beş gramlık sıvı sabun çıkıları gibi…– süreçten dolayı gezegenin içine sokulduğu durumu biraz daha kötüleştirmektedir. Bu yüzden yaşamın “zorunlu” kıldığı nesneler dışında; başta her türden alışkanlıklar, beğeni burgacına sokulmuş yaşayış malları ve kısa süreli tüketim doyguculuğuna, doyumlarına, hoşnutluklarına karşı direnişimizi yeniden yeniden yeşerterek yaşadığımız yeri, ilişkilerimizi, yaratılarımızı, ürünlerimizi korumalıyız. Yani gezegenimizi. Böylece gezegeni yenileşmiş kılabilmek değil, yaralarını onarmak değil, ancak düşürülen son durumunda tutabilmek söz konusu olabilecektir. Bu erek gerçekçidir. Bu erek gerçekleştirilebilir bir eylemedir. Anamalcıların çöplerini doğadaki çöp dağlarına değil, hiç olmazsa onları pazarlayan alışverişçi dizi şirketlerin kasalarının önlerine bırakabilmeliyiz.    

     Kısaca kendi  bağlarından, bağıntılarından güç alan, kişilikli, güçlü, eyleyen insanların varlığı her devletin yok etmeye çalıştığı bir varoluştur. Türü koruyan, türün yaşam ortamını, yaşam alanlarını koruyacak olan ilişkili insanlar olacaktır. Türler doğanın kendisidir. Devlet ya da yönetimsellik aygıtları kendi ağları dışında yer alan o başkalık ağlarında yaşayan insan toplaşmalarını dağıtıp insan tekinin kurulu, değiştirilebilir, dönüştürülebilir düzenle  uyumlu, yönlendirilebilir olmasını amaçlar. Düzenin sunduklarına bağımlı, işletilen düzene zorunlu kılınmış, onun ürettiği karşıbilgileri gereksinmiş, iletici ağının parçası olmuş, onun kurumlarının ürettiklerini ulaşabildiği denli tüketen, ona güvenen, ona inanan, ona tapan, kurulu ve dönüşen bir düzenin dışında bir yaşamı düşünemeyen, düşleyemeyen, yönetilmekten başka bir emi bırakılmamış, bağımsızlık özerklik gibi insanın özgürlüğünün bölümlerine inanmayan, düzenin etkisinden, içinden dışlanılabilirim kaygısıyla yaşayan insan tekleri yani insan bilimlerinin, toplumbilimin “birey” dediğini içi çeker yönetimselliklerin.

     Burada bir açmazlıklar çizelgesi (ussal bir “paradokslar sıralanması”) bulunuyor. Elbette ussal düzeydeki açmazlıklar, gerçeklik düzeyinde yaşanan açmazlıkların bilgisi, bilinci, bilinçdışı, sezgisel bilgisi… Yaşanan gerçeklikler devletlerin dünyanın her toplaşmasında inandırmaya çalıştıklarından bütünüyle başka. Yaşam ortamlarında, yaşam ilişkilerinde insanlar açısından ne bir uyruk birey ne de “tasada, kıvançta” ortak bir toplum ya da ulus var. Günümüzdeki Devletlerin kurgusal “küresel köy”ü bile canlı bir yaşam biriminden devinilerek türetilmiş bir kavram, bir tanımlık, bir deyim, adlandırma olmak zorunda. Her bir organik üründe, her bir organik giyside… olduğu gibi. Yine devletlerin yönetmeye yöneltmeye uğraştığı tekniteli, teközellikli bir toplum da ancak bir yönlendirme uydurması ve düşlemi. Bir yandan insanların yaşam bağlarını koparmaya çalışan, tüze karşısında onları tek tek işlemleyen, vergide, devlete karşı zorunlu görevlerde onları tek tek bir sayı olarak ele alan devlet aygıtları yönetenleri, ya da yönetenler ağında yer alan insanlar, bir yandan da var olan devlet sınırları içinde yaşayanları bir, birlik, tekniteli, eşit, özdeş alarak savaşta ülke, barışta insanlık dünyasından konuşuyor. Bütün bu edimlerin altındaysa başat olan iki yaklaşım bulunuyor. Biri “ekonomi bilgisi”, ki yönetme alanlarını, nesnelerini ayırarak bir çizelge oluşturursak sağaltım ekonomisinden, din işleri ekonomisine dek uzanıyor bu büyüme amaçyolu. Burada bir işletmenin en büyük artıdeğeri kotarabilmesinin yollarıdır “ekonomi/ işletme bilimi”. Diğeri de kurulu düzenin sürmesini önleyecek, engelleyecek her türden eylemlerin, yapmaların, etmelerin daha ortaya çıkmadan yok edilmesini sağlayabilecek uygulayımlar/teknolojiler, uygulayışlar/teknikler bütünü ya da büyük yazaçla Güvenlik aygıtları.

     Yitirenlere, yitirip de yaşamlarını sürdürmek için direnenlere (1 Şubat 1978’de, tam 42 yıl önce anlatılmış) bu masalda gökten düşen üç elmayı Michel Foucault duyursun. Uyanık olup masalcının elmalarından birini kapmak için “biri benim!” diye atılacaklar saltık olarak bulunacaktır.

Oysa devlet, ne şimdi, ne de tarihi boyunca, böyle bir birliğe, böyle bir bireyselliğe, böyle sıkı bir işlevselliğe, hatta bu öneme sahip olmadı. Devlet belki de önemi sanıldığından çok daha az olan melez bir gerçeklikten ve mitleştirilmiş bir soyutlamadan başka bir şey değil. Belki. Bizim modernliğimiz, yani bugünümüz [actualité] için önemli olan, toplumun devletleştirilmesi değil, daha ziyade benim devletin “yönetimselleştirilmesi” olarak adlandırdığım şeydir. (Güv. Top. Nüfus, s. 98, ç. F. Taylan 2016)

Views: 129

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz