56 Teknoloji Toplumu – GELECEĞE BAKIŞ – Jacques Ellul

0
1060

Monolitik teknik dünyayı (ki böyle bir nitelik kazanmaktadır) incelememizi tamamlamış bulunuyoruz. Bu dünyanın kontrol edilebileceği veya ona kılavuzluk edilebileceği iddiasında bulunmak beyhudedir. Gerçekten, insan ırkı kafası karışmış vaziyette yeni ve tanıdık gelmeyen bir evrende yaşamakta olduğunu sonunda anlamaya başlıyor. Yeni düzeninin insan ile doğa arasında bir tampon olması amaçlanmıştı. Maalesef öyle bir özerk gelişim gösterdi ki insan doğal çevresiyle tüm temasını kaybetti. Sadece gerek canlılar dünyasıyla gerekse maddeyle ilişkilerini sınırlayan organize teknik aracılığıyla bu teması kurabilecek durumdadır. Yapay oluşumuna kapatılan insan bir “çıkış” olmadığını görür; binlerce yıldır uyumlu olduğu kadim çevreyi tekrar bulmak için teknolojinin kabuğunu kıramayacağını da görür.

Yeni çevre, organik veya inorganik maddenin yasaları olmayan kendi özgün yasalarına sahiptir. İnsan hâlâ bu yasalardan bihaberdir. Bununla birlikte, yeni bir gerekliliğin eskisinin yerini almakta olduğu kesinlikle kendini göstermeye başlıyor. Eski baskılara karşı zafer kazanıldığından gurur duymak kolaydır, ama ya o zafer hayatlarımıza hakim olmaya başlayan teknik toplumun yapay gereklilik güçlerine daha büyük bir teslimiyet pahasına kazanılmışsa?

Şehirlerimizde gece veya gündüz, sıcak veya soğuk yok artık. Fakat, aşırı nüfus, basın ve televizyona kölelik ve bir hedefsizlik var. Tüm insanlar kendileri için dışsal ve de amaçlar için dışsal araçlarca sınırlandırılır. Bize doğal mecburiyetten kaçma imkanı veren teknik mekanizma ne kadar gelişirse yapay teknik icaplara o derece tabi oluruz. (İnsanın açlığa karşı zaferini bu tarzda açıklamıştım). Tekniğin yapay gerekliliği, doğal gereklilikten çok daha az korkutucu olmak açısından daha az şiddetli değildir. Teknik toplumun gelişimini komünistler diyalektik süreç yoluyla otomatik olarak özgürlüğe yol açan bir tarihsel çerçeveye oturturken; Bergson gibi hümanistler ya da Mounier gibi Katolikler, insanın ek bir ruh sayesinde teknik “araçlar” üzerinde kontrolü yeniden kazanması gerektiğini öne sürerken, hepsi de teknik olgudan bihaberliklerini ve gerçekle ne yazık ki hiç ilgisi olmayan bir idealizmi sergiliyorlar.

Bu sırf laf kalabalığının yanı sıra, teknisyenlerin kendisi tarafında, teknik gelişmenin geleceğini kontrol etmek için bir de gerçek çaba olmuştur. Buradaki ilke, sıkça karşılaştığımız eski bir ilkedir: “Teknik bir soran teknik bir çözüm gerektirir”. Şu an için, teknisyenlerin çözüm olarak önerdikleri iki tür yeni teknik vardır. Birinci çözüm, insan ile yeni teknik çevresi arasında aracılık yapabilecek yeni teknik araçların yaratılmasına dayanır. Örneğin Robert Jungk, insanın teknik çağın taleplerine tamamen uyumlu olmayışı gerçeğiyle bağlantılı olarak, “Varolan temel maddeden yıldızlar arası bir insan yaratmak mümkün değildir; yardımcı teknik araçlar ve aygıtlar, insanın yetersizliklerini telafi etmelidir” diyor. Bu türden yardımcı araçların en iyi ve en çarpıcı örneği, kesinlikle şu ana kadar uygulananlardan çok farklı bir kategoriye ait olan ve “düşünen makineler” denen kompleks tarafından sağlanıyor. Fakat, önceleri araçlar olup şimdiyse çevreye dönüşen şey üzerinde insanın egemenliğine imkan tanımak amacıyla tasarlanan tüm araçlar toplamı, ikinci derece tekniklerdir, daha fazla değil. Piene de Latil, bu ikinci derece makinelerin bir kısmının mükemmel bir karakterizasyonunu sunuyor:

“Makinede bir kesinlik fikri kendini gösterir. Bazen yaşayan varlıklarda hayatın kendisinde doğuştan varolan bir anlayışa atfedilen bir fikirdir bu. Kesinlik, makineye yapay olarak yerleştirilmiştir, onu düzenler. Etkinin kendisinin dengeyi bozmaması için kimi faktörlerin değişmesi veya takviye edilmesini gerektiren bir etkidir bu…. Hatalar, insani analiz, bilgi, hatta kuşkulanma olmadan düzeltilir. Hatanın kendisi hatayı düzeltir. Öngörülen rotadan bir sapma, otomatik pilota sapmayı düzletme imkanı sunar… Makine için, hayvanlar için olduğu gibi, hatalar yararlıdır. Doğru yolu belirler”.

İkinci çözüm, teknik çağda insan toplumu için yeni bir amaç keşfetme (ya da yeniden keşfetme) çabası etrafında döner. Bir buçuk asır önce yeterince açık olan teknolojinin amaçları, giderek göz önünden kayboldu. Sanki amaçları bir soyutlamaya dönüştürülmüş veya zımnileştirilmiş gibi, insanlık, tüm meşakkatlerinin nedenini unutmuş görünüyor. Ya da komünist toplum örneğindeki gibi, sanki amaçları, belirsiz bir tarihin kesin olmayan geleceğine bırakılmış gibi. Bizzat emrimizdeki araçların büyüklüğünün bir sonucu olarak, bugün her şey sanki amaçlar kaybolmuş gibi gerçekleşiyor gibi.

Araçların çoğalmasının amaçların kaybolmasını getirdiğini düşünerek, bir amaç veya hedefi yeniden keşfetmekle meşgul hale gelmiş bulunuyoruz. İyi niyet taşıyan kimi iyimserler, teknik hareketin tabi olduğu yeni bir hümanizmi yeniden keşfettiklerini öne sürüyor. Bu hümanizmin yönelişi komünist veya gayri komünist olabilir, ancak bunun pek bir farkı yok. Her iki durumda da teknik gelişmeyi etkileme şansı hiçbir şekilde olmayan safiyane bir umuttur bu. Daha ileri gittikçe, tekniklerimizin amacı daha bir ortadan kaybolur. Eski olmayan bir dönemde yakın amaç olarak görünen şeyler bile -artan hayat standartları, hijyen, rahatlık- artık o özelliği göstermiyor gibi. Muhtemelen insan yeni koşullara sonu gelmez adaptasyonunu kabul edilemez bulduğu için… Pek çok durumda, gerçekten, rahatlık ve hijyenik kolaylıkları, onları tatmin etmede gerekli araçların tekelini elinde bulunduran gelişen teknolojiye feda etmeye zorlar insanı. Uç örnekler, Los Alamos’ta çölün ortasında deneylerinin tehlikesi yüzünden izole edilen bilim adamlarınca sağlanmakta. Ya da Jung tarafından çarpıcı bir şekilde tarif edilen tarzda deney kamplarının elverişsizliğinde yaşamaya zorlanan müstakbel astronotlar tarafından sağlanmakta.

Ancak iyimser teknisyen yüreğini kaybedecek bir adam değildir. Eğer amaç ve hedefler gerekiyorsa, bir kesinlik içinde bulacaktır onları. Bu kesinlik tam da teknik olarak kurulabilir ve hesaplanabilir olduğu için teknik gelişme üzerine empoze edilebilir. Araçlar ile ona tabi amaçlar arasında bir ortak ölçünün olması gerektiği açıktır. Gerekli çözüm, o halde, amaçlara yönelik teknik bir inceleme olmalıdır. Ve ancak bu amaç ve araçların sistematikleşmesini getirebilir bu. Sorun, bireysel ve sosyal gereklilikleri teknik olarak tahlil etme sorununa, insan ihtiyaçlarının değişmezliğini sayısal ve mekanik olarak inceleme sorununa dönüşür. Amaçları tam olarak bilmenin, amaçlara hükmetmek için bir şart olduğu sonucu çıkar bundan. Fakat, Jacques Aventur’un gösterdiği gibi, bu bilgi ancak teknik bilgi olabilir. Ne yazık ki, sırf teorik hümanizm reçetesi, tüm diğerleri gibi beyhudedir.

“Biyolojik gerçekliğinde insan, ihtiyaçları sınıflamak için tek referans noktası olarak kalmalıdır” diyor Aventur. Onun bu sözü, insan psikolojisi ve sosyolojisini kapsayacak şekilde genişletilmelidir, zira bunlar da matematik hesaplamalara indirgenmiştir. Teknoloji, sezgilerle ve “edebiyatla” bağdaşamaz. Mutlaka matematiksel kılıflar giymelidir. İnsan hayatında matematiksel değerlendirmeye yatkın olmayan her şey dışlanmalı (çünkü teknik için mümkün bir amaç değildir) ve rüyalar alemine bırakılmalıdır. Burada derin bir mutasyonun savunulmakta olduğunu göremeyecek kadar kör olan kimdir? En sonunda tekniklerin hedefi olabilsin diye insanoğlunun yeniden parçalanması ve tamamen yeniden yapılanışı. Matematik unsur hariç tüm unsurları dışlayarak, insan, kendi oluşturduğu araçlar için gerçekten uygundur. Geleneksel olarak onun özünü oluşturan her şeyden de tamamen arındırılmıştır. İnsan, saf bir görünüm kazanır; dışsal şekilleri olan bir kaleydoskopa, korkunç derecede somut bir ortamda bir soyutlamaya dönüşür.

2000 Yılına Bakış. Paris merkezli haftalık L’Express, 1960 yılında, Amerikalı ve Rus bilim adamlarının 2000 yılında toplum hakkında yazdıkları yazılardan alıntılardan bir dizi yayınladı. Bu vizyonlar bilim kurgu yazarlarının, sansasyonel gazetecilerin tamamen edebi ilgisi oldukları sürece, bunlara gülüp geçmek mümkündü. Şimdilerde, Nobel Ödülü sahiplerinden, Moskova’daki Bilimler Akademisi üyelerinden ve nitelikleri su götürmez nice bilimsel şahsiyetten benzer çalışmalar görüyoruz. Bu beylerin vizyonları bilim kurguyu gölgede bırakır. 2000 yılına kadar aya yolculuk olağan bir şey olacak. İnsanlı yapay uydulara yolculuk da öyle. Tüm yiyecekler tamamen sentetik olacak. Dünya nüfusu dört kat artmış olacak, ama istikrara kavuşmuş olacak. Deniz suyu ile sıradan kayalar, gerekli tüm metalleri sağlayacak. Kıtlığın yanı sıra hastalık da ortadan kaldırılmış olacak. Evrensel hijyenik teftiş ve kontrol olacak. Enerji üretimi sorunları tamamen çözülecek. Tekrar etmek gerekir ki, ciddi bilim adamları, şimdiye kadar sadece felsefi ütopyalarda görülen bu tahminlerin kaynağıdır.

En olağanüstü tahminler, eğitim yöntemlerinin dönüşümü ve insani üreme meselesiyle ilgilidir. Bilgi, “elektronik bankalarda” toplanacak, kodlanmış elektronik mesajlar yoluyla doğrudan insanın sinir sistemine aktarılacak. Yığınla lüzumsuz bilgiyi okumaya, öğrenmeye ihtiyaç olmayacak artık. Her şey, zamanın ihtiyaçlarına göre alınacak, kaydedilecek. Dikkat veya çabaya gerek kalmayacak. Gerekli olan bilinçten geçmeksizin makineden beyne doğrudan geçecektir. Genetik alanında doğal üreme yasaklanacak. Dengeli bir nüfus gerekli olacak ve en yüksek insan tiplerinden oluşacak. Yapay dölleme kullanılacak. Bu, Muller’e göre, “ideal erkek ve ideal kadını temsil eden kişilerden alınan yumurtacık ve spermin tüpte döllendirilmesine ve taşıyıcı bir rahme yerleştirilmesine imkan tanıyacaktır. İlgili üreme hücreleri, tercihen uzun süre önce ölmüş kişilerinki olacaktır. Ölü, hayatlarına dair tüm kişisel önyargılardan uzak gerçek bir perspektif görülebilsin diye bu hücreler hücre bankalarından alınacak ve insanlığın en değerli genetik mirasını temsil edecektir… Yöntem evrensel olarak uygulanmak zorunda olacaktır. Bir tek ülkenin insanları bunu zekice ve yoğun bir şekilde uygulayacak olsa, … pratik olarak çabucak yenilmez bir üstünlük seviyesine ulaşacaklardır… ” Huxley’in asla hayal edemediği bir gelecektir bu.

Belki de şaşkına dönmek, şoke olmak yerine biraz düşünmemiz lazım. Geleceğin bilimsel harikalarıyla karşılaşıldığında kimsenin asla sormadığı soru, geçici dönemi ilgilendiriyor. Örneğin, kısa bir süre sonra akutlaşacak olan otomasyon sorunlarını ele alalım. Sosyal, politik, manevi ve insani açıdan nasıl bir yolunu bulup da o noktaya varacağız? Devasa ekonomik sorunlar, mesela işsizlik, nasıl çözülecek? Ve Miller’in biraz daha uzak ütopyasında, insanlığı çocukları doğal olarak yapmaktan kaçınmaya nasıl zorlayacağız? Sürekli ve titiz hijyen kontrollerine teslim olmaya nasıl zorlayacağız? İnsan, geleneksel beslenme biçimlerinin radikal bir dönüşümüne nasıl ikna edilecek? Geçimini tarımdan sağlayan ve önünüzdeki kırk yılın vaat edilen ultra hızlı değişiminde toprağı ekip biçenler olarak lüzumsuzlaşacak olan bir buçuk milyar insanı nasıl ve nereye koyacağız? Bu kadar sayıdaki insanı yeryüzünde paniğe kapılmadan, özellikle de işaret edilen nüfusun dörde katlanması gerçekleşirse nasıl dağıtacağız? Dengeli bir geçici anlaşma sağlamak amacıyla dış uzayın kontrol ve kullanımını nasıl ele alacağız? Ulusal sınırları nasıl ortadan kaldıracağız? (Son ikincisi zorunluluk olacaktır). Başka “nasıl”lar daha var, ama bir şekilde formülün dışında bırakılabilir. Kömür ve elektriğin endüstriyel kullanımın teşvik ettiği ciddi ama görece küçük sorunlar üzerinde düşündüğümüzde, yüz elli yıl sonra bu sorunların tatmin edici şekilde hâlâ çözülemediğini düşününce, önümüzdeki kırk yılın belirsiz şekilde daha kompleks “nasıllarına” çözüm olup olmadığını sormaya hakkımız var. Aslında, bunların çözümü için bir tane ve tek araç var, o da tekniğe tam boyutlarını verirken yanı zamanda eşzamanlı zorlukları da çözmeyi sağlayan dünya çapında bir totaliter diktatörlüktür. Bilim adamlarının ve teknolojiye tapanların bu çözüme bel bağlamamayı tercih etmelerini ve onun yerine kasvetli ve ilginçlikten uzak geçici dönem boyunca çevik atılımlar yapmayı ve birdenbire altın çağa konmayı tercih etmelerini anlamak zor değil. Geçiş dönemini tamamlamakta başarılı olup olamayacağımızı veya istenen kan ve acının bu altın çağ için çok ağır bir bedel olup olmadığını kendi kendimize sorabiliriz.

Altın çağın kendisine katı ve romantik olmayan bir bakış yaptığımızda, bu bilim adamlarının inanılmaz saflığıyla şaşkına döneriz. Örneğin, insanın duygularını, arzularını, düşüncelerini diledikleri gibi şekillendirebileceklerini, yeniden şekillendirebileceklerini ve bilimsel olarak, belirli etkin ve önceden kurulu kolektif kararlara varabileceklerini söylüyorlar. Belirli kolektif arzuları yaratabileceklerini, bireyler toplamı içinden belli homojen sosyal birimler oluşturabileceklerini, insanların çocuklarını büyütmelerini yasaklayabilecekleri, hatta hiç çocuk sahibi olmamaya ikna edebileceklerini iddia ediyorlar. Aynı zamanda, özgürlüğün zaferini sağlamaktan ve her ne pahasına olursa olsun diktatörlükten kaçınma gereğinden bahsediyorlar.   Burada sözkonusu olan çelişkiyi ve de önerdikleri şeyin, geçiş dönemi sonrasında bile, aslında diktatörlüklerin en âlâsı olduğunu anlayamaz görünüyorlar. Buna karşılık Hitler’inki değersiz bir meseleydi. Yani, kabaralı çizmelerin diktatörlüğü değil de deney tüplerinin diktatörlüğü olmak, onu daha az bir diktatörlük yapmaz.

Bilginlerimiz altın çağlarını bilimle uzaktan yakından alakası olmayan bir tarzda karakterize ederken, en küçük politikacının bile kalbini ferahlatacak bir yavanlık sergiliyorlar. Birkaç örnek verelim. “İnsanın doğasını daha asil, daha güzel ve daha ahenkli kılmak”. Bu ne demek Allah aşkına? Hangi kriterleri, hangi içeriği öneriyorlar? Korkarım çoğu cevap verebilecek durumda değil. “Barış, özgürlük ve aklın zaferini temin etmek”. Gerisinde özü olmayan güzel sözler bunlar. “Kültürel geri kalmayı ortadan kaldırmak”. Hangi kültür? Akıllarındaki kültür de bu katı toplumsal organizasyonda yaşayabilecek midir? “Dış uzayı fethetmek”. Hangi amaç için? Uzayın fethi, hiç düşünme gerektirmeyen kendi başına bir amaçtır.

Uzmanlık alanlarından uzaklaştıklarında bilim adamlarımızın içi boş basmakalıp sözler dışında başka bir şeye muktedir olmadıkları sonucuna ister istemez varıyoruz. Tanrı’dan, devletten, barıştan ve hayatın anlamından bahsettiğinde Einsten’in biriktirdiği sıradanlıklar koleksiyonunu hatırlatıyor bu durum. Olağanüstü bir matematik dehası olan Einstein’ın bir Pascal olmadığı açık. Siyasi ve insani gerçekliğe dair bir şey bilmiyordu. Aslında, matematik alanının dışında hiçbir şey. Uzmanlık alanı dışındaki konulara ilişkin Einstein’ın söylediklerinin banalliği, kendi alanındaki kadar hayrete düşürücüdür. Bir kimsenin tüm yeteneklerinin belirli bir alanda uzmanlıkta kullanılmasının, adeta genelde sorunların ele alınışını zayıflattığı görülüyor. Genel kültüre yatkın görünen J. Robert Oppenheimer bile bu hükmün dışında değildir. Örneğin, onun sosyal ve politik açıklamaları, sokaktaki adamınkilerin ötesine pek geçmez. Ve, L’Express tarafından aktarılan bilim adamlarının fikirleri, Einstein veya Oppenheimer’in seviyesinde bile değil. Fiyakalarına rağmen aslında ortalamanın üzerine çıkamıyorlar. Görüşleri, 19. yüzyıldan devralınan müphem genellemelerdir ve bilimsel değerlerimiz düşüncesinin en uzak sınırlarını temsil ettikleri gerçeği de, gelişmenin duraklamasının veya zihinsel bir tutulmanın göstergesi olsa gerek. Bilhassa rahatsız eden husus, kullandıkları muazzam yetki ile kritik yetenekleri (ki sıfır sayılmalıdır) arasındaki uçurumdur. Yetkiyi iyi kullanmak, belirli eleştiri, ayrımcılık, hüküm verme ve tercih yeteneklerini gerektirir. Açıkça bu yetenekleri olmayan adamlara güven duymak imkansız. Bununla birlikte, insanın serüveninin anlamından tamamen bihaber sihirbazların yetkisindeki bir “altın çağ” ile yüzyüze kalmak da kaderimiz görünüyor. Üstün insanın tohumunu muhafaza etmekten bahsederlerken, kimin yargıç olmasını kastediyorlar? Maalesef, yargıç makamında kendilerinin oturuyor olmasını önerdikleri açık. Bir Rimbaud’yu veya Nietszche’yi döl olarak saymaları pek ihtimal dahilinde değil. Onlar için en uygun görünen genetik mutasyonları koruyacaklarını veya şu veya bu özellikleri üretmek için aynı mikrop hücrelerini değiştirmeyi önerdiklerini ilan ettiklerinde ve biz de, uzmanlıklarının sınırları dışında bilim adamlarının sıradanlıklarını düşündüğümüzde, neyi en “uygun” sayacakları düşüncesi bizi sadece ürpertecektir.

Bizim akil adamlarımızın hiçbiri, mucizelerinin tümünün sonu meselesini hiç gündeme getirmez. “Neden” kararlı biçimde geçiştirilir. Çağdaşlarımızın aklına gelecek cevap, “mutluluk uğruna” olacaktır. Ne yazık ki, artık bundan bahsetmek söz konusu değil. Sinir sistemi hastalıklarındaki en bilinen uzmanlarımızdan biri şöyle diyor: “Daha temel nitelikte sakinleştiricilerde yapmış olduğumuz gibi, insanın duygularını, arzularını ve düşüncelerini değiştirebileceğiz”. Uzmanımıza göre, herhangi bir gerçek temel olmaksızın, bir mutluluk inancı veya izlenimi üretmek mümkün olacaktır. Altın çağdaki insanımız, bu nedenle, en kötü sıkıntılar içinde “mutluluğu” yakalayabilecektir. Sinir sistemlerimizi basitçe manipüle ederek mutlu olabiliyorsak eğer, bu durumda bize olağanüstü rahatlık, hijyen, bilgi ve beslenme vaat ediyorsunuz? Teknik maceraya atfedebileceğimiz son zayıf saik de bu şekilde bizzat tekniğin varlığı yoluyla kaybolup gider. Ancak, saiklere ilişkin sorular yöneltmenin ne yararı olacaktır? Ve hangi sebeple? Tüm bunlar, teknik gelişme karşısında duraklayan sefil entelektüelin işi olmalı. Bilim adamlarının davranışı, her ne ise, açıktır. Teknik, teknik olduğu için vardır. Altın çağ, öyle olacağı için olacaktır. Başka her cevap lüzumsuzdur.

Views: 237

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz