Sosyalizme Çağrı (Marksizm Hakkında) – Gustav Landauer – 11

0
1023

Marksizm 6

Dönemimizin tarihi açısından, Pierre Joseph Proudhon’un 1848 yılı Fransız Şubat Devrimi sonrasında kendi halkına adalet ve özgürlük toplumu kurmak için ne yapması gerektiğini anlattığı zaman hatırlanmaya değer bir andı. Proudhon, hala, bütün yönleriyle, zamanının tüm devrimci yoldaşları gibi, 1789’da haricen patlak vermiş ve o zamanlar hissedildiği üzere karşı devrim ve müteakip hükümetler tarafından daha başından bastırılmış olan devrim geleneğinde yaşıyordu. Proudhon dedi ki: Devrim feodalizme son verdi. Feodalizmin yerini yeni bir şeyler almalıydı. Feodalizm, Devletin ekonomi alanındaki bir düzeniydi, bağlılıkları açıkça ifade edilmiş askeri bir sistemdi.  Özgürlükler yüzyıllar boyu feodalizmin altını oymuştu; sivil özgürlükler giderek daha fazla zemin kazanmıştı. Fakat bunlar, eski düzeni ve güvenliği de, eski birlikleri ve cemiyetleri de tahrip etmişti. Birkaç insan yeni özgürlük ve hareketlilik sayesinde zengin olurken, kitleler zorluğa ve güvencesizliğe maruz kalmışlardı. Hem herkes için özgürlüğü koruyup, genişletip ve yaratıp hem de güvenliği, mülk ve yaşam koşullarının büyük eşitlenişini, yeni düzeni nasıl gerçekleştirebiliriz?

Proudhon, devrimin, militarizme yani hükümete son verip vermeyeceğini; görevinin politikayı toplumsal yaşamla, politik merkeziyetçiliği ekonomik çıkarların doğrudan birliğiyle, insanlara hükmeden değil işle ilgilenen bir ekonomik merkezle ikame etmek olup olmadığını devrimcilerin henüz bilmediğini söyler.

Proudhon diyor ki, siz Fransızlar, küçük ve orta ölçekli çiftçilersiniz, küçük ve orta ölçekli esnafsınız; tarımda, sanayide, ulaşımda ve iletişimde faalsiniz. Şu ana kadar bir araya gelmek ve birbirinizden korunmak için krallara ve onların memurlarına ihtiyaç duydunuz. 1793’te devletin kralını lağvettiniz ancak ekonominin kralını, altını elde tuttunuz. Böylelikle ülkede bela, düzensizlik ve gelecek kaygısı bıraktığınız için kralların ve memurlarının ve orduların geri dönmesine izin vermek zorunda kaldınız. Otoriter aracıları defedin. Parazitleri ortadan kaldırın. Çıkarlarınızın dolaysız birliğinden emin olun. O zaman feodalizm ve devletin varisi olan bir topluma sahip olacaksınız.

Altın nedir? Sermaye nedir? Bu, bir ayakkabı, masa ya da ev gibi bir şey değildir. Bir şey değildir, gerçek bir şey değildir. Altın, ilişki için bir işarettir. Sermaye insanlar arasında ilişki olarak ileri geri giden bir şeydir. İnsanlar arasında bir şeydir. Sermaye itibardır; itibar, çıkarların karşılıklılığıdır. Şu anda devrim içindesiniz. Devrim – heves, güven ruhu, eşitlenme coşkusu, bütün için gayret arzusu – sizin başınıza geldi, sizin aranızda oluştu: kendiniz için doğrudan karşılıklılık yaratın. Hiçbir parazit, vampir-benzeri aracı olmadan kendi çalışmanızın üretimi ile birbirinize gittiğiniz bir kurum tesis edin. O zaman hiçbir vasi otoriteye ne de en yeni beceriksizlerin, Komünistlerin, bahsettiği siyasi hükümetin mutlak iktidarının ekonomik yaşama aktarılmasına ihtiyaç duymayacaksınız. Görev şudur: ekonomik ve kamusal yaşamda özgürlüğü öne sürmek ve yaratmak ve zorluğun, güvenliksizliğin, eşyanın sahipliği değil de insan ve köle-sahipliğinin hâkimiyeti olan mülkiyetin ve tefecilik olan faizin lağvedilmesi için eşitlenmeden emin olmak.  Bir takas bankası yaratın!

Takas bankası nedir? Özgürlük ve eşitlik için dışsal bir biçimden, objektif bir kurumdan başka bir şey değildir. Kim faydalı bir işle uğraşıyorsa – çiftçi, esnaf, işçiler birliği – hepsi, basitçe, çalışmaya devam etmelidir. İşin örgütlenmeye, diğer bir deyişle otoriteler tarafından emredilmesine ya da millileştirilmesine ihtiyacı yoktur. Halkın ihtiyaç duyduğu her şeyin üretimi sırasında marangoz mobilya yapar; ayakkabıcı çizme yapar; fırıncı ekmek pişirir vs. Marangozsun, ekmeğin mi yok? Elbette ki fırıncıya gidip fırıncının ihtiyacı olmayan sandalye ve dolabı teklif edemezsin. Takas banka git ve siparişlerini ve ürünlerini evrensel geçerli çeke dönüştür. Proleterler, ücret için çalışmak üzere müteşebbise bundan böyle gitmek istemiyor musunuz? Bağımsız olmak mı istiyorsunuz? Fakat ne atölyeniz, ne aletleriniz ne de yiyeceğiniz mi var? Bekleyemiyorsunuz ve kendinizi hemen mi kiralamanız gerekiyor? Lakin müşterileriniz mi yok? Diğer proleterler, siz proleterler, hepiniz, sömürücü simsarların aracılığı olmadan ürünlerinizi birbirinizden satın almak istemez misiniz? Sonra kendi alım-satımlarınızdan emin olun, siz ahmaklar! Müşteri muteberdir. Müşteri bugün adlandırıldığı üzere paradır. Sıralama her zaman yoksulluk-kölelik-iş-ürün şeklinde olmak zorunda değil midir? Karşılıklılık, eşyanın yönünü değiştirir. Karşılıklılık doğanın düzenini yeniden sağlar. Karşılıklılık paranın kurallarını kaldırır. Karşılıklılık birincildir: çalışmak ve ihtiyaçlarını karşılamak isteyen tüm insanlara imkân veren, insanlar arasındaki ruhtur.

Proudhon, hiç suçlu aramayın, herkes suçludur, diyor. Bazıları köleleştirir ve diğerleri en temel ihtiyaçları alıp götürür ya da en az ihtiyacı geride bırakır yahut acenta ve denetmenler olarak köleleştiren efendilere hizmet eder. İntikam ruhu, öfke ya da yıkıcılıktan meydana gelmeyecektir, yeni toplum. Yıkım, yapıcı bir ruh ile gerçekleştirilmelidir. Devrim ve muhafaza etme birbirini dışlamaz.

Eski Romalıları taklit etmekten vazgeçin. Jakobit[1] diktatörlük rolünü geçmişte oynadı fakat tribünlerin büyük tiyatroları ile güzel davranışlar sizin toplumunuzu yaratmaz. Gerçek hayatta yürütülmelidir. Faydalı nesneleri yeterli miktarda yaparsınız; faydalı şeyleri adil dağılım ile tüketmek istersiniz; o halde doğru bir biçimde takas etmelisiniz. 

Çalışma ile yaratılmamış şeyin, der Proudhon, değeri yoktur; işçiler kapitalistlerin üstünlüğünü yaratmıştır ve siz yarattığınız değerleri saklayıp kullanamazsınız çünkü siz yalıtılan ve mal sahiplerinin servetini artıran ve böylelikle onlara köleler ve mülk üzerinde iktidar sağlayan mülksüz insanlarsınız. Fakat bu durumda o, sadece imtiyazlının elindeki birikmiş malın mevcut stoklarına bakmanın ve de bunları sadece siyaset ya da şiddet yoluyla onlardan almayı düşünmenin ne kadar çocukça olduğunu söyleyebilir. İşçiler tarafından yaratılan değer her zaman değişir, her zaman dolaşımdadır. Bugün değer, kapitalistten tüketici olarak işçi aracılığıyla kapitaliste geri döner; değer, kapitalistten tüketici işçilere gitsin fakat onlardan tekrar kapitalistlere değil, aynı işçilerin, üreten işçilerin ellerine dönsün diye kendinizin karşılıklı davranış biçimini dönüştürerek yeni kurumlar tesis edin.

Proudhon tüm bunları, benzersiz bir güçle, ciddiyet ve coşkunluğun, tutkunun ve objektifliğin büyük bileşimi ile kendi halkına söylemişti. Proudhon, devrim, çözülme, geçiş ve kapsayıcı ve temel önlemler olasılığı anında yeni toplumu yaratacak, hükümetin son yasası olacak ve hükümeti söylendiği gibi geçici hükümet yapacak bireysel adımları ve kararları önermişti.  

Ses oradaydı fakat dinleyiciler yoktu. Doğru zaman oradaydı fakat geçip gitti ve şimdiyse sonsuza dek yok oldu.

Proudhon biz sosyalistlerin yeniden keşfettiği şeyi; sosyalizmin her zaman mümkün ve her zaman imkânsız olduğunu biliyordu. Sosyalizm, doğru insanlar onu istediğinde diğer bir deyişle onu eyleme koyduğunda mümkündür ve insanlar onu istemediğinde ya da sözüm ona onu isteyip ona göre harekete geçemediğinde imkânsızdır. O yüzden bu adamın sesi duyulmadı. İnsanlar onun yerine incelediğimiz ve reddettiğimiz yanlış bilimi sunan, sosyalizmin kapitalist büyük sanayinin doruk noktası olduğu ve çok az kapitalistin şimdiden neredeyse sosyalist olmuş kurumların özel mülkiyetine sahip olduğunda geldiğini, böylelikle birleşmiş proleter kitlelerin özel mülkiyeti toplumsal mülkiyete geçirmesinin kolay olacağını öğreten bir başka sesi duydu.       

Sentez adamı Pierre Joseph Proudhon yerine, analiz adamı Karl Marx duyulmuş ve dolayısıyla çözülme, çürüme ve çöküşün devam etmesine izin verilmişti.

Analiz adamı Marx, kendi kelime haznesinde hapsedilen sabit, katı kavramlarla çalıştı. Bu kavramlarla Marx, gelişim yasasını açıklamak ve adeta zorla kabul ettirmek istedi.

Sentez adamı Proudhon kapalı kavramsal kelimelerin yalnızca daimi devinim için sembol teşkil ettiklerini bize öğretti. Kavramları akan devamlılık içerisinde eritti.

Görünürde sıkı olan bilimin adamı Marx, gelişmenin yasa koyucusu ve dikte edeni idi. Bununla ilgili beyanlarda bulundu. Ve kendisi gelişimi belirlediğine göre o kesin olmalıydı. Olaylar bitmiş, kapalı, ölü bir gerçeklik gibi hareket etmeliydi. Bu yüzden Marksizm bir doktrin ve adeta dogma şeklinde var olur.

Proudhon, şey-kelimeleriyle ilgili hiçbir sorunu çözmeyi istememiş; hareketleri belirleyen kapalı şeyler ve ilişkiler, apaçık bir varlık, oluş, kaba görünürlük, görünmez değişim yerine ve son olarak – en olgun yazılarında – toplumsal ekonomiyi psikolojiye dönüştürmüştür. Öte yandan psikolojiyi de kaba bireysel psikolojiden – ki bireyden yalıtılmış bir şey çıkarır – insanı bir dizi sonsuz, bölünmez ve ifade edilemez oluş şeklinde tasavvur eden toplumsal psikolojiye dönüştürmüştür. Bu bakımdan Proudhonizm diye bir şey yoktur, sadece Proudhon vardır. O halde Proudhon’un belli bir an için hakikatle ilgili söyledikleri, şeylerin on yıllardır devam etmesine izin verildiği günümüzde, artık uygulanamaz. Geçerli olan yalnızca Proudhon’un düşüncelerinde baki olandır; kendisine ya da geçmiş herhangi bir tarihsel ana körü körüne dönmek için hiçbir girişimde bulunulmamalıdır.  

Marksistlerin Proudhon hakkında söyledikleri, yani onun sosyalizminin küçük burjuva ve küçük çiftçi sosyalizmi olduğu, bizim de tekrar etmemize izin verin, tamamen doğrudur ve onun en yüksek unvanıdır. Onun sosyalizmi, diğer bir ifadeyle, 1848 ila 1851 arası sosyalizmi, Fransız halkının 1848 ila 1851 arası sosyalizmidir. O anda mümkün ve gerekli olan sosyalizm idi. Proudhon, bir Ütopyacı ya da bir peygamber değildi; bir Fourer de değildi, Marx da. Eylem ve kavrama adamı idi.

Burada açıkça 1848-1851 yıllarının adamı olan Proudhon’dan bahsediyoruz. Bu adam şöyle söylemişti ve yaşadığı çağ onun böyle söylemesi için teşekkül etmişti: “Siz devrimciler, eğer bunu yaparsanız, büyük dönüşümü başaracaksınız.”

1848 yılının adamından olduğu kadar öğrenecek şeyimiz olan sonraki yılların adamı, devrimden sonra söylediği devrimci konuşmaları, beyhude melodramatik ya da pornografik bir öz-taklit ile tekrar etmeyi istemedi. Her şeyin kendi zamanı vardı ve devrim sonrasındaki her an, geçmişin büyük anında yaşamları durmamış herkes için devrim öncesi zamandı. Proudhon, aldığı pek çok yaradan kaynaklı kanamaya rağmen yaşamaya devam etti. O zaman şunu sordu kendisine: “Ben, eğer yaparsanız dedim; fakat neden yapmadılar?”  Cevabını buldu ve sonraki çalışmalarında bu cevabı yazdı. Bu cevabın bizim dilimizdeki karşılığı şudur: “Çünkü ruh yoktu.”

Ruh, o zaman da yoktu ve 60 yıldır da yok ve hiç olmadığı kadar derine batıp kayboldu. Şu ana kadar gösterdiğimiz her şey bir cümle ile özetlenebilir: Tarihte öngörülen sözüm ona doğru anı beklemek bu hedefi daha da uzak bir tarihe ertelemiş ve bulanık bir karanlığa itmiştir; ilerlemeye ve gelişmeye duyulan güven gerilemenin adı idi ve bu “gelişme” dış ve iç koşulları yozlaşmaya daha da çok adapte etti ve büyük değişimi hiç olmadığı kadar uzak kıldı. Marksistler, insanlar kendilerine inandığı sürece “Henüz zamanı değil!” derken haklı olacaklar ve asla daha az değil, her zaman daha fazla haklı olacaklar. Bir deyişin, bu deyiş söylendiği ve çabucak duyulduğu için doğru olduğunu söylemek yaşamış ve meydana gelmiş en korkutucu çılgınlık değil midir? Ve herkesin oluşu, sanki nihai, tamamlanmış bir oluşmuş gibi ifade etme girişiminin, insanların zihinlerinde bunun güç kazanması halinde biçim ve yaratıcılığın güçlerini eninde sonunda zayıflatmak zorunda olduğunun farkına varması gerekmez mi?

Marksizme yılmadan saldırmamızın sebebi budur. Bu yüzden işin peşini bırakamayız ve ondan tüm kalbimizle nefret etmeliyiz. Marksizm bir tarif ve bilim değildir. Öyleymiş gibi davranmaktadır; fakat acizliğe yadsıyıcı, yıkıcı ve sakatlayıcı bir çağrı, irade eksikliği, teslimiyet ve kayıtsızlıktır. Sosyal Demokrasi’nin detaylar üzerinde arı-gibi çalışması – laf arasında söyleyelim Sosyal Demokrasi, Marksizm değildir – bu yetersizlik onun yalnızca öteki yüzüdür ve yalnızca sosyalizmin orada olmadığını ifade eder zira sosyalizm küçük ve büyük meselelerde bütünü hedefler. Bu tür bir detaylı olmayan çalışma sadece kasırgadaki bir kuru yaprak gibi mevcut anlamsızlığın döngüsünde, sadece pratiğe geçirilen, sürüklenişi reddedilecektir.

Özellikle detaylara hevesli olan ve Marksizm eleştirileri sıklıkla bizim eleştirilerimizle örtüşen sözde revizyonistler – bu eleştirileri büyük ölçüde anarşistlerden, Eugen Dühring ve diğer bağımsız sosyalistlerden almış olmaları da şaşırtıcı değildir – asıl taktikleri olarak adlandırılabilecek bir şeylere tedricen âşık oldular. Bu şekilde Marksizm ile birlikte sosyalizmi de, neredeyse son izine kadar reddettiler. Şu anda kapitalist toplumda işçi sınıfını parlamento ve ekonomik araçlar üzerinden teşvik edecek bir parti kurma sürecindeler. Marksistler, Hegel tarzında bir ilerlemeye inanırken, revizyonistler Darwin tarzı bir evrimin taraftarıdırlar. Artık felakete ve aniden oluşlara inanmıyorlar; kapitalizmin ani bir devrim ile sosyalizme dönüşmeyeceğine fakat tedricen daha katlanılabilir bir biçim alacağına inanıyorlar.

Bunlardan bir kaçı sosyalist olmadıklarını kabul etmeyi tercih edebilir ve parlamentarizme ve parti politikalarına, oy toplamaya ve monarşizme adaptasyonlarında şaşırtıcı bir biçimde başarılı olabilirler. Diğerleri ise kendilerini hala tümüyle sosyalist olarak görebilir. Bunlar, işçilerin özel durumlarında, sözde endüstriyel anayasalcılık sayesinde işçilerin üretimdeki payında ve tüm ülkelerde demokratik kurumların genişlemesi sayesinde kamusal ve yasal koşullarda daimi, yavaş ve fakat durmayan bir iyileşme gördüklerine inanırlar. Hem kabul ettikleri hem de kısmen sebep oldukları Marksist doktrinin başarısızlığı üzerinden kapitalizmin hâlihazırda sosyalizm yolu üzerinde bulunduğunu ve bu gelişmeyi enerjik bir biçimde teşvik etmenin de sosyalistlerin görevi olduğu sonucunu çıkarırlar.  Bu görüşleriyle, Marksizm’in ilk başta söylediği şeyin çok da uzağında düşmezler. Sözüm ona radikaller de her zaman aynı yol üzerindeydiler ve sadece bu görüşün devrimcilikle kırbaçlanmış ve bir araya gelmiş seçmen kitlelerine söylenmemesi dileğine sahiptirler.

Marksistlerin revizyonistlerle olan gerçek ilişkisi şu şekildedir: Marx’ın ve onun en iyi havarilerinin aklında, koşullarımızın tamamı kendi tarihsel bağlamları içerisinde yer aldığı ve bunların genel kavramlar altında toplumsal yaşamımızın detaylarını düzenlemeye çalıştığı vardır.  Revizyonistler, yerleşik genellemelerin yeni doğan gerçekliklerle örtüşmediğini çok net gören fakat yine de çağımızı külliyen, yeni ve temelde farklı bir şekilde anlamaya ihtiyaç duyan karakteristik şüphecileridirler. 

Marksizm, bir süre için, çok sayıda ıskat edilmişin kendi yoksulluğunun, doyumsuzluğunun farkına varmasına ve topyekûn bir değişim için ideal bir haleti ruhiyeye yol açmıştır. Bu süremezdi çünkü söz konusu bilimsel aptallığın ektisi altında kitleler beklemeye yönelmiş ve herhangi bir sosyalist faaliyet yapamaz hale gelmiştir.  Bu şekilde, kitleler, siyasi ve demagojik yöntemlerle sürekli cesaretlendirilmemiş olmasalardı, tedrici bir dinginlik ve sakinlik çoktan kitlelere geri dönerdi. Revizyonistler erken kapitalizmin en kötü barbarlığının ortadan kalktığını, işçilerin proleter koşullara daha da alıştığını ve kapitalizmin hiçbir şekilde kendi çöküşüne yakın olmadığını şimdilerde görüyorlar. Elbette bizler, bunların tamamında,  kapitalizmin sürdüğü muazzam tehlikeyi görüyoruz. İşin aslı, işçi sınıfının durumu – bir bütün olarak görüldüğünde – iyileşmemiştir. Aksine yaşam daha da zor ve nahoş bir hal almıştır. O kadar nahoş bir hale gelmiştir ki işçiler neşesizleşmiş, ümitsizleşmiş ve ruh ve karakter bakımından yoksullaşmıştır. Fakat en önemlisi sosyalizm için mücadele, doğru mücadele, münhasıran acıma hislerine ya da öncelikle belli bir insan sınıfının kaderine bağlı olmaz. Toplumun temellerinin tümden dönüşümü ile ilgilidir. Hedefi yeni bir yaratımdır.

Bizim işçilerimiz bu halet-i ruhiyeyi giderek kaybetmiştir (zira hiçbir zaman halet-i ruhiyeden daha fazlası olmamıştır),  çünkü Marksizmde çözülme ve iktidarsızlık unsurları başından itibaren öfke kuvvetlerinden daha güçlüydü ve herhangi bir olumlu içerikten de yoksundu. İşçi sınıfının, Tanrının ya da tarihsel zorunluluk gereği gelişimin seçilmiş insanları değil, daha ziyade en şiddetli acı çeken insanların bir kısmı olduğunu hâlihazırda bilenler açısından revizyonizm fenomeni ve onun hoşgörülü şüpheciliği sadece eylemsizlik, kararsızlık ve kitlelerin rehaveti üstündeki “ideolojik üstyapı”dır ve işçi sınıfı sefalete eşlik eden ruhsal değişimler yüzünden bilgi elde etmeyi en zor iş olarak görecektir. Bu alandaki tüm genellemelerden kaçınmak en iyisidir. İşçi sınıfı oldukça farklıdır ve acının çok farklı insanlar üzerinde her zaman çok farklı etkileri olur. Fakat acının büyük kısmı birinin kötü durumunun kavranmasıdır ve en azından bu ölçüde hiç acı çekmemiş kaç proletarya vardır!

Devrim başarısız olduktan sonraki zamanlarda, devrimden önceki bu altmış yıl boyunca,  ilişkilerin nasıl değiştiğini biliyoruz. Bunlar kapitalizmin uyumunun, proleterleşmenin on yılları idi ve pek çok açıdan hâl-i hazırda kalıtsal hale gelmiş gerçek bir adaptasyondu. İnsanlar arasındaki ilişkilerde bozulma vardır ki bireysel insanlara ait pek çok bedenin şimdiden fark edilir bir biçimde çürümesine dönüşmüştür.

Burada bahsettiğimiz muazzam bir tehlikedir. Marksistlerin düşündüğü gibi sosyalizmin gelmek zorunda olmadığını söyledik. Şimdi şunu söylüyoruz: çeşitli halklar tereddüt etmeye devam ederse, kendileri açısından sosyalizmin bundan böyle hiç de mümkün olmadığı zaman gelebilir. Buna rağmen insanlar birbirine karşı çok aptalca, çok alçakça hareket edebilir. Tümüyle esarete teslim olabilir ve kendi gaddarlıklarını kabul edebilir: Tüm bunlar insanlar arasında bir şeydir, kendilerine kararlı, canlı duyguların hizmet etmesi halinde işlevsel ve gelecek nesilde ya da hâlihazırda yaşayan insanlarda değiştirilebilen bir şeydir. Toplumsal ya da genellikle söylendiği gibi psikolojik ilişkiler meselesi olduğu müddetçe bu durum henüz kötü değildir. Kitlesel sefalet, yoksulluk, açlık, evsizlik, psikolojik yılgınlık ve ahlak bozukluğu ve zevk düşkünlüğü, aptalca lüks, militarizm, ruhsuzluk – hepsi, oldukları halleriyle kötüdürler, isabetli bir doktor gelirse yaratıcı ruhtan, büyük devrimden ve yenilemeden (regeneration) çıkarsa bunları tedavi edilebilir. Fakat tüm zorluk ve baskı ve ruhsuzluk insanlar arasında bir şeyler olmaktan çıkarsa, ruhta bulunan ilişkiler bozulursa, adına ruh dediğimiz insanlar arası ilişkiler kompleksine bundan böyle rahatsızlık vermezse, kronik yetersiz beslenme yerine, alkolizm, uzun süreli acımasızlaşma, sürekli tatminsizlik, akut ruhsuzluk (ki ruh ve sosyal yapı açısından önemi, ağı açısından örümceğin önemi gibidir) bireysel bedenlerde kapsamlı etkilerle birlikte değişimlerle sonuçlanırsa, o zaman hiçbir çare yardımcı olamayacaktır ve halk ya da halkların tüm kesimleri yıkıma mahkûm olabilecektir. Halkların her zaman yok olması gibi, onlar da yok olacaktır: diğer, sağlıklı halklar bunların efendileri olur ve halkların karışımına dönüşür ve hatta bazen de kısmi imha yaşanır – eğer, en azından diğer, sağlıklı halklar hala yaşıyorsa. Kimse uluslar tarihinin ilk dönemlerinden analojilerle ucuz oyunlar oyamamalıdır. Çünkü zamanı geldiğinde, şeyler, gene, sözde ulusların göçü denilen zamanlarda yaptıkları gibi ilerlemek zorunda değildir. İnsanoğlunun başlangıç zamanlarında yaşıyoruz ve bu yeni başlamış insanoğlunun sonunun başlangıcı olabileceği tümüyle göz ardı edilemez. Belki de hiçbir çağ gözlerinin önünde dünyanın sonunun bu kadar tehlikeli bir biçimde belirdiğini biziler kadar görmemiştir.

Gerçek ilişkiler kompleksi bakımından insanoğlu, dışsal bağlarla ve içsel çekimle ve ulusal sınırları aşan dürtüyle bir arada duran bir dünya toplumu elbette ki henüz mevcut değildir. Fakat bunun vekilleri oradadır ve bunlar bir ersatz’dan daha fazlası olabilir. Bunlar, başlangıç olabilir: dünya pazarı, uluslararası anlaşmalar ya da hükümet politikaları, uluslararası örgütler ve çeşitli türde kongreler, küre çevresinde trafik ve iletişim, bunların hepsi, eşitlik olmasa bile, en azından çıkarların özümsenmesini, gelenekleri, sanatı veya sanatın modaya uygun yedeğini, teknoloji ruhunu, siyasi biçimleri daha da çok yaratmaktadır.  İşçilere de bir ulustan diğerine giderek daha fazla ödünç verilmektedir. Dahası tüm ruhsal gerçeklikler – din, sanat, dil, genelde ortak ruh – orada ikişerli bulunmaktadır ya da bize doğal bir zorunluluk gereği ikişer ( birincisi birey ruhunda nitelik olarak ya da meleke olarak ve ikincisi insanlarla yaratıcı örgütler ve birliklerin iç içe geçtiği bir şeyler olarak) görünmektedir. Tüm bunlar özensiz bir biçimde ifade edilmiştir. Geçiş yaparken düzeltilebilecek olan hemen yapılacaktır fakat bu zamanda bu dil eleştirisi uçurumunun ve fikirler teorisinin (ikisi de birbirine aittir) derinine inemeyiz. Tüm bunlara şunu söylemek için değinildi: medeniyet (humanitas), humanité, humanity ve beşeriyet ki bunlara şimdilerde göstermelik merhametli bir lütuf, zayıflatılmış ve derinlik yoksunu bir ifade ile “insaniyet”(humaneness) diyoruz – tüm bu kelimeler, aslen sadece bireyde yaşayan ve hükmeden insanoğluna atfedilmekteydi. Bir zamanlar, en azından Hıristiyanlığın tam zamanında çok güçlü bir şekilde vardı, fiziken çokça hissediliyordu. Özdeş toplum olarak mütekabiliyet bireyde temerküz eden ve bireyler arasında büyüyen beşeriyete geldiğinde ancak dışsal anlamıyla gerçek beşeriyete varabileceğiz. Bitki tohumunda bulunur, tıpkı, tohumun, atalarına ait bitkilerin sonsuz zincirinin cevheri olması gibi. İnsanoğlu hakiki varlığını bireyin insaniliğinden alır. Bireyin insaniliğinin sadece geçmişin sayısız neslinin varisi olması da tıpkı böyledir. Olan şey oluştur, küçük evren (mikrocosm), evrendir (macrocosm). Birey halktır, ruh toplumdur, düşünce birlik bağıdır.

Fakat bildiğimiz birkaç bin yıllık tarihte insanoğlu ilk kez tam anlamıyla ve tam kapsamlı olarak haricen birleşmek istiyor. Yeryüzü neredeyse tümüyle keşfedildi, çok geçmeden neredeyse tamamı iskân edilecek ve buralara sahip olunacaktır. Şu anda ihtiyaç duyulan şey, bildiğimiz insan dünyasında daha önce hiç var olmamış gibi bir yenilenmedir. İşte bu, bizi çok daha fazla etkilemesi gereken bu yeni şey, zamanımızın belirleyici özelliğidir. Tüm dünyada insanoğlu yaratılmak istemektedir ve bunu, eğer birleşmiş insanoğlunun başlangıcı, sonu olmayacaksa, insanoğlunun başına güçlü bir yenilenme geldiği o anda istemektedir. Önceden bu tür bir yenilenme genellikle geri kalandan ve kültürel karışımdan ortaya çıkan yeni halklar ile ya da göç alan yeni ülkelerle özdeşti. Halklar birbirine ne kadar çok benzerse ülkeler o denli yoğun iskâna tabi oluyordu ve dışarıdan veya içeriden bu tür bir yenilenme için umut da o kadar az oluyordu. Hâlihazırda kendi halklarımızdan ümit kesmek isteyenler ya da en azından zihinlerin radikal yenilenmesi için dış dürtünün ve canlı enerjinin dışarıdan, şifalı uykularından yeni uyanmış eski halklardan gelmesi gerektiğine inananlar, hala, Çin, Hindu ya da belki Rus halkları için umut inşa edebilir. Bazıları, çocuksu Kuzey Amerikan barbarlığı arkasında belki de hala saklı kalmış bir idealizmin ve fevkalade patlak verecek coşkun bir ruha ait fazla enerjinin olduğunu yine de ümit edebilir. Ancak 40 ya da 50 yaşlarında olan bizlerin bu romantik beklentiler yüzünden gene de hayal kırıklığı yaşayacağımız ve Çinlilerin Batıyı taklitte Japonya’yı takip edeceği, Hinduların salt çürüme kanallarına hızlıca geri kaymak, vs. için yükseleceği akla yatkındır. Asimilasyon çok hızlı ilerlemektedir. Medeniyet ve medeniyetle birlikte gerçek fiziki ve psikolojik çöküş yayılmaktadır. 

İhtiyacımız olan cesareti ve ivediliği elde etmek için kendimizi bu boşluğa bırakmalıyız. Bu sefer yenilenme bilinen herhangi bir zamana kıyasla daha güçlü ve farklı olmalıdır. Sadece kültür ve beraberinde yaşamın insani güzelliğini arıyor değiliz. Bir çare arıyoruz; kurtuluş arıyoruz. Yeryüzünde bugüne kadar var olmuş en büyük dışsal katman yaratılmalıdır ve bu katman, imtiyazlı tabakada – küresel insanoğlu – şimdiden hazırlanmaktadır. Yine de bu, harici bağlarla, anlaşmalarla ve hükümetsel yapı ya da korkunç buluş olan dünya devleti ile gelemeyecek, ancak en küçük grupların, yukarıdaki tüm toplulukların yeniden tesis edilmesi ve en bireysel bireyselcilik ile gelecektir. Şümullü bir toplum inşa edilmeli ve inşa küçük ölçekte başlamalıdır; tüm mıntıkalara uzanmalıyız ve bunu da ancak çok derin kazarsak yapabiliriz zira bundan böyle dışarıdan daha fazla yardım gelemez. Artık işgal edilmemiş hiçbir toprak yoğun kalabalık halkları yerleşmeleri için davet etmeyecektir; insanoğlunu tesis etmeliyiz ve bunu ancak insanilikte bulabiliriz. Bunun da sadece bireylerin gönüllü ilişkisinde ve doğal olarak birbirlerine yakınlaşan, aslında bağımsız insanlar topluluğundan yükselmesini sağlayabiliriz.

Ancak şimdi biz sosyalistler rahat bir şekilde nefes alıp kaçınılmaz zorluğu, görevimizi, varlığımızın bir parçası olarak kabul edebiliriz. Şimdi, fikrimizin bizim benimsediğimiz bir fikir değil de bizi seçim yapmaya – ya peşinen insanoğlunun gerçek yıkımını tecrübe etmeye ya da bu yıkımın çevremizde aşınan başlangıçlarını seyretmek veya kendi eylemimizle yükselişin ilk başlangıcını yapmaya – sevk eden çok güçlü bir dürtü olduğunu içten bir kesinlikle hissediyoruz.

Burada muhtemel bir gerçekliğin bir kuruntusu olarak tehdit etmesine izin verdiğimiz dünyanın sonu elbette ki neslin ani olarak tükenmesi değildir. İçinde karşı konulamaz türde bir kaide bulma eğilimi ve analojiye karşı uyarıda bulunuyoruz çünkü kimi çöküş dönemlerinin ardından gelen büyük dönemleri biliyoruz. Durumu gözümüzde canlandırdığımızda, hangi emsalsiz hızla ulusların ve sınıfların bu kapitalist medeniyette birbirine daha da benzer hale geldiğini;  proleterlerin nasıl sıkıcı, uysal, kaba, dışsal ve artan ölçüde alkolik olduğunu; dinlerini kaybetmeleri ile her tür içsel hissi ve sorumluluğu nasıl kaybettiklerini; tüm bunların fiziki etkilerinin nasıl olduğunu; üst sınıfların siyaset, kapsamlı görüş ve belirleyici eylem açısından güçlerini nasıl kaybettiğini; sanatın züppelik, modaya uygun değersiz ve arkeolojik ve tarihsel taklit ile nasıl ikame edildiğini; nasıl eski din ve ahlak ile her sıkı standardın, her kutsal ittifakın, her karakterin sağlamlığının kaybedilmekte olduğunu, kadınların yüzeysel kösnüllük ve renkli, dekoratif şehvet girdabına nasıl çekilmekte olduğunu; doğal düşünülmemiş nüfus artışının tüm halk katmanlarında azalmaya nasıl başladığını ve bilim ve teknolojinin rehberliğinde çocuksuz seks ile ikame edildiğini; sorumsuzluğun, hâkim koşullar altında neşesiz iş yapmayı artık kaldıramayan proleterlerle vatandaşlar arasındaki tam da en iyi unsurları nasıl istila ettiğini görüyoruz. Eğer tüm bunların toplumun her katmanında nevroza ve histeriye dönüşmeye başladığını nasıl görüyorsak, o zaman kişi, iyileşme için, yeni kurumların yaratılması için kendisini toplayacak olan halkın nerede olduğunu sormalıdır. Vaktiyle çürüyen rafine medeniyetten ve taze kandan yeni bir başlangıç çıktığı gibi, yeniden yükselişe geçeceğimize dair kesin, yanılmaz işaretler var mıdır? İnsanoğlunun, sonradan olacağı şey: ulusların sonu için geçici, kusurlu bir kelime olmadığı kesin midir?  Şimdiden yoz, pervasız ve köksüz kadınlar ve onların erkek eşleri hafif meşrepliği yere göre sığdıramıyor ve aileyi, çeşitli, özgür ve sınırsız birliktelik hazzıyla, babalığı da annelik devlet sigortası ile ikame etmek istiyorlar. Ruh özgürlük ister ve onu içerir. Ruhun böyle birliktelikleri aile, kooperatif, profesyonel grup, topluluk ve ulus olarak yarattığı yerde özgürlük vardır ve insanoğlu da burada vücut bulabilir. Fakat ruhun yerini almış tahakkümün, cebri kurumlarında ruh yerine şimdilerde neyin köpürmeye başladığını biliyor muyuz, bu ikameye katlanabileceğimizden emin olabilir miyiz? Ruhsuz özgürlük, kösnül özgürlük, sorumsuz haz özgürlüğü? Ya da tüm bunların kaçınılmaz sonucunun en dehşetli eziyetler ve yalnızlık, en dermansız zayıflık ve hissiz umursamazlık mı olacak? Acaba bir coşkun duygu ve yeniden doğuş anı ve büyük kültürel topluluklar federasyonu devrinin anını hiç yaşayacak mıyız? Şarkıların insanlarda yaşadığı, kulelerin birliği ve coşkuyu cennete taşıdığı ve ruhlarında halkın temerküz ettiği insanları yüceltmek suretiyle büyük işlerin halkın büyüklüğünü temsil etmek için yaratıldığı zamanlar hiç olacak mı?

Bilmiyoruz ve bu yüzden buna teşebbüs etmenin görevimiz olduğunu biliyoruz. Geleceğin sözde biliminden şu anda tamamen kurtulduk. Sadece hiçbir gelişme yasası olmadığını biliyor değiliz. Güçlü tehlikeyi, şimdiden çok geç kalmış olabileceğimizi, tüm teşebbüslerimizin ve eylemlerimizin belki de artık yardımcı olamayabileceğini dahi biliyoruz. Ve bu yüzden kendimizdeki, tüm bilgilerimizdeki son bağlarımızı da atıp kurtulduk, daha fazlasını biliyor değiliz. Tarif edilmemiş ve belirsiz bir şeyler önünde ilkel bir adam gibi duruyoruz. Önümüzde hiçbir şey yok ve her şey yalnızca kendi içimizde var: bizde gelecekteki insanoğlunun değil geçmişteki insanoğlunun realitesi ya da etkinliği var; dolayısıyla bu realite ya da etkinlik aslen içimizde var. Başarı bizim içimizdedir. Bizi yolumuza koyan aldatılamaz görevimiz içimizdedir. Yapılanın ne olması gerektiğinin imgesi içimizdedir. Süflilik ve sefaleti geride bırakma ihtiyacı içimizdedir. Adalet hiç şüphesiz ve amansız içimizdedir. Karşılıklı yanıt arayan ahlak ve herkesin çıkarını tanıyan akıl içimizdedir.

Burada yazıldığı gibi hissedenler, en büyük cesareti en büyük ihtiyaçtan doğanlar, her şeye rağmen yenilenmeye teşebbüs etmek isteyenler – şimdi onların toplanmasına izin verin; çağrılanlar onlardır; uluslara ne yapılması gerektiğini söylemeleri ve halkların işe nasıl başlayacaklarını göstermeleri için onlara izin verin.

Çev: Nesrin Aytekin

İtaatsiz.org’un notu: Bu makale serisi Türkçede itaatsiz.org’da hakkında yayınlanmış kısa bir biyografik yazı dışında (Gustav Landauer’in Komüniter Anarşizmi – Larry Gambone) başka yazı ve eseri bulunmayan Komüniter ve mistik temayüle sahip anarşist Gustav Landauer’in “Sosyalizme Çağrı” kitabıdır. Bu eserinin şimdiye kadar kitap olarak basılması “Marksizm” hayranı bazı yobaz kafalardan dolayı mümkün olmadı. Çevirisini Nesrin Aytekin’in diliyle burada sunuyoruz. 


[1] İngiltere kralı 2. James yanlısı.

Views: 170

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz