Kasabalı sandalyesinde yeni bir oturuşa bacaklarını değiştirerek iyice yerleşti. Şimdi daha rahat der gibi, bacaklarının durumuna baktı. Sigarasını öte yana dönerek yaktı.
“Yaa bir gün sabah toplanmasından, sayımından sonra gardiyanlar bizim koğuşa geldiler. On kişinin adını okuyup hazırlanmamızı, Cerrahpaşa’ya sağlık taramasına götürüleceğimizi söylediler. Biz koğuştaki örgütlenmemizle durumu konuşamadan çıkmak zorunda kaldık. On kişinin içinde bulunan Memet koğuş örgütlenmesindeki yürütme kurulunda yer alıyordu. Zaten örgütlenmenin üç üyesi eskiden dışarıda var olan örgütün üst yönetim yapılarında yöneticilerdi. İki kişiyi de koğuşta bulunanlar seçmişlerdi. Baksana işe, o zamanlar bayağı Leninciymişiz (!). Hem merkez hem seçim. Memet’in bizimle oluşu herkesi rahatlatmıştı. Çünkü Memet yakalandığında İstanbul’un yöneticilerindendi. İçimizde az sayıda arkadaşımız gibi okul bitirmiş, üstelik mühendislik okumuş biriydi. Doğa bilimlerine olan tanışıklığı da ona bir güvenirlik sağlıyordu. Neyse, biz Cerrahpaşa’ya vardık. Bizim için çok şenlikli bir durumdu. Sağlık taraması için de olsa bir süreliğine tutukevinden kurtulmuştuk. Akşama koğuşta şenlik olacaktı. Uzun süredir her arkadaşın yaşayamadığı dışarıyı onlara anlatacaktık. İşte, hemşireler, doktorlar, yemek, geliş gidişte işittiğimiz sesler, imgelemeler, izlenimler, çağrışımlardan kurulmuş bol kahkahalı anlatılar. Biliyorduk ki biz şanslıydık. Bi’ şekilde seçilmiştik işte. Nasıl seçtiler, kim seçti, niçin o kadar insanın içinde bizi seçtiler? Bunlardan önemlisi, yaşadığımız güzellikleri, daha doğrusu bizi yoksun bıraktıkları bir yaşamdan yakalayabileceğimiz kırıntıları koğuştakilere anlatmak boynumuzun borcuydu. Koğuşta her şeyi ortaklaşa kullandığımız gibi, her şeyi paylaştığımız gibi “Cerrah’a yolculuk ve bir gün” yaşanılanları da utanmadan, sıkılmadan, bizde kalan izleriyle ortak yaşama aktarmalıydık. Dileyen eklemeler, çıkarmalar, gülünçleştirmeler yapardı. Üzünç katılamazdı. Utanmadan dedim, çünkü çoğunda çoğumuz için, gördüğü güzel bir hemşireyi ya da orada varsa kadın bir doktoru kalabalık bir topluluğa, hele devrimcilere anlatması epey zordu. Hele sonradan 78’liler denilen kuşaktan devrimcilere, kadın erkek ilişkilerinde epeyce tutucu olmuş bir topluluğa anlatmak. Bana kalırsa bir hemşirenin güzel bacakları, bedeni, varsa kırıtkan tümceleri, eşeysellik ya da cinsellik çağrıştıran, bununla ilgili görünebilecek olan bir bakışı bile anlatılmalıydı. Ancak bunu yapabilmek de yürek isterdi ilkönce. Çünkü çoğumuz bir imamın gündelik ahlak söylemini, imamın kendi söylemine aykırı olan davranışları varsa bile kendimizde özümlemiştik. En azından kadın erkek üzerine konuşmak, bunca siyasal, toplumsal, estetik sorun varken bir yiğnilikti. Bir töresizlikti. Bir sapıklıktı. Ciddi olmak, bazen de görünmek devrimciliğin önemli huylarından biriydi. Kadın hakkında konuşmak da, biz burada türdeş bir erkek topluluğuna çevrilmiştik çünkü, bu ciddiyeti bozan ilk şey olurdu. Düşünsene, gördüğün her kadın, eğer arkadaşlara anlatılmasa, imgesel eşeysel ilişki dileğini bir yana koy, her birimizin yoksun bırakıldığı kadın erkek bir arada bulunabilme yaşantısından, olanca arındırılmışlık içindeyken bir kendine ayırma, bir özelleştirme olmaz mıydı? Eğer anlatılmasa bir bencillik, bir kendine saklama olmayacak mıydı? Ama öngörülebilirdi ki, onumuzdan biri bile bu konuyu koğuşta konuşmayacaktı. Herkes gördüğünü, işittiğini istemeden de olsa kendine saklayacaktı. Çünkü nerdeyse devrimcilerin çoğu özleşmiş bir imamlar örgütünden gelmekteydi.”
Memet’le Ereğlili ne zaman dönmüşlerdi? Ne zaman Kasabalı’yla benim önüme çay bırakmışlardı? İşte bu Metrisçileri bundan dolayı da seviyordum. Ne denli ayrımlı düşünseler, davransalar, ne denli ayrı huyları, eğilimleri, gereksinimleri, yönelimleri olsa, ne denli az değişen kişilik özellikleri, kavrayış güçleri olsa da konuşana, konuşulana saygıyla karışık bir dinleme, uyma gösterirlerdi. Sanki bu adamlarca söz hala kutsaldı; sanki bunlar hala “önce söz vardı” döneminden çıkamamış varlıklardı. Bu özellik acep uzun yıllar faşizmin tutukevlerinde, gardiyanlarda, jandarmalarda, tutukevi subaylarında kendini gösteren güce karşı en zayıf görünen, sanki uymadan başka bir şeyin olanaksız göründüğü koşullarda bile ortaya çıkan devrimci direnişle, direnişin bir aracı olarak, direnişin birçok aracı olarak söz haykırma, yumruk kaldırma edimiyle mi kazanılıp çelikleştirilmişti? O koşullara uygun olmalıydı ki, gardiyanlar ilkönce direnenlerin ağzını kapatmaya çalışırdı…
Biri bile bu dinleme yordamını önemsemezlik etmezdi. Biri bile söz söyleme sırası kendine geldiğinde ya da sözü isteyip aldığında düşündüklerini söylerken sınırlamazdı. Belki gündelik yaşamda pek kolayına bir araya gelmeyecek bu insanlar bir biçimde bir araya geldiklerinde de bu topluluğun her üyesine ve onun sözüne ayrımsız saygı gösterirdi. Saygı belki de sevgi edimini bazen, bazı durumlarda bir süreliğine bir yana koyabilmekti. Sözün hem söylemede hem de dinlemede kuralları vardı. Söz kutsaldı. Bu kurallara uymayanlar ise tatlı sert uyarılırdı. Uyarı başıboş bir öznel özgürlüğün basit bir soyutlama olduğunu, özgürlüğün özerklik, isteme, insan dünyasındaki ilişkilerde eşitlik tutkusuyla davranabilme sürekliliğini de içine alan bir zorunluluk alanını gösteren bir imdi, bir simgeydi. Göksel krallık ülkesi gibi, özgürlük ülkesinin de bir simgesi vardı; dinle! “Din-” don- gibi, dur- gibi bir anlam taşıyordu. Dondu, donlaştı, durdu, durgunlaştı, dindi, dinledi, dinleşti… Bunu devrimciler bulup ilkeleştirmemişlerdi. Bu anlam zaten vardı dilde, geçmişte, şimdide. “Dinle sana bir nasihat edeyim/ Hatırdan gönülden geçici olma/ Yiğidin başına bir hal gelirse/ Onu yad ellere açıcı olma//” der bir Pir deyişi. Uyarma bir anımsatmaydı, herkesin herkese her zaman anımsatabileceği. Bu varsa, söz kesmeler, bölmeler, sıra kapmalar da vardı. Vardı ki imler, simgeler, uyarılar da vardı. Eğitme (eskinin edep erkanı) kişinin kendinde başlayıp kendinde süren bir çabaydı. Okul ise ancak talimle (durmadan yineleyerek makineleştirme, sol-sol, sol-sağ-sol gibi) terbiye (koşum atını yönlendiren kayıştan düzenek) verebilirdi. İçimizde okula en az gidenlerin davranışları sağlamlık, güvenirlik, incelik gibi yüzlerce yönden sivrilirdi. Ortaokula bir yıl gitmiş İçelli en arı, en ince, en kırılmaz ve en dinleyebilenimizdi. Birimizle karşılaştırıldığında daha az konuşuyorsa, bu onun kendini eğitme yordamıydı. Sağlık taramasına dur demek için yapılması gereken tek şeyin ne olduğuna ilişkin ilk savıyla ünlenmişti. “Ya piskoloci sosyoloci diyip durmayın! Yarın Cerrahpaşayı dağıtalım olsun bitsin. Bi güzel dayak yeriz ama bu çile de biter!”
Sofu toplulukların (sufi) toplantılarında dinseli ve dünyalığı birleyen toplaşmalarda (büyük yazaçla) Gözcünün kendi aralarında konuşanları sözün gerçeğine çağıran, sözün çok yönlülüğündeki dinleme “edebine/ güzel huyuna” ve “erkanına/ yoluna” çağıran “Gerçe[k] höö! Edep erkan erenler!” çağrısıydı her uyarı. Dinleyin, anlayın ve sonra karşı gelineceğe karşı gelin can yoldaşlardı. Özgürlüğün, özerkliğin, isteme gücü ve yetisinin birleştirilmesiydi.
Ancak böyle topluluk olunurdu. Böyle küme, böyle öbek böyle takım, böyle sevili, böyle sevgili, böyle arkadaş, arka çıkan, böyle yoldaş, aynı yolda yürüyen, böyle candaş, böyle topluluktaş olunurdu. Yani bir şeyin örgütü ancak böyle örülebilirdi. “… ama yapı kolay yükselmiyor…/…” (N. H. Rannnn) olabilirdi. Ve “yapı yerinde çay ne her zaman sıcak/…”tı. (Buenaventura Durriti,/ que en Aragon peleaba/ cuando supo estas noticias/ asi hablo a su gente brava: !Companeros! Hay que ir/ a la capital de Espana/… (Luis Pérez Infante) –yaklaşık: B. Durriti, Aragonya cephesinde işittiği haberlerle ilgili kendi bölüğündeki askerlerle konuşuyor: Yoldaşlar! Haydi Madrid’e yürüyelim, İspanya’nın başkentine!) Çoğun da İçellilerin savı en yapılası olurdu. “Hay que ir a la capital!..”
Özgürlükçü bilgisevgisi (philosofia) herkesin her şeyi her zaman yapmasına izin vermezdi. İşte o zaman anlamı çarpıtılmış bir küffarlama yapışla söylenen “anarşi” dedikleri çıkardı ortaya. Öyle düşünenler Robinson’un adasına (Daniel de Foe’nin yanına) gidip başta Cuma’yı sonra da Robin’i öldürerek topluluksuz, en azından iki can bir bile olamadan özgürce yaşayabilirlerdi. Bu ne bir kimseyi bir toplaşmadan, yerden, zamandan kovma ne de böyle yaşamayı isteyen bir kişiyi yok etme çağrısı, eylemi olurdu. İsteyen istediği yerde ve istediği gibi yaşasındı. Anarşizm, anarşi, anarşist ise özgürlüğü özerklikle, eşitlikle, zorunlulukla güçlü bir “güzeltöre”nin (etik mi deseydim?) kurallarıyla, güçlü bir istemeyle harmanlayarak uygulanabilir kılabilmekti. Bu uygulanabilirliğin kayasını Sisife Tepesi’ne soluklana soluklana çıkarmaya çabalamaktı. Tepeye çıkarılmaya çalışılan kaya kişi yorulunca yuvarlanacakmış, ne gamdı! O yorulmalık olunca başka biri omuzlardı. Başka biri, başka biri, öteki ama topluluğun içinden bir öteki, kişinin “2 no’lu kişiliği” (C.G. Jung) olabilen bir öteki.
Kasabalı bir sigara daha yaktı. Anladım ki kocaman ilgişliliğime/ meraklılığıma karşın (dili zorluyorum, biliyorum; ama Engels’e göre “zor tarihin ebesi” değil miydi?) onun anlattıklarından kopup bilmediğim anakaralara gitmiştim. Çünkü söz söyleme ortamı, söz dinleme ortamıyla ülküsel bir kavuşmadaydı. O ortamın tüm ortasındaki devrimciler geçmişi o ana taşıyan gerçeklerdi. Sözü biriniz alın üstümden der gibi bir sus muydu bu Kasabalı’dan yayılan, genişleyen, sessizliği saran? Bir söz ıssı çıkmadı ortaya. Yoksa konuyu şöyle böyle anlayan mutfaktan sonradan gelenler, içine düştükleri anıların verdiği ezinçli duygularla mı suskunlaşmışlardı? Kasabalı bu geniş zorunluluklar karmaşasında zorunda kalmışcasına, mademki söz görevi bende kaldı, eh n’apalım der gibi kocaman bir yudum çay yuttu. Olayları şimdide bunca geçmişlikleri içinde hep geleceğe geleceğe doğru üflüyerek anlatmaya başladı.
“Ya hu Gedikli, gerçekten sözü nasıl toplayacağımı bilemedim. Bu güçlükler aslında bu olaylar başımıza geldiğinde de ortalıktaydı. On kişilik küme neye göre seçilmişti? Biz neden Cerrahpaşa’ya gidince SA’nın kocaman olan odasına alınıp sonra da laboratuvar gibi bir yere götürülmüştük? Neden SA bize, “meraklanacak bir şey yok çocuklar! Ruhsal sağlığınızı taramak için yardımcı hocalarım size birkaç test uygulayacak,” demişti? Neden üstteğmen ve bir jandarma çavuşu dışında koruyucu (?) yoktu, varlığımızı ellerine koyacağımız güvenlikçiler (?) neredeydiler? Neden çavuş da yalnızca tabanca taşıyordu? Neden, nasıl, niçin, nerde, ne zaman sorularına aramızda kimse usa yatkın olmayı bırak bir yana, saçma sayılacak bir yanıt bile veremiyordu.”
“Laboratuvara bizi iki yardımcı doktor (kutsal ak önlükleri vardı ya, ondan dolayı doktor dedim) götürmüştü. İçeriye yalnızca biz ve üsteğmen girdi. Çavuş kapı önünde bekliyor olabilirdi. Laboratuvar ortada yüksek, geniş bir tezgah, yüksek sandalyeler, taburelerle tıkış tıkıştı. Camlı dolaplarda bir dolu alet görünüyordu. Ampermetreli, voltmetreli, ommetre göstergeli bir sürü ıvır zıvır. Tel kafesler, kafes kablolaları, bazı aletlere bağlı en uçta görünen bağlantı kayışları, petler (?)… Sonradan arkadaşların anlattıklarına göre içeri girişten hemen sonra başlayan bilinmez bir korku, kaygı ve onları izleyen bir mide kasılmasıyla artan baş dönmesi sarmıştı bedenimizi…”
“Neyse. Dört kişilik bilimci araştırma takımı bizi tezgahımsı masaya oturmaya çağırdı. Salonun kapıdan uzak ucu bir büro gibi koltuklu sehpalı, taban halılı ve SA’nın pirinçten isimliğinin üstünde durduğu kocaman bir masayla donatılmıştı. Üstteğmen kapıya yakın bir yere bir tabure çekerek konuşlandı. Ona göre düşmanın saldırılarına karşı savunmanın, çünkü yardımcı doktorları da ondan yana saysak bile, on kişilik bir ruhsal sapıklar mangasının saldırısına karşı bir savunmanın yapılabileceği en uygun yer orası olmalıydı. Bizden gelebilecek bir saldırı durumunda tabancasını çekip ateş edebileciği zamanı ortada bulunan tezgah masadan olan uzaklığı ona sağlayacak olmalıydı. Bu ‘subaşı’ savaş sanatlarını biliyor olmalıydı ki konumlandığı yeri bence de iyi seçmişti. Öyle ya, savunmanın da, saldırının da bilimini öğrenip uygulamıştı. Pencereler zaten tel kafesliydi. Kapıda da önceden yapılmış düzenlemeye göre (?) tabancalı bir çavuş olmalıydı. Ayrıca çavuştaki telsizden cırlayacak bir emirle dışarıdaki koruma mangasının çok kısa zamanda oraya ulaşabilecek uzaklıkta konuşlanmış olması da düzenlenmiş olabilirdi. Neyse işte! Bunlar da o an bazı arkadaşların anlağından geçen düşüncelermiş. Bizden istenilen önümüze serilen çok sayfalı anketi yanıtlamamızdı. Sorular duygu, duyum, düşünce, davranış, tutum gibi şeylerle ilgiliydi. Bu eğilimlerin dışında hakkımızda öğrenmek istedikleri bir şeycik yoktu. Demek ki kişisel bilgilerimiz (!) ortalıkta görünmeyen, ama hocanın masasının arkasındaki dosya klasörlerindeydi. Çünkü ruh sağlığı taranan öbeğin öyle kura işi seçilmediği azıcık düşünüldüğünde kolayca seziliyordu. Biz örneklemmişiz. Bu sözcüğü yardımcı doktorlardan ya da tarama ekibinden birçok kez işitmiştik.”
“Galiba sağlık taramasından çok yazılı bir sorgulamadaydık. En can sıkıcı yanı da sonradan öğrendiğimiz “bir çeşit ruhsal bir sapma olan devrimcilik”in “beyin patolojisi” kaynaklı olup acı çekip ceza (ödek/ödetme,) evlerindeki ruh hastası (sayrısı) eşahısın (kişilerin) tipleştirilmesi (birtekleştirilmesi) ya da modelinin (örneğinin) çıkarılması işinde bizim tüm devrimci sapıkların temsilcisi (örnekçisi) olmamızdı. En hoş yanına gelirsek, anketi doldurduktan sonra bizi yemekhaneye almaları ve koca bir salonda koruyucularımız, biz ve yalnızca iki doktorla birlikte yemek yememizdi. Bu uzun zamandır yaşamadığımız bir edimdi. Yemekler de hani oldukça lezzetli (hapishane argosuyla cillop) derler ya o türdendi.” (Kasabalı’nın konuşmasını aktarırken anladıklarımı ayraç içinde yazdım. Çünkü Kasabalı’nın türkçesi özenti, betimleme, öykünme gibi ereklerle biraz Mazhar Osman’ın tıp argosu, biraz Nazi toplama kampı jargonu, biraz da Osmanlı İttihadçı münevveri mefhumluydu. Bu sözcükleri bunları yazarken anımsamam olanaksızdı. Ben de Kasabalı’ya saygısızlık etme pahasına anlatısını köşeli ayraçlarla doldurdum.)
“Akşama doğru sosyalden tecrit (yalıtma) evine döndüğümüzde koğuş bizi kahkahalarla karşıladı. Bir toplantı istediler, yaptık. Karar koğuşundu. Artık ne yapacağımız koğuşu ilgilendirmezdi. Yalnızca on kişilik bir örgüt olacak, orada tartışacak, sorunları saptayacak ve çözecektik. Dışımızdaki arkadaşlar bizim onların temsilcisi (örnekçisi) olduğumuzu kavramış gibi sessizleştiler. Biz onların düzeninden ayrıldık. (İkinci yalıtılma.) Koğuşun kuzey ucundaki son ranzaların çevresinde konuşlandık. İlk tartışmamızda durumun benim hiç düşünemediğim denli, hiç de iç açıcı olmadığı ortaya çıktı. Ne yapılmalıydı? Nasıl yapılmalıydı? (V. I. Lenin’in 1903’ten önce Iskra/ Kıvılcım’da yayınlanan yazısının başlığı gibiydi, belki de…)”
Memet birden mavraya başladı. Kasabalı gülerek Memet’e teşekkür etti. “Abi bi’ ara sandım ki akşama değin konuşmak zorundayım. Hele şükür!”
Oturanlar ayaklandı, konuşan sustu, ayakta olanlar oturdu, susanlar ikililer kurarak fısıldaşmaya başladılar. Demek bugünkü toplantı böylece sona ermişti. Konu çok ilginçleşmişti. Ama bunu nasıl öğrenebilirdim? Darda kalmayınca Hızır yetişmezmiş, derler. Ereğlili gülerek şehir hatlarına çalışan bir gemi gibi yampiri yampiri yanıma yaklaştı. “Gedikli yaa, beni evine davet etmen sakıncalıysa, sen bana gel bir akşam da, biraz demlenelim!” dedi. Anlağım esrar çekmiş birinin anlağı gibi dörtnala koşmaya başladı. (Belki de ortaçağdan bir benzetmeyle değil de, içinde yaşatıldığımız günlerin bir benzetmesiyle söylersem, durum daha açık anlaşılabilir. Anlağım beşinci viteste hızlı yolda ya da ‘otobahn’da ‘50’ gazla giden bir BMW (Bayerische Motor Werkzeug) hızındaydı. Ya da 250 km. hızla yol almaya başlayan Hamamata-Osaka hızlı treni gibi gidiyordu…)
“Tamam, istersen şimdi birlikte gidelim. İstersen sen sonra gel,” dedim. Sorunsallaştırdığım onun bana ya da benim ona nasıl gelip gideceğimiz değildi. Sorun olan bugün konuşulanları ayrıntılarıyla öğrenmekti. Bu yüzden de anlatılanları unutmaya başlamadan önce biriyle uzun uzun konuşabilmekti. Sorular, yanıtlar, açıklamalar, gizli bilimlerin öğrencilerinin yaşadıkları ve onların bugün ne yaptıkları.
Ereğlili, Şiimdi seninle gelemem,” dedi. Ben ona bakarken durumumu nasıl yorumladı, bilemem, “Ya bir arkadaşla birlikte gelebilir miyiz?” dedi. Yüzüne bakakalmış olmalıyım. “Yani, sana zarar gelebilecek biri olsa tahmin edersin ki buna izin vermem.”
“Ya Ereğlili, bunu söylemen gerekir miydi? Neyse! Bana peşinde bir kitleyle de gelsen, başımın üstünde yerin.”
Başını zor görünür miniklikte aşağı yukarı sallarken, dudaklarının kavuştuğu iki uçta yine o gülücükler. “Nasıl yapalım?” dedi.
“Ben sizi rıhtımda otobüs yazıhanelerinin herhangi birinin önünden alayım. Siz istediğiniz şirketin önünü seçin. Saatini sen söyle. Ama bilesin ki, bir bu yana bir o yana geçme süresince seni görememişsem boşuna bekleme,” dedim.
Tek kişilik “örgüt evi”me dönerken içimde bir kaygı vardı. Neden doğru dururken Ereğlili bana onu çağırmaktan, beni konuk etmekten dem vurmuştu? Buradaki sorgulanması gerekeni kapatmak için de “Sen bana gel bir akşam,” demiş olamaz mıydı? Böylece güvensizliğim birazcık daha ufalanacaktı. Hem nereden çıkmıştı ki şu “Ya bir arkadaşla birlikte gelebilir miyiz,” demeler?
Bunları düşünmeyim, kaygı korlarının üzerine kurumuş “düşünen sazlık”tan yakacak ve yanacak belki de yanacak ve yakacak kurumuş ot atmayım dedikçe anlağım çalışıyor, belleğimdeki iz külünü bir o yana bir bu yana bir köseğiyle karıştırıp duruyordum. Ereğlili bana tuzak kurmazdı. Bu tuzak diğer arkadaşlarına da kurulmuş olurdu. Ereğlili işbirlikçi olsa bile, beni başka bir tasarıyla yakalatması gerekmez miydi? Eğer bu ham tasarıyı “terörle mücadele” gazilerine sunmuş olsa, özellikle onlar böyle bir ham tasarıyla dalga geçmezler miydi? Bu yakalama ya da toplama tasarısı, eğer dilek ve istek İstanbul devrimcilerinden bir takımı izlemekse, böylece ortalıkta hiçbir eylem yokken üçbeş kişinin gözaltına alınmasıyla bitmez miydi? Üstelik o takımın içinde birinden işkillenmek de işin kötü kokulu artığı olmayacak mıydı?
Güneşlibahçe sokaktaki dükkanlardan mezelik, yemeklik bir şeyler aldım. Boş ver oğul dedim, iş olacağına varır. Güldüm. Sanki iş tasarlanmış, tasarı arındırılmış, usa yatkınlaştırılmış gibi bir havadaydı içimdeki sesin “boş ver”i. Bu sanki bir açıdan da kader ya da önceden Tanrı tarafından kararlaştırılmış, bilemeyeceğim işleyişlerce gerçekleştirileceği alnıma görünmez boyaklarla yazılmıştı. Oğul, dedim; Ereğlili’yle ilgili soruların varsa bunu ona sor. Birden. Hani eskiler “yekten” derler ya, hah işte öyle. Sormadın, sormayacaksan bu kuşkular, bu işkillenmeler niye? Hem onun dudaklarının kıyılarına demir atmış gülücükler var ya, işte onlar umut gemilerinin korsan sancaklarıdır. O çocuk o korsan gülüşüyle, en azından o gülüşler solmadıkça bir kötülük edemez. Hayır diyelim, hayır ola!
Eve geldiğimde, yemek, meze olacak aldıklarımı düzenlerken saatime baktım. İki saatim vardı. Hem bir şeyleri hazırlar hem de buluşmaya nasıl gitmem gerektiğini tasarlardım. Ellerim işte, usum “oynaştaydı”. Otobüs yazıhanelerinin bulunduğu yeri önce Haydarpaşaya doğru mu geçmeliydim? Hava birazcık alacakaranlığa çalardı o saatte. Koyu renkli bir şey giyeyim. En iyisi Çayırbaşı tarafından Deniz Hotel’in önüne geçerim. Oradan Moda yönüne yoldan yürürken Rıhtım caddesinin o bölümünde park etmiş arabaların sağından, yani direksiyonda oturanlar varsa onların yakınından geçerken incelerim. Arada bir yazıhanelerin önlerine bakarım. Ereğliliyi uslu uslu bekleyen biri olarak gördüysem yürüyüşü sürdürüp otuz adım sonra geriye dönerim. Bu sefer de yine yoldan arabaların solundan Haydarpaşa’ya yönelir bir ara Ereğliliye işmar ederim. Eveeet, Ulukışla’da işmar et, derdik. Gizliden bir im, bir ses, bir bakışla çağırmaktı ha!
Gerilim çoktan geçmiş, biz üçümüz, bir ben, bir Ereğlili, bir Ulukışlalı oturmuşuz da rakıdan ilk yudumlarımızı almaya başlamıştık bile. Gerilimim en azından bir kesimiyle de, Ereğlili’nin yanında biriyle gelmesi yüzündendi. Böylece ben ilgişlendiğim şeylerin hiçbirini ona soramayacaktım belki de. Gizli bilimler okulu, onların kendi aralarındaki tartışmaları, anladığım ya da sandığım kadarıyla Ereğliliyle Memet’in arasındaki çekişmelerin asıl konusu, sağlık taramasında takınılacak tavırların neye göre belirlendiği… bitmez tükenmez soru geceleri. İkinci gerilim kaynağı, neden birini getirme isteği duymuştu Ereğlili? Acep işi Memetgilin tanımadığı bir kişiye mi aktarıyordu? Bu kadın kimdi hele? Bir yudumla sarhoş olmadan karnımızı doyurmaya başladık. Herkes kendini açlığı yok etmeye adamış rollerindeydi. Ancak lokmalar, el kol hızı, çiğneme… bütün bu sessizliğin tasarlanmış bir görünüş olduğu yönündeydi. İçler fırtınaların, kasırgaların, çılgın dağ yellerinin karsavuranları altında olmalıydı. Nerden mi bildim, benim içim öyleyse, aynı dışsal ortamda kalan onların içi de böyle olabilme olasılığındaydı. İşte bu bilimsel bir genellemeydi. Memet’in olgusallığını açıklamamda kanırtıcı bir kanıtlayıcı olarak kullansam mıydı acep!
“Haydi abi, tanışmamızın şerefine kaldıralım!”
Kadehleri yerine koyduk. Üçümüz de Ulukışlalının uzattığı paketten birer sigara çıkarmayı becererek sigaralı olduk. Ben kalkıp küllük getirdim. Girişten bodrum, apartmanın arka tarafından bahçe katında olan dairenin bahçe kapısını açtım. İçeriye nemli bir hava girdi. Önce bize, sonra içki soframıza bir baktı sanki. En sonunda da evin salonundan diğer odalara geçerek onları da dolaşıp gelip ortamıza arkasına kaykılarak oturdu. Ben bu serinliğin derdiyle uğraşırken Ulukışlalı “abi,” diyip bir yüzyıllık bir ara verdi. Birinin anlağı karman çorman olunca mı böyle bir ara ortaya çıkıp sessiz ünsüz ortalıkta boy gösterirdi? Yoksa söyleyeceğinden ya da soracağından cayınca mı böyle bölük bölük bölünürdü insanyavrusu?
“Abi ya, söylemesem, burdan gidince Cemal’e pişmanlıkla da olsa mutlaka söylerim. İnan bu konuda susabilmem mümkün değil,” dedi.
“Söyle o zaman! Doğruysa daha doğrultur, yanlışsa biraz daha bükeriz.”
“Ya abi, bana şöyle dikkatle bir baksana! Kime benziyorum? Ferit’in yüzünü hatırlıyor musun?”
Bakmam gerekmiyordu. Zaten Ulukışlalı diye tanıştırılınca bu gecenin sonuna eriştiğimi sezmiştim. Bu kadını anımsıyamıyordum. Ancak o beni tanıyabilirdi. Ferit’in yüzü deyince de onun beni tanıdığı ortaya çıkmıştı. “Nasıl yapılmalıydı?” (Gizli Bilimler Okulu’nun temel sorusu buydu belki de.) Gerçekten Ferit’lerde kaldığım günler vardı. Ama bu kız ortalıkta dolaşan boy boy kızlardan hangisinin büyümüşüydü? Ereğlili Ulukışlalı Cemal mıydı? Cemal’ın adını anımsamıştım. Ben Ulukışla’ya gittiğim 1980 Kasım sonu ya da aralık başında Cemal, İstanbul’da yakalanıp Konya’ya getirilmişti. (… cuando supo estas noticias…) Gözü kara, saçı kara, eylemi tezkara, delifişek biri olarak anılıyordu. Ne demeliydim ki?
“Adnan Abi, bize gelirdin akşamları. Ferit Abimle birlikte onun odasında sabahlara kadar fısıldaşıp dururdunuz. Size saygıyla, özenerek bakardık biz. Annem babam da sizi çok severdi. Annem ablama gece yarıları sizin için çay demletir, odanıza gönderirdi. Biliyordum ki bunu hak etmeyen, etmeyecek olan kimse için yapmazdı. Sanki ailenin büyük oğluydunuz. Siz fısıldaşırken biz çocuklar meraktan çatlardık. Acaba konuştuğunuz her neyse belki bir kelime işitebiliriz diye sizin sesiniz kesilene dek uyumazdık. Sonra abimgilin alındığı operasyon. Sen kaçıp gitmiştin dağlara doğru. Bir daha senden bir haber çıkmadı.”
Sustu. Sustum. Çay bardaklarındaki rakıyı bitirdik. Onların getirdiği mezeci dükkanlarının mezelerinden birkaç lokma aldık. Herkes kendi içtiği sigaradan tüttürdü. Acaba seslerimiz dışarıya çıkıp dolaşıp üst katlarda oturanların kulaklarına gider miydi? Kalkıp bahçe kapısını kapattım. Mutfağın penceresi yetip artardı bile bu dumana. Cemal’e baktım. Başını eğdi gülerken. Ula ne gülersin boyuna, dedim.
“Ya abi, kusura bakma! Bu Nevin’e boş bulunup bir hafta önce senden bahsettim. İşte devrimcilerin yumuşak karnı. Tanımak istediğimiz, hikayesini bildiğimiz, ama o hikayenin ayrıntılarını bilmediğimiz bir yoldaşımızı tanıyıp bağrımıza basmak isteriz. Aslını sorarsan seni ikinci görüşümde senin Adnan olabileceğinden şüphelendim. Bir sezgi mi, yoksa kullandığın birkaç sözcüğün alıp beni eski günlere, eski yurtlara götürmesi mi, bilmiyorum. Demin Nevin’in anlattığı operasyondan bir iki ay sonra Ferit ve arkadaşları palas pandıras bize katıldılar. Hepsi liseli bebeler. İşte özlem giderme, haber, durum vaziyet. Ya abi, Allah seni inandırsın, gelenler Adnan Abi diyor, başka bir şey demiyordu. Seni o kadar anlattılar ki, gülüşünü, sesini, yabancı bir aksanla konuştuğun dili, gözlerinin iki yanındaki kırışıklıkların sen gülerken aşağıdan arabi 81 ya da yukarıdan 18 yazdığını… falan filan, farkında olmadan bir insanın nasıl gözleneceğini öğrendim. Valla abi, bir gece bizim çocuklar senin nereli olabileceğini tartışırken birbirlerine gireceklerdi. Abdullah’ı hatırlar mısın bilmem, senin Moskova’da okumuş olabileceğini bile öne sürdü.”
“Lafın kısası, ben de Nevin’e danışmadan, onu da kendimle birlikte davet ettirdim. Zaten biz bu akşam buluşacaktık. Bakalım senin Adnan Abi olduğun doğrulanacak mıydı? Bağışla beni. Nevin’in bu işte tırnak kadar özürü yok valla!”
Yerimden bir daha kalktım. Salonda dolaşarak düşünsem ayıp olacaktı. Tuvalete gittim. Düşünmeye çalıştım, olmadı. Nasıl davranmalıydım ki? Çok duygulandım bir kez. Çok ilgişlendim bir kezden artık. Şimdi bir de “liseli bebeler” çıktı başıma. Nevin hangi kız çoçuğuydu, Cemal’le ilişkisi neydi, ailesinden diğer insanlar neredeydi, anası babası yaşıyorlar mıydı?… İşte bu ilgilerle, ilgişlerle bu gece bile yetmezdi bize. Nasıl yapmalıydı (canım Vladimir!), nasıl etmeliydi? Sal çayıra, mevlam kayıra en iyisiydi. Tadını çıkar, en uygunuydu. Kendiliğine bıraktım. Saldım salındım. Döndüm postuma kuruldum.
“Peki Nevin, Ferit nerde şimdi? Sahi bu arada, sen İstanbul’a nasıl düştün ay balam?”
“Adnan Abi, çıkıp Ferit’i arasak, valla kalkıp otobüs bakmaya gider. Mersin’de abim. Evlendi, bir oğlu oldu. İyi yani. Bana gelince, sen oralardayken ben orta ikide bi’ çocuktum. Sonra liseyi bitirdim. Ankara’da psikoloji okudum. İstanbul’da iş buldum. Zaten Cemal de içerden çıktıktan sonra İstanbul’a yerleşmişti. Burada Cemal’i bulup benimle nişanlanmaya razı ettim. Yaşayıp gidiyoruz işte. Güzel her şey.”
Cemal biraz sıkıntılı bir kıpırdanışla Nevin’e baktı. Sonra bana baktı. Ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilmezlendi. Onu rahatlatmak için Nevin’e takılarak sordum. “Yaa balam, bu deliyi nerden buldun, çok mu aradın Allah aşkına?” Nevin utangaç bir gülüşle çenesini iyice göğsüne yaklaştırdı. Gülerek başını kaldırdı. Saçlarını bir baş hareketiyle arkaya attı. Kaküllerini sağ eliyle saçına kattı.
“Abi ya, bu benim çocukluk aşkım. Valla dediğin gibi o zaman da delinin biriydi. Okulda, çarşıda, sokaklarda nerede bir faşist görse kovalardı. Faşistin elinde tabanca varmış, sustalı varmış hiç aldırmadan. Biz orta birdeyken sınıfımızdaki bütün kızlar buna aşıktı. Oğlanların hepsi bunun davranışlarına, yürüyüşüne, bakışına öykünürdü. Sadece bizim sınıf mıydı Cemalci olan? Sanıyorum lisedeki kızların yarısı Cemalciydi. Ben de çalışacaksam İstanbul’da çalışırım, dedim. İş bulunca daha İstanbul’a gelmeden bunu aramaya başladım.”
“Epey abarttın valla!” dedi Cemal. Nevin uzanıp onun sol elini tuttu. Cemal utangaç bir durumda ayağa kalktı. Tuvalete gitti. Nevin saatına bakarak “çok geç olmuş abi” dedi. Ben de burada kalabileceklerini, eve ulaşmak için zaman yitireceklerine, hemen uyku düzenine geçebileceklerini söyledim. Eğer bir geceliğine alışkanlıklarını bir tarafa atarsan, burada da dinlenebilirsin. Madem Ferit’le ben yatana kadar nöbet tutuyordun, uykusuzluğa alışkınsındır küçükten beri.
“Ne alışkanlığı abi, ille de saten yatağım, ibrişim yorganım, cevizden elbise dolabım diyecek halim yok her halde! Buraya özlediğim bir insanı bulmaya geldim. Tabii bulmak istediğimin yarısından çoğu da yine benim geçmişimdi.”
“Ne yapıyoruz?” dedi Cemal, yerine oturmadan. Nevin, “burada kalıyoruz,” dedi. Cemal yerine oturdu. Rakı doldurdu çaybardaklarına. Nevin su ekledi, Adnan Abi bardak tokuşturmaya çağırdı onları.
“Aslında Ereğlili, benim gizli tasarım sizin şu Gizli Bilimler Okulu’nun geçmiş çalışmalarını öğrenmekti. Ama sen beni karşı bir tasarıyla mat ettin. Yanlış anlama, çok sevindim doğrusu. Ben de Ulukışla’yı Kiçikışla’yı (Dağulukışlası) çok özlemişim de haberim yok. Kiçikışla’yı bildin mi la deli oolan?”
Gülüştük. Nevin çay demlemeye kalktı. Ben demleyeyim, sen şimdi mutfakta ne nerde aranıp durursun, diyecek oldum; tersledi. Alt tarafı minik bir mutfaktı. Zaten insanlar farkında olmadan her şey nerdeyse her evde aynı yere konuluyordu. Bu, Descartes’ın hayvanlarda varsaydığı otomatikleşme, makineleşme dediğiymiş. Zaten hayvanda içgüdü diye bir şey de yokmuş.
İçimden kutladım Nevin’i. Zaten boş olmadığını birkaç tümcesinden anlamıştım. Bu tümceleri işitmeye bile gerek yoktu aslında. Onca yoksulluğun içinde, minik bir kasaba lisesini bitirip boş geçen derslere, fencinin psikolojiye ve dinbilgisine girmesine karşın üniversite sınavını kazanarak, orta sınıfların ortası ile üstortaların gençlerinin girdiği bir okula girebilmiş ve bitirmişti Nevin. Ayrıca kısa sürede iş bulacak denli de becerikliydi. Bunlar çoğunluğun başarı ölçütleriydi. Benim hoşuma giden yönü ise, devletin, anamalcıların istediği donanımlı, belgeli bir kişi olması değildi. Bunu yaşamın olmazsa olmazı sayan ana babaların, onların bu ninnilerle büyüttükleri şimdinin gençleriyle girdiği bir yarışı zor da olsa kazanmasıydı. Bozkır çiçeği inadı. Böylece karnını doyurmak, baba evinden ayrılabilmek için biriyle, imgelemini zorluyarak sevebileceğini duyumsadığı biriyle gönüllü bir zorunlulukla evlenmeyecekti. Eğer ki yaşamın her yerinde, her çağında kat kat bağımlılaştırılıyorsak, ki yoksul sınıflar, çalışanlar, iş bulamayanlar, en önde de kadınlar ve çocuklar tutulmuş, bağlanmış, yönlendirilmiş ise, Nevin bu bağımlılıkların birkaçından zorun zorunu yaparak da olsa kurtulmuştu. En azından çocukluk sevisinin kişisinin gönlüne girebilmiş, onu gönlünden çıkarmayacak denli bir inat, istenç, yetenek, beceri, gösterebilmişti.
“Daldın abi!” dedi Cemal. Evet! dedim. Neyse ki çok derinlere değil. Ya şu sizin bilimler okulunu biraz çıtlatsana bana, dedim.
“Abi oraya bi girersek, Nevin’i işe gönderip biz akşama kadar konuşmayı sürdürsek gene de yarısını bitiremeyiz. Böyle yapsak bile yaşananların tamamını ben anlatamam. Çünkü tamamını kimse bilmiyor. Bugün de bilmiyorlar sanırım.”
“Olsun! Sen yine de ucundan kıyısından bir denesen!”
“Şöyle düşün. Devrimciler üzerine yapılan bir araştırma. Varsayım bir, onlar beyinsel bir bozukluk içindeler. İki, bu bozukluğun sonucu her şeye karşı çıkıyorlar. Üç, bu bozukluk onların başka organlarının bozuklukları sonucu da olabilir. Sinir sistemleri, içsalgı bezleri, beden yapıları… İkinci alan başlığı eğitimsiz, geri, cahil ailelerde şiddet altında yetişmişler. Yüzüncü başlık suçlu tipler olduklarını, hiçbir dinsel ve ahlaki değerleri olmadığını, güvenilmez, iradesi zayıf ve güvenilemeyecek bireyleşememiş anormal, sapık, tembel, düşüncesiz ‘patojen’ insanımsılar oldukları… İşte bu savlarla ilgili bilimsel fiziksel ölçümler, kan çözümlemesi gibi tıpsal çözümlemeler, duygu ve duyum ölçümleri yapmak için bizim bilmediğimiz özelliklere göre bu kişiler seçilmişti. Rastlantı değildi. Ellerinde emniyet ifadelerinden, hangi tip ailelerden geldiğimize kadar ayrıntılı bilgiler vardı. Bilerek birbirine çok benzemeyen, farklı toplumsal kesimlerden, boyu posu farklı insanlardan, işlediğimizi varsaydıkları suçlarımıza göre farklılık gösteren kişilerden oluşturulmuş bir kümeydi kümemiz. Belli ki birkaç ölçüte göre üzerinde çalıştıkları dosyalarımızdan bilgi toplayıp kimleri çağıracaklarına karar vermişlerdi.”
Nevin sessizce içeri girdi. Çayları önümüze bıraktı. Kendisi de oturdu. Cemal, “sözün kısası, içimizden birkaç kişi bu ‘taramayı’bir türlü sindiremiyorduk. Elimizden gelecek bir şey yoktu. Ama onların bilim makinesinin işleyişini yavaşlatır, tekletir, bir yerine çomak sokarak bazen durdurur, makineyi çalıştırmaya çalışanları bir şekilde rahatsız edebilirdik. Biz de aramızda örgütlendik. Üçer kişilik takımlar. Çalışma kümeleri, iletişim, bilgi aktarma, okunacak kaynak bulma birimleri oluşturduk. Her takımdan biri başka bir takımın çalışmasına da katılıyordu. Dört takımdık. Son takım dört kişi çalışıyordu. Böylece koğuşun bir köşesinde çekilip dikkat çekmeden harıl harıl okuyup tartışıyorduk. Üçer dörder öbekler. Koğuş arkadaşlarımızın bile farkına varmadığı gizli çalışma süreleri. Sonra aramızda farklı düşünceler oluştu. Bir yanda bilimciler, karşılarında bilimin cuntaya ve egemen sınıflardan yana çalıştığına inananlar. Biz birbirimizi tartışmalarda yerken bir yandan da SA’nın ekibiyle didişiyorduk. Memet öngörebileceğin gibi bilimden yanaydı. Adı da ordan armağan kaldı. Bilimcilere göre psikoloji, psikanaliz, sosyoloji, antropoloji yani ne kadar “loji” varsa öğrenip onlara kafa tutabilirdik. Nasıl olacaktı ki bu? Başka bir güçlü eğilim de doğrudan direnmekten yanaydı. İçelli ve yandaşları. Bu farklara karşın bizi ortak eylemeye iten ise ‘ruh hastası’ sayılmamızdı. Bu sayıltı, sonucu düşünülmeden fiziksel bir şiddetle ödetilmeliydi araştırmacılara. ‘Madem deli sayıyorsunuz bizi, sizi dövmekle hukuksal bir sorumluluk altına sokamazsınız bizi’ derdik, kahkaha atarak.”
“Neyse hiçbir eğilimi bir yana bırakmadan gerekli çabaya girdik. Anketler, testler eğer çoktan seçmeliyse herkes ‘a’ işaretleyecekti. Çocuklukla ilgili bir soruysa, herkes çocukken komşusunun hanımına aşık olduğunu yazacaktı. Konu çocukluk hastalıklarıysa herkes “kızıl ve kızamık” yazacaktı… Bir koğuş baskınında Hızlı Veysel kendi takımının ve katıldığı takımın çalışmalarında tuttuğu tartışma notlarını yakalattı. Doğrudan yakalatmayan, ama kimin notları olduğu karman çorman yazısından besbelli olan notlar da İçellininkilerdi. Kimin olduğu bilinmezken daha ilk sayfaya bakar bakmaz kağıtların İçellinin olduğunu bilen gardiyanın gülüşü. Cezaevi komutanın egemen bir gülüşle ‘İçelliyi de ayırın!’ deyişi. ‘Erik Firom, piskoloci notları. Ulan daha pisikoloji nasıl yazılır, bunu bile bilmiyorsun! Ama gizli işler çevirmekten de vazgeçmiyorsun!’ aşağılaması. Sonuç önemli değildi; buldukları sıradan şeylerdi. Sadece kitaplardan alıntılar kayıtlıydı kağıtlarda. Bir de Hızlı’nın 1, 2, 3, diye konuşan kişileri belirten kodları. İçelli daha sonraları Erik Firom şakalarını ‘Oolum siz biliyosunuz da ne oldu? Aynı tezgahta işkence görürken sizin voltajı mı düşürdüler!’ diye şakayı sonlandırırdı.”
“Abi gerçekten sıkı çalıştık. Her yönden sıkı çalıştık. Valla ben o ara Herbert Marcus, Wilhelm Reich bile okudum. Neyse! SA o aramadan sonraki tarama gününde bizi laboratuvarda topladı. Alı al, moru mor. Bir dudağı gökte, öteki yerde… Fırça toplantısı. Biz çaktırmadan gülerken, için dışın sevinirken o ve araştırma ekibi öfkeden kuduruyordu. İş en sonunda geldi ahlaklılık söylevine dönüştü. SA, bağıra bağıra ‘sizin çalışmalarımıza mani olmak için gizli örgüt kurduğunuzu bilmiyor muyum ben? Bize cezaevinden gelen gizli faaliyet bilgileriniz, örgütlenme notlarınız elimde. Bundan bir şey kazanamazsınız. Zararlı çıkan sizsiniz. Vicdanım rahat benim. Allah’tan başka kimseye veremeyecek bir hesabım yok. İçim de rahat. Yaptığım işlerin hiç birisinde arkaplan, önhesap yoktur. Sizin hastalığınıza bir çare bulmaya çalıştım sadece. Hayrım için! Hayatımda hiç kimseye kötülük etmedim ben. Ne haliniz varsa görün şimdi!’ diyerek bizi yolcu etti.”
“Peki Cemal bu araştırma sonuçları ya da bununla ilgili bir haber falan çıkmış mıdır bir yerlerde?”
“Evet çıkmış. Galiba haftalık bir haber dergisinde SA’yı ve bilimini öven bir haber yorum. Ben okumadım. O zaman bu yayını birileri söylemişti bize. Belki de bir gazetede çıkmıştır. Ya gerçekten adamın adını hatırlayamıyorum. Yoksa A. S. ile başlayan bir isim miydi ki? Son olarak diyeyim ki, koğuş bunu öğrenince bizim taranmış, yunmuş kel küme, “Gizli Bilimler Okulu”, “Gizli Bilimciler” diye bir zaman anıldı.”
Bu kadarı bile uzun olmuştu. Nevin uykusuz kalmıştı. Mutfağa gittiğimde her yer düzenlenmiş, arılık duruluk olmuştu. Yapsındı. Elinden geleni herkes sağ ol bile beklemeden yapsındı. Uyduruk yataklarımıza uzandık. Ben uyuyamazdım nasıl olsa. Cemal’in kaldığı yerden konuşmayı, imgelemeyi, düşlemeyi sürdürürdüm. Olsundu. Her gece böyle güzel yorgunluklar olsundu.
Views: 41