Elimizde yakın zamanda Türkçe’ye çevrilmiş bir kitap var. Kitapta benim üzerine yazmayı düşündürecek ve yazdıracak temel öğe zamanımızın Türkiyeli insanlarının davranış ve hareket etme saiklerini anlamaya neden olacak işaretler barındırması… Bir antropoloji ve etnoloji çalışması olması nedeniyle insan malzemesini insan hallerini yansıtması elbette beklenir bir durumdur. Burada farklı olan – yazarın da belirttiği gibi – direnişler ve mücadelelerin özneleri olan tarafı ele alması değil tam da öbür taraftan – antropolojide aşina olduğumuz primitif toplumları insanın doğal ve otantik hali olarak anlayan kimi anarşist ya da anti-otoriter anlayışlardan farklı olarak cemaatleri değil – insan yaşamında kent yaşamı içinde yer alan ve devlet fikriyatına aşina ve devlet fikrini onaylayan ve hatta üreten ve yaşatan hallere vurgu yapmasıdır.
Bunun için 1990’ların Türkiye’sinde toplumun siyasal konumlanışlarına göre dizilimi ve bu dizilimde karşılıklı söylem ve fantazmalarla siyasal ve toplumsal kimliklerini oluşturmalarını/kurmalarını ve bu süreci örnek ve gerçek kişiler üzerinden ele almaktadır.
1990’lara damgasını vuran Atatürkçü sekülerler ve İslamcılar arasındaki gerilim, Darbe tehlikesi ve korkusu, Güney Doğu Anadolu ve Suriye- Irak ve nispeten İran’ı da içine alan Kürt ayaklanmaları, bundan gerekçesini alan devletin katliamları ve Kürt örgütlerinin karşılıklı katliamları ve gene bu ortamın getirdiği kaotik ortamın etkisi ile oluşan devletin kendi çizgisinin dışına çıkması – tüm devletlerin kendi çizgisi dışına çıktıkları çeşitli örneklerle variddir – genel siyasal ortam ve atmosfer için söylenebilecek birkaç şeydir.
Kitap kaba olarak bu durumlara değinirken insan malzemesini özellikle İstanbul özelinde hal-i pür melalini tahlil etmeye çalışmaktadır.
Atatürkçü ve devletin ve “ülkenin” sahibi olan sekülerlerin İslam, şeriat ve din algısının – asla gerçek olan nedir tartışmasına girmeden – İslamcı kesimin, özellikle dönemin Refah Partisi taraftarlarının – örtünmeden feminizme – kendi yaşam biçim ve davranışlarını nasıl kurduklarına dair izler vermektedir.
Bir reaksiyon olarak İslamcı anlayışların kendi pazarını nasıl yarattığını izlemek de ilginç bir deneme olsa gerektir. “Modern” bir giyim olan türbanın çeşitli İslamcı şirketler vasıtasıyla yaygınlaşması ve siyasal bir örtü ve simge haline gelmesi ve türban defileleri, manken ve izleyicilerine dair gözlemler hayli ilginç sonuçlara neden oluyor.
Kitabın ikinci bölümü “Devlet İçin Fantaziler” adını taşıyor ve bu bölüm gene 1990’ların entelektüel ikliminde yaygın olan “sivil toplum” “devlet” ayrımına dair eleştirel bir açılma ile devam ediyor.
Yazar “Sivil toplum” “devlet” ayrımının kaba bir formül olarak durmasını devletin sivil toplum kuruluşlarını ve “sivil” hareketleri hareketi geçirişini ve “sivil toplum”un devleti fantazmalarında nasıl yarattıklarını “asker uğurlaması”, “Bayrak törenleri” vb.ni örnekleriyle işliyor.
Bu anlatıda iki farklı örnek kanaatimce en dikkate değer olanlarıdır. Birincisi Adil düzen sloganları ve anlatılarıyla iktidara gelen Refah Partisi’nin doğrudan demokrasi “uygulamalarına” yazarın birinci elden şahitlik etmiş olması hayli ilginçtir. Programının esasını oluşturan yerinden yönetim ve doğrudan demokrasinin Kağıthane örneği aslında doğrudan demokrasi denen şeyin yöneticiler ve parti bürokratları ile yürütüldüğünü işaret ediyor.[1]
Demokrasi ve özellikle doğrudan demokrasi sloganları tüm naifliği ile sempatik bir önerme olarak ortada dururken bunun seçim, oy ve bürokratik mekanizmalarca kullanımını bir daha görmek şaşırtıcı olmasa da bunun Refah Partisi gibi bir parti tarafından slogan düzeyinde dahi olsa uygulanmaya çalışılması başka bir şaşırtıcı vaka olarak düşünülmelidir. Elbette ki Refah Partisi’nin İslamcılık ideolojisi etrafında İslam tarihi ve kültüründe var olan Şura fikrinden hareketle doğrudan demokrasiye sahip çıkmış olduğunun farkındayım.
Bir diğer örnek ise Atatürk kültüne dair olandır. Kitabın son bölümünde ise oluşturulan Atatürk kültünün olduğu ve İslamcılara karşı “Tehlikenin farkında mısınız” sloganları ile “Kamusal” alanda yer sekülaristler ya da Laikçiler tarafından adeta bir evliya, aziz ya da mehdi olarak algılamalarının sonucu oluşturdukları ritüellere dairdir.
Zaten bu bölümün alt başlıklarına bakınca yazarın neye temas ettiğini anlamak mümkün: “Şeytanı durduran bir haç gibi”, “Bir azizin türbesine ziyaretler”, “Ruh çağırmak”. Atatürk’ün portresinin günün belli saatlerinde dağın bir yamacına vurmasına halk ve medyanın verdiği mistik anlamın yorumlanması ise bir başka vaka olarak kitapta yer almakta.
Sonuç olarak:
Anlaşılabileceği gibi oldukça yetkin bir çalışma ile karşı karşıyayız fakat kitabın bir yerinde yazarın Tarihsel Materyalizm taraftarlığı kitabın bütünüyle uyumlu gibi görünmemektedir. Karşımızda bilmediğim[iz] Walter Benjamin’in reddettiği ve kitapta adı geçen Gershom Scholem’in dahi bittiğini söylediği bir Marxizm, Tarihsel Materyalizm biçimi mi var anlayamadım. En azından Karl Popper’in Tarihsel Materyalizm eleştirilerini hatırlamak yerinde olur.
Kitabın teorik olarak vurgu yaptığı yeri Yael Navaro şöyle ifade ediyor:
“Peter Sloterdijk ve Slavoj Zizek’in izinden giderek, tarihsel olarak spesifik bir bağlamı olan çalışmamda, “sinizm” hislerin ortak temeliydi. ‘Sinizm’, günümüz Türkiye’sinde politik olarak kamusal alanda tecrübe edilişini tarif etmektedir. Sinizmin hem devlet fetişizmini hem de halkın günlük devlet eleştirilerini kapsadığını düşünmekteyim. Tıpkı kendini doğrulayan kehanet gibi, sinizm 1990’larda Türkiye’de kamunun ve onun günlük alışkanlıklarının habitusudur (Bourdieu, 1991) ve neredeyse herkes, eğer kafalarını kuma gömmemişlerse, devletin bir bütün olmadığını gördüğü halde devletin kendini tekrar ve tekrar güçlendirdiği bir alandır.” [2]
Yael Navaro, Sloterdijk’in modern faşizmin gerekli şartının sinizm olduğunu belirtir, Zizek’e referans vererek çağdaş devletin varlığını sürdürmek için sinizme gereksinim duyduğuna katıldığını söyler.
Giderek Zizek’e başvurarak onun sinik tarifini alıntılar:
“Demokratik ya da totaliter, bütün çağdaş toplumlarda, arada sinik bir mesafe olmalı, kahkaha, ironi, deyim yerindeyse oyunun bir parçasıdır. Hüküm süren ideolojinin aslında ciddiye alınması veya gerçek olarak görülmesi amaçlanmamıştır. Sinik kişi, ideolojik maske ve sosyal gerçeklik arasındaki mesafenin gayet de farkındadır ancak maskede hala ısrar eder. Sinik akıl artık bu sebeple naif değildir ve daha ziyade, kişinin yanlışlığın farkında olduğu, aydınlanmış bir yanlış bilinçtir. Kişi ideolojik bir evrenselliğin arkasında gizli bir çıkar olduğunu bilmekte ancak yine de bunu dışından söylememektedir.”[3]
Devlet ve halk ya da devlet ve sivil toplum arasındaki ilişkide sınır çizmek mümkün değildir. Navaro’nun kitapta ısrarla vurguladığı devletin soyut bir şey olduğu ifadesi her ne kadar doğru bir ifade olsa da onun var olduğunu reddeden bir şey değil. Kurumları ile ve kafalardaki soyut bir varoluş olarak, acılara ve cezalandırmaya, öldürmeye ve yok etmeye muktedir olarak varlığını sürdürmekte ve “sivil toplum”ca ve muhalif söylem ve eylemlerce de üretilmektedir.
Kabul edileceği gibi sinizm bunun için uygun bir fenomen, fenomenin adlandırması gibi duruyor.
Kitapta Slotersijk’in sinizme karşı Kinikleri[4] bir direniş ve devlete karşı bir duruş olarak ifade ettiğini de öğreniyoruz. Sinizm fikirde, yaşamda tutarsızlık ve samimiyetsizlik ve sathilik olarak dururken Kinizmi ki çağdaş yaşamımızda buna direniş olarak, tutarlılık, dobralık ve samimiyet olarak ifade etmek mümkün. Navaro ise kitabın bir dipnotunda kinizmin de sinizmin de iktidar öğeleri taşıdığını söylemektedir.
Velhasılı kelam, elimizde okumaya ve değerlendirmeye değer bir kitap var.
[1] Bu çalışma 1990’lar ve 2000 yılının ilk dönemlerini ele almakla beraber insan malzemesinin hal-i pür melalini ele alan ve özellikle bu insan malzemesinin bugününe dair halini ifade eden çalışmalara da bir kapı açmalıdır. Navaro’nun bu çalışması bir kapıyı açmışa benziyor ama bundan sonrası gelir mi? merakla bekliyoruz.
[2] Yael Navaro, Devletin Suretleri, Heretik Yayınları, S. 264
[3] Age. S. 265-266 Slavoj Sizek, The Sublime Object of İdeoloji. Türkçesi: İdeolojinin Yüce Nesnesi olarak Türkçeye çevrilmiş.
[4] Kinizm hakikati her şart ve koşulda söyleme ve ifade etme; hakikatten taviz vermeme olarak adlandırılmalı. Gerek Türkiye ve gerekse Batı yazınında kinizmi kimi yerlerde sinizm ile eş anlamlı olarak kullanmak yaygın bir durumdur. Bu denli farklı kavramları aynı anlamdaymış gibi kullanmanın arkaplanı ise araştırılması gereken bir durumdur. Sevgili Ahmet Ateş’in bu ayrım konusundaki çalışması henüz gün yüzüne çıkmayı bekliyor. Bu kitabı okumadan evvel kinizme dair sohbetlerimizde bana vermiş olduğu bilgilerden dolayı kendisine ayrıca teşekkür ediyorum.
Views: 268