Yerel Kültürlerin ve Halkların Hapishanesi Olarak Uluslaşmış Devlet – B. Eraslan

0
1849

“Miliyetçilik ne özgürlüğü ne refahı amaçlar; her ikisini de ulusu devletin kalıbı ve ölçütühaline getirmesinin zorunlu gerekliliğine feda eder.Gelişmesi hem manevi hem de maddi yıkımla sonuçlanacaktır.”

(Lord Acton- 1862)

Modern devlet; miti: ulus, dini: milliyetçilik

Bu coğrafyada sol çevrelerce özellikle 1960’lardan sonra sık sık dile getirilen “ulusal sorun” ve “ulusların kaderlerini tayin hakkı” gibi bazı kavramlar, son yıllarda “Kürt sorunu” vesilesiyle güncelliği korumaya devam etmekte. Bu kavramlar tartışılırken tartışan taraflar genellikle “Birleşmiş Milletler anayasasına” ve “uluslararası hukuk kurallarına” atıflarda bulunmayı ve düşüncelerini herkesçe kabul edildiği düşünülen bu argümanlar üzerine kurmayı tercih ederler. Ancak nedense tartışan tarafların hiçbirinin ne bu kavramların dayanak olduğu ne de eklemlendiği “ulus” kavramıyla ulus devlet ve ulusların kaderlerini tayin hakkı ilkesi ile bir dertleri olur. Bu tartışmalarda yeralan en ateşli sosyalistler açısından bile böyledir durum. Özellikle politik ve kamuoyuna açık yapılan tartışmalarda bir liberal ile bir muhafazakar ya da bir sosyalist arasında tartışma terminolojisi açısından nedense pek sorun yaşanmaz.

Bu durumun tuhaflığını saptamakta neyseki yalnız değilim Demir Küçükaydın gibi marksist entellektüeller de olayın farkındalar:

“Bir din teorisi olmadığı sürece bir ulus teorisi olamazdı. Çünkü, tam da dini özel olan, inanca ait olan olarak tanımlamak; veya tersinden ifade edersek politik olanı özelden ayırmak ve politik olanı ulusal olana göre tanımlamak, yani ulusçuluk modern toplumun dinidir. Marksizm’in şimdiye kadar, gerek ulusun gerek dinin ne olduğuna ilişkin söylediği herşey, ulusçuların, yani politik olanı ulusa göre tanımlayanların ve dinin politik olandan ayrı olduğunu söyleyenlerin, yani burjuva uygarlığının ideolojisinin ve inançlarının ulus ve din hakkında söylediklerini kabul edip tekrarlamaktan başka birşey olmamıştır.” (Demir Küçükaydın, Alevilik ve Alevi Hareketi üzerine yazılar)

Ama bu konuda Demir Küçükaydın’da yalnız değil;

“Milliyetçilik ile sosyalizm arasındaki 20. yüzyıldaki ittifak, Jakobenlerin ihtilalci milliyetçiliği içindeki ilk tohumlarına kadar geri götürülebilir. Jakoben geleneğin güçlü kaldığı Fransa’da Sol, ardarda ge­len sonraki ulusal krizlerde—1871’de, 1917’de ve yine 1940’ta— Sağ’ın uzlaşmacı ve teslimiyetçilerine karşı, ulusal çıkarların koru­yucusu olarak öne çıktı. Ancak, modern biçimiyle ittifakın tarihi Lassalle tarafından eğitilmiş Bismarck’a kadar dayanır. Bismarck, Al­man işçilerine keskin ve amansız bir milliyetçilikten kazanacakları ne kadar çok şey olduğunu gösterdi.” (Edward Hallet Carr, Milliyetçilik ve Sonrası, İletişim Yayınları 1990)

Burjuva liberal ve marksist, leninist geleneğin arasında ulus kavramının tanımlanması açısından sanılanın aksine çok az fark vardır. Buna göre bir ulusu vareden ortak paydalar bakımından burjuva liberal anlayışın saydığı koşullar;

1) dil birliği

2) kültür birliği

3) toprak birliği

4) soy birliği

5) ideolojik birlik’dir.

Marksist, Leninist literatürde bunlardan ilk üçüne herhangi bir itiraz getirilmezken soy birliği ve ideolojik birlik konularında itirazlar gelir. Bu itirazlarında özellikle yaşadığı dönem itibarıyla nazizm ve faşizmin ulus mitinin üzerine nasıl inşaa edildiğinin tanığı olan J. Stalin tarafından yapılmış olması oldukça anlamlıdır. Nedir o itirazlar? 1) “Soy birliği koşulu” ırkçılığa açıktan davetiye olacağından onun yerine “tarih birliği”, 2) “ideolojik birlik” yerine (bana göre) ulusun tepeden nasıl manüple edilen sanal bir kategori olduğunu pek güzel açığa vuran “ruhi şekillenme birliği” tercih edilmiştir vs. Ancak bu yazının konusu bu nüanslar üzerinde fikir cimnastiği yapmak değildir. Ulus denen hayaletin nasıl yukarıdan aşağıya devlet eliyle üretildiğini göstermek ve endüstriyel sistemin diğer “ulusal egemenlik”, “temsili demokrasi” ve “devletin bağımsızlığı” vb. illüzyonlar üzerinden nasıl yeniden üretildiğini anlamaya çalışmaktır.

Kitleler ve iktidarın simülasyonu

Toplumsal yaşamda bireylerin ortak paydalarda kendi iradeleri ile birleştikleri ve kalabalıklar halinde hareket ettikleri anlarda ya da ortak paydalarda hiçbir öz irade göstermeseler de belirleyici bir gönderen (otorite, siyasal iktidar, tüketim ideolojisi vb.) tarafından anlam bombardımanına maruz kaldıkları anlarda kitleselleşirler. ‘Kitle’leşme birbirine gündelik yaşamda uzak ve yabancı olan bireylerin birbirlerinden en çok etkilendikleri, benzer yaşam koşullarını sürdüren diğer bireylerle benzer tepkiler ortaya koydukları anın ta kendisidir. Gündelik hayatta tahakküm tarafından her alanda ezilen, itilen, hiçleştirilen, yalnız ve çaresiz bırakılan birey tüm çaresizliğinin (iktidarsızlığının) acısını çıkarmayı kitleler haline dönüştüğü ana saklar. Bu onun biriken potansiyel enerjisinin yıkıcı biçimde açığa çıkma ihtimalinin varlığı anlamına gelir. Bu yıkıcı enerjiyi içinde hisseden bireyler başkaldırarak birarada davranmaya başladıkları zaman toplumsal yıkım başlar. İşte tam da bu anlar, kendilerini kitlesel çoşkuya ve yıkımın cazibesine kaptıran bireylerin bireyliklerini en çok unuttukları kolektif yıkımın hazzı ile kolektif bir özneye dönüştükleri, dolayısıyla da kişisel imgelerini o an için unutarak eylemin amacına yönelik kolektif imgeye yöneldikleri anlardır, ki biz bu duruma kitle psikolojisi diyoruz. Bu bakımdan kitleler hem büyük toplumsal yıkımların öznesi olarak özgürleşme potansiyelini hem de kitlesel eylemleri bir kaldıraç olarak kullanmayı becerebilen ideolojilerin ürettiği yanılsamalar üzerinden eski düzenin yıkımıyla birlikte yerine kurulacak daha totaliter düzenlerin öznesi olma potansiyelini birarada içinde taşır.

Ulus illüzyonu nasıl doğmuştu?

Batıda 18. ve 19.yy’larla birlikte mülksüzleştirilmiş kır yoksullarının kentlere göçmek zorunda kalması ile modern kentlerin varoşlarında önemli bir ucuz işgücü kaynağı olan kent yoksulları doğmuş oldu. Bu göçle birlikte özellikle ticaret ve endüstrinin yoğunlaştığı kentlerin nüfusunda patlamalar yaşandı. Kırdan herşeyini kaybederek büyük kentlere sığınan bu insan topluluklarının kontrol altında tutulabilmesi (daha yönetilebilir kılınabilmesi) ve toplumsal sınıflar arasındaki farklılıkların örtbas edilerek ortak çıkarlar algısının yaratılabilmesi açısından yeni kent sakinlerinin toplumsal işbölümünde oynadıkları işçi, işsiz, vatandaş, çifçi, tüccar, sanayici vb. roller nesne edinilen sosyal gruplar tarafından benimsendikçe sistem tarafından verili birer kimliğe dönüştü. Eski toplumsal yapıları ve kimlikleri paramparça etti. Üyeleri arasında dayanışma ve empatik davranışlara neden olan yerel kültürel, coğrafi, dinsel, ideolojik, psikolojik kimliklerin oluşturduğu içsel halkalar sosyo ekonomik ve mesleki kimliklere özellikle fransiz devriminde ifadesini bulan “yurttaşlık” temelinde üretilen daha genel ve kapsayıcı bir üst kimliklerle yer değiştirdi ve farklı toplumsal gruplar ortak bir paydada eşitlenerek herkesin “ulusun eşit yurttaşları” olduğu görüntüsü yaratılmaya çalışıldı. Ulus-devletin egemenlik coğrafyası (sınırları ki buna ülke diyorlar) içindeki bireyler yurttaşlık kimliğini benimseyerek ulusa ait kitlelere dönüşmüş ve daha yönetilebilinir duruma gelmişlerdir. Ulus inşaası bitmiş bir sosyal kategori değildir tersine her adımda yeniden üretilmek zorunda olan yeniden üretilmediği zaman sanallığının ortaya çıkması heran ihtimal dahilinde olan içi kof bir mittir. Devlet adamları ve politikacıların; “her zamankinden daha çok birlik ve beraberliğe ihtiyacımız olduğu şu günlerde” klişesinin ulusal birliğe hiç bitmeyen bir biçimde atıfta bulunması da bu yüzdendir.

Endüstriyel uygarlık gündelik yaşamda sürekli bir takım anlamlar ve verili algılar üreterek sıradan insanların kendi planlanmış hedefleri doğrultusunda bazı şeylerin “farkına varmasını” sağlar. Bunlar, politik, ideolojik olduğu kadar tüketimin pompalanmasına yönelik olarak ekonomiktirler de (pazarlama stratejileri, reklamlar vs.). Gündelik hayatta hiç bilmedikleri içeriğini anlamadıkları bir mutfakta pişirilen hamaset ve muhafazakar soslu anlamlar, korkutulmuş ve ezilmiş insan yığınlarına “adalet”, “güvenlik” ve “özgürlük” imajlarıyla şık ambalajlarda sunulur. Kadim bir ezilmişlik, yoksulluk ve binlerce yıllık savaşlardan süzülüp gelen (ve her fırsatta yeniden üretilen) korkularının etkisiyle devletin sunduğu ulusal egemenlik, ulus devletin eşit yurttaşlığı, ulusal güvenlik, sosyal güvenlik vb… içiboş anlamlara maruz kalan kitleler, geleneksel dayanışma ağlarından koparılarak yalnızlaştırılırlar. Bu yalnızlaştırma bireyleri güvenlik, adalet ve özgürlükleri devletten talep eder hale getirir ki devletin bunları karşılaşıp karşılamadığına bakmaksızın bunların devletten talep edilir kılınması bile başlı başına devletin kitlelere dayattığı meşruiyetinin tanınmış olması anlamına gelir. Ulusal egemenlik, eşit yurttaşlık, seçme ve seçilme hakkı, ulusal güvenlik, tam bağımsızlık vb. talepler içselleştirildikçe ulus devletin inşaası için gerekli olan sınırları devletçe çizilmiş coğrafyadaki bireylerin ulus devlete aidiyetinin temelleri atılmış, ulusal kimlik yaratılmış olur. Herhangi bir coğrafyada her tarafı sınırlarla örülen kocaman bir açık hapishanede devlete yurttaşlık kimliğiyle bağlanan bireyler bir yandan da “eski” yaşamlarına ait kültürel kimliklerini unutmaya zorlanarak kendi ulusal kimliklerinin oluşturduğu gönüllü küçük hücrelerine kapatılırlar.

Devlet egemenliğin soyut ifadesi ama aynı zamanda da somut mekanizmasıdır. Ulus ise devletin meşrutiyetini aldığını iddia ettiği soyut ve bir o kadar da varolması devletçe arzu edilen ideolojik bir tahayyüldür. Ulus denen sanal kateogoriye kimlerin ne kadar dahil olduğu sorusu, ulus mensubu yurttaş kimliğinin kimlerce ve ne kadar içselleştirildiğiyle doğru orantılıdır.

Şu açıkça bilinmelidir ki; tarih kitaplarında anlatıldığı gibi uluslar devletleri kurmazlar tersine devletler ulusları toplumsal mühendislik yöntemleri ile yukarından aşağıya kurarlar. Yani burjuvazi milliyetçilik ideolojisini, milliyetçilik ideolojisi ulus kavramını, ulus kavramı devlete aidiyeti, devlete adiyet yurttaşlık kavramını, yurttaşlık kavramı da ulus-devleti yarattı.

Küresel dünya devletine geçişte bir ara istasyon olarak ulus-devlet

Yazının başında Demir Küçükaydın’dan yaptığım alıntıda belirtildiği gibi; “Bir din teorisi olmadığı sürece bir ulus teorisi olamazdı. Çünkü, tam da dini özel olan, inanca ait olan olarak tanımlamak; veya tersinden ifade edersek politik olanı özelden ayırmak ve politik olanı ulusal olana göre tanımlamak, yani ulusçuluk modern toplumun dinidir.” demişti. Bu çok yerinde ve ufuk açıcı saptamayı söylendiği yerde bırakmadan daha da geliştirmek pekala mümkün. Ulus devlet dinsel otoriteye (ruhban sınıfının iktidarına) karşı burjuvazinin iktidarı açısından bir ihtiyaç olarak 18. ve 19. yy.larda ortaya çıktığına göre 21. yy’da küresel kapitalizm çağında küresel sermayenin ihtiyaçları açısından bakınca ulus devletin bu ihtiyaçları karşılayabildiğini söylemek mümkün mü?

Bir örgütlenme biçimi olarak her devlet kendi kuruluş ve varlık nedeniyle belirlenmiş amaçları sonsuza dek (ilelebet) korumaya matuf olarak donanmıştır. Buradan hareketle başlangıçta ulus devletin sahibi olan ulusal burjuvazilerin önce sömürgecilik daha sonra da sermaye ihracı ile dış pazarlara açılması ilgi ve etkinlik alanlarını çoktan ulusal coğrafyalarının dışına taşırmış 20. yy’dan itibaren sermaye yoğunlaşması ulusal ve küresel tekelleşmeye, küresel hisse senedi ve tahvil ihracına, çok uluslu şirketlerin, devletler arası ticari ortak girişimlerin vb.’inin doğmasına yolaçarak bu dünyanın finansal ve siyasal bakımdan daha da küçülmesine neden olmuştur. Günümüzde bu trend globalizm olarak tanımlanmakta, çeşitli ve karmaşık dinamikleri olan küresel kapitalizmin eski yöntemlerle (vizyonu ve refleksleri sınırlı ulus devletlerle) yönetilmesi aşılması gereken bir sorun teşkil etmektedir.

İlk bakışta fazlaca basite indirgeme gibi görünse de anlatmak istediğimi özetlemesi ve çarpıcı olması bakımından; ulusal burjuvazi ile ulus devletler arasında niceliksel olarak birincisi çoğaldıkdıkça çoğalan, küresel sermaye ile olası küresel bir dünya devleti arasında ise niteliksel olarak ikincisi güçlendikçe güçlenen doğru orantılı bir ilişki vardır.

Ulusların kaderlerini tayin hakkı

Bazı ideologların savunduğu gibi ulus ebedi bir sosyal kategori olsaydı (ki antik dönem krallıklarında bu kavramın kullanıldığı olmuştur) ya da markistlerin savunduğu gibi ulus denen kategori sosyolojik bir gerçeklik üzerine oturarak (üretici güçlerin gelişmesine paralel olarak insanlık tarihinin belli bir aşamasında “zorunlu” olarak) ortaya çıkmış olsaydı bile bu görüş ulusların doğuşunun 19. ve 20. yy.’lar boyunca neden hep ulus devletlerin egemenlik savaşlarıyla geçtiğini, neden her yeni doğan ulusun kendi ulusal sorununu (azınlıklar sorunlarını) da içinde taşıdığını, neden çözüme ulaştırılan her ulusal sorunun yeni ulusal sorunların ebesi olduğu gerçeğini izah edemeyecektir. Modernist ideolojinin tanımıyla “ulusal uyanış” daha önce üstü örtülü bir gerçeğin farkına varmak ise bu uyanışın ulus olma iddiasındaki devletlerin aralarındaki hegemonya savaşlarını, nüfuz mücadelesini, “büyük ulusların” “küçük ulusları” ezme alışkanlığını mantıklı bir zeminde açıklayamaz. Buna dayanak olarak getirilen en önemli tez “aslında uluslar dünyasının vahşi bir jungle gibi olduğu ve doğada güçlünün güçsüzü yediği gibi güçlü ulusun güçsüzü yiyeceği, güçsüz ulusların yok olmasının doğal olduğu” na dair sosyal darwinist faşizan teoridir. Tarihi ulusların güç ve varolma/yokolma savaşı olarak açıklayan bu teorinin savaşlar için devletlere gerekli meşruiyeti sağlayarak savaşların ihtiyaç duyduğu insan kaynaklarını yaratmakla yükümlü olduğunu söylemek yeterli bir ifade olacaktır sanırım.

Konuya bu açıdan bakınca “ulusların kaderlerini tayin hakkı” ilkesini savunmakla bir realiteyi tanımış olmuyoruz, reel politik denen sanal bir oyunun ortasına düşerek ulusal savaşların bir tarafında saf belirlemek zorunda kalıyoruz. Tarihte anarşistler ulus kavramına da ulusların kaderlerini tayin hakkına da uzak durmak bir yana hep karşı çıkmışlardır (arada istisnalar olsa da). Zira ulus olarak tanımlanarak belli bir devletin sınırları içinde yaşamak zorunda bırakılmış dili, kültürü, gelenekleri, yaşam tarzları farklı halkların aynı devletin tahakkümüne maruz kalmaktan öte ortak bir ruhi şekillenmesi olmadığı gibi ortak kültürel bir kimlikleri de yoktur. Ve eğer modern ulus devlet; “siz şu ulusa aitsiniz, diliniz de şu olmalıdır, şu okullara gitmeli, bu kitapları okumalısınız, bizim devletimize de şu kadar vergi vermelisiniz, şu yaştan itibaren askere gitmeli savaşlarda bizim için ölmeli öldürmelisiniz” gibi bir dayatmayla gelmemiş olsaydı bu halkların ortak bir kabul edememe durumuna yaslanan suskunluk dönemlerinde bilinçaltına itilen ama isyan ile birlikte bilince (açığa) çıkan ortak direnme azimleri de olmayacaktı. Burada modern devletin ulusal kimliği oluşturmakta bütünüyle başarısız olduğunu tabiki iddia edecek değilim. Ancak modern devletin ulusal kimliği oluşturmadaki en büyük başarısı kendisine düşmanlar yaratarak ulus kimliği içinde tasarlanan kitlelerin güvenlik duygularını harekete geçirmektir. Medya ve eğitim kurumları bunun için sürekli propaganda yaparak gerekli ideolojik altyapıyı oluştururlar. Ancak tek başına bu da yetmez. En küçük çaplı bir savaş bile kitlelerin hafızalarında uzun propaganda kampanyalarına göre çok daha derin izler bırakır. Askere alınarak cephelerde savaşan köylüler, kentli esnaf ve tüccarlar, kır ve kent yoksulları, işçiler cephede düşman bilerek kurşun sıktıkları öteki ülkelerde yaşayan halklar ile somut olarak “düşmanlaşırlar” savaşta asker sivil tüm ölümlerin sorumlusu “haksız” olan ötekilerdir “düşmanlar” dır. Ötekileştirilmiş bu halklar birbirlerine savaştıkları kendileri gibi emir altında savaşmak zorunda olan askerleştirilmiş insanlar olarak değil canını, malını mülkünü tehdit eden ırz düşmanı ve yağmacılar olarak sunulur”. Bu tip kışkırtılmış düşmanlık duyguları devletlerarası konjonktüre göre iniş çıkışlar gösterse de ulusal kimliğin inşaasında oldukça işlevsel bir rol oynamış olurlar, düşmanlıklar unutulsa bile ulusa aidiyet unutulmaz, kimliğe dönüşür. Ulusal devlet ulusal kimliği kendi egemenlik sınırları içindeki ahaliyi diğer ulus devletler içinde yaşayan halkları ötekileştirme yoluyla ayrıştırma ve kendi egemenliği altında yönetilebilirlik paydasında birleştirme amacına yönelik olarak tanımlar, kategorize eder, kendi kayıtlarına da buna uygun olarak geçirir. Yani ulusal kimlik devlet erkanının söylediği gibi birleştirici değil tersine ülke dışında ve içinde birilerini ötekileştirerek, düşmanlık, nefret ve korku üzerinden kitleleri birbirne karşı kışkırtarak savaşın insan kaynağı ve mağduru olma durumunda birleştirmeye çalışan bir gönderendir.

Felsefede özcülüğü eleştiren M. Foucault öz kimlik´ler arayan, bu kimlikleri insan davranışının yasası haline getirmeyi anlamına gelebileceğine dikkat çekiyor, “kimliklerimizin hapishanelerimize dönüşebileceğini” belirtiyor ve yeni bir etiğin nerede temellendirilebileceğini tartışırken muhalif bir öznelliğin zorunlu olarak kimlik ve onun getirdiği aynılaştırıcı aidiyet ilişkileri üzerinden değil farklılaşma, yaratma ve yenilik üzerinden tesis edilebileceğini söylüyordu.

Marksizmin ulusal kimliklere pek sıcak bakmasa bile ona bir reddiye yazmak şöyle dursun ulus ve uluslararası hukuk ile ilgili terminolojiyi aynen kabul ettiğini ve ona kendi devrimleri altında (ya da değil) çözümler aradığını yazının başında da söylemiştim. İşte örneği:

“20 Haziran 1866’da Marx şöyle yazıyor: “Dün Enternasyonalin Konseyinde, devam etmekte olan savaş hakkında bir tartışma oldu. … Bekleneceği gibi, tartışma, bizi, genel olarak, ‘ulusal-topluluk sorununa’ ve bu sorun karşısındaki tutumumuzun ne olacağına götürdü. … ‘Genç Fransa’ (işçi olmayan bir grup) temsilcileri, bütün ulusal-toplulukların, hatta ulusların çoktan eskimiş önyargılar olduğu iddiasıyla çıktılar. Prudonlaşmış stirnerizm.[56] … Bütün dünya, Fransızların toplumsal devrim için olgunlaşmasını bekliyor. … Konuşmama, ulusal-toplulukları rafa kaldırmış olan dostumuz Lafargue ve ötekilerin görüşlerini ‘Fransızca’ olarak, yani dinleyicilerin onda-dokuzunun anlamadığı bir dilde savunduklarını söyleyerek başladığımda, İngilizler pek güldüler. Şunu da belirtelim ki, ulusal-toplulukları yadsımakla, Lafargue, farkında olmadan, örnek Fransız ulusu tarafından yutulmayı kastetmektedir.”

“Marx’ın bütün bu eleştirici sözlerinden çıkan sonuç açıktır: ulus sorununu bir fetiş haline getirecek son sınıf, işçi sınıfı olacaktır. Çünkü kapitalizmin gelişmesi, mutlaka bütün ulusları uyandırıp bağımsız bir yaşama yöneltmez. Ama yığınları kapsayan ulusal hareketler başladıktan sonra umursamamak ve bunlardaki ilerici olan şeyi desteklememek, sonuç  olarak, “kendi ulusunu”, “örnek ulus” sayarak (ya da, biz ekleyelim, kendi ulusunu devlet kurma ayrıcalığı tekeline sahip ulus sayarak) milliyetçi önyargılara kapılmak olur.”[V.I. Lenin Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları ]

Yani Lenin’e göre, ulus kavramını reddederek karşı çıkmak akıllıca değildir hatta komik olmaktadır. Yapılması gereken şey ulusal kurtuluş mücadelelerini, ulusların devlet kurma haklarını ilerici olup olmadıklarına bakarak desteklemektir. Böylece hiçbirşey yapmadan ellerimiz kolumuz bağlı oturmak yerine “ilerici” olanları destekleyerek “birşeyler” yapmış oluruz. Lenin’in ; “Marx, ezen bir ulusun sosyalistinin ezilen ulus karşısındaki tutumunu soruşturuyor ve ardından, (İngiliz olsun, Rus olsun) egemen ulusların sosyalistlerinin ortak kusurunu  açığa vuruyor: bunlar ezilen uluslara karşı sosyalist görevlerini anlayamıyorlar, ve “egemen ulus” burjuvazisinin önyargılarına yankı oluyorlar. [V.I. Lenin U. K.T.H. ]” sözlerine bakınca onun işçi sınıfını diğer sınıflarla birlikte ulus kategorisine önkabul (apirori) olarak dahil etmekte olduğunu ancak bu önkabulü varması gereken mantıklı sonuçlara vardırmak yerine kantarın topuzunu ayarlamak adına bir noktada durarak ezen ulusun işçi sınıfına mağrur olmaması egemen ulusun burjuvazisi ile aynı önyargıları paylaşmamaları konusunda “enternasyonalist” öğütler vermesine ne demeli?. Aynı sosyalistlerin geçmişte ustalarının yaptığı gibi bugünlerde Kısa bir süre önce Tunus’ta başlayıp şu satırların yazıldığı anlarda Mısır’a da sıçramış olan halk isyanları karşısında “ilerici mi gerici mi” ”islamcı mı değil mi ona bakmak lazım” biçiminde “ultra cool” analitik yorumlar yapmaya çalışan binlerce dereden su getirmeye çalışarak hiçbir zaman isyancı olamadıklarını, kendinlerinden olmayan (kendilerine biat etmeyen) halk kitleleri ile işlerinin olmayacağını her fırsatta haykıran “devrimci” (onların anladığı devrim kitlelerin figüran olarak rol aldığı bir hükümet darbesinden daha fazlası değil) sosyalistlere ne demeli?

Bu noktadan bakınca sosyalist enternasyonalizmin kendisinin de tüm dünya devrimi iddiasına rağmen kavramsal olarak sorunlu olduğunu kabul etmek gerekir. Bir ulusa aidiyeti bir kez kabul ettikten sonra uluslararası sınıfsal dayanışmaların 150 yıllık tarihsel süreç içinde marksist işçi sınıfı sosyalizmini nerelere getirmiş olduğunu sosyalizm ile nasyonalizmin küresel planda giderek nasıl bütünleşebildiğini yaşayarak görmüş bulunuyoruz. Ezilen sınıfların ve mazlumların yanında olan birilerinin herhangi bir devletin ürettiği ulus mitinin büyüsüne kapılmasını kabul edip o mitin ürettiği milliyetçilik denen dininin etkisine kapılmasını kabul etmemek mantıklı değildir. Ulusa aidiyeti kabul edişin mantıksal sonucu doğal olarak onun milliyetçilik kimliği üzerinden yarattığı dini de kabul ederek ulus devlete yurttaşlık kimliği üzerinden biat etmektir. Bu anlamda modernist söylemin “düşman” kardeşleri liberalizm ile marksizmin (tüm siyasal yelpazesi dahil) ulusal aidiyeti kabul ederek ortak paydada buluştuklarını söyleyebiliriz. Aralarındaki fark liberalizmin kendi ideolojisini varması gereken mantıksal sonuçlarına kadar götürmekten kaçınmaması marksizmin ise daha eklektik bir duruşla eklemlendiği liberal terminolojiyi işine gelmeyen yerde dışlayarak ulusu kabul edip ulusculuğu (milliyetçiliği) kabul etmemesi önermeyi mantıksal sonuçlarına götürmemesidir. Bu durumda ezilen sınıflar her türlü ulusal aidiyeti reddetmeden devletlerin, ulusal kimliklerin, siyasal sınırların ötekileştirici illüzyonunu reddetmeden küresel planda militarizmin, savaşların, tahakkümün nihayetinde de devletlerin ortadan kaldırılması mümkün olamayacaktır. Bunu kendi mantığı içinde bir adım daha ileri götürecek olursak nasyonalizmin (ulusculuğun) panzehirinin enternasyonalizm (uluslararasıcılık) değil denasyonalizm (ulussuzluk) olduğunu görürüz.

Şimdi yazının başında sözünü edip ele almayı ulus kimliği, ulus devlet, milliyetçilik kavramlarının sonrasına bıraktığım “ulusların kaderlerini tayin hakkı” ilkesine gelelim.

“Ulusların kaderlerini tayin hakkı” denen hukuksal kavram bir coğrafyanın tüm “doğal ve insan kaynakları” ile birlikte hangi devlet ya da devletlerin tahakkümün alanına gireceğinin uluslararası hukuk açısından belirlenmesinin siyasal zeminde ifade edilişidir. Bu hakkın sömürgelerin ve emperyal imparatorlukların çözülmesi sonucunda ilk ulusal devletlerin ortaya çıkması ile 19. yüzyıldan itibaren adının geçmeye başladığını ve uluslararası terminolojiye en çok 1. dünya savaşı öncesinde ve sonrasındaki yıllarda daha sık anılır olduğunu biliyoruz. Özellikle de uluslararası statükonun gözlemcisi olarak kurulan Milletler Cemiyeti’nde yapılan tartışmalarda atıfta bulunulduğunu günümüzde de 2. dünya savaşı sonrası kurulan küresel statükonun bekçisi Birleşmiş Milletler’in anayasasında bir hak olarak yeraldığını bilmekteyiz.

“Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” ilkesi bu topraklarda daha çok yolu sosyalist bir devrimden geçen muhaliflerin tartışma gündemlerinin önemli bir maddesi olagelmiş son yıllarda ise düşük yoğunluklu bölgesel savaşın tarafları T.C. devleti ve PKK’nin “Kürt sorunu” nun “çözümü” arzusunun (maddi koşulların dayatması sonucunda da olsa) artması sonucu tüm ülke gündeminin en çok anılan konu başlıklarından biri haline dönüşmüştür. Ana akım medyada bu kadar önemli bir gündem maddesi tartışılırken bu hakkın ne anlama geldiği hiç sorgulanmadığı için bu “saçmalığı(!)” yapmak farz oluyor. Yukarıda da değindiğim gibi liberalinden, sosyalistine, hatta islamcısından laiklerine, kadar bütün modernist akımların üzerinde konsensusa vardığı son iki yüzyılın dokunulmaz ilkesi “ulusların kendi kaderini tayin hakkını” nın hayatımızı belirleyen birçok kavram gibi zihinlerde bir ezber oluşturduğunu salt bu yüzden bile zihinsel bir özgürleşme için ele alınma ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.

Rosa Luxemburg’un duruşu

Bu hakkın tanınmasına dair ilk ilkesel itirazlardan biri aslen Polonyalı olup ateşli bir konseyci devrimci olan Rosa Luxemburg’tan gelmişti. O, “tek bir kaderini tayin hakkı vardır o da proletaryanın kendi kaderini tayin hakkı” diyerek konuya nereden baktığını çok somut olarak ifade etmişti. Kautksy, Lenin, Stalin, Troçki vb. marksistlerin bu konuyu ele almada aralarında farklılıklar taşısalarda bu ilkeye olumlu yaklaşıyor olmaları nedeniyle bu açıdan ortak paydada buluştuklarını söylemek mümkün.

“Ya sosyalizm, ya barbarlık” şiarını kendine ana düstur edinmiş olan Rosa Luxemburg’un “ulusal sorun” konusundaki duruşu da bu şiara bağlıydı. Ulusların kaderlerini tayin hakkını endüstriyel ekonomik gelişme açısından çok geri bir durumda bulunan Emperyal Çarlık Rusya’sında periferide ilhak edilmiş topraklarda yaşayan halkların çarlığa duyduğu nefretin ajitatif biçimde manüple edilerek bolşeviklere karşı bir sempatiye kanalize edilmesi açısından Lenin’in sıkı sıkıya sarıldığı bir taktik manevra idi. Önce iktidar organlarında (sovyetlerde) çoğunluğu ele geçiriyorsunuz sonra da halklara sözde ayrılma hakk tanıyorsunuz, tabi o halklarda sovyetlerde bu iradeyi birleşme yönünde kullanıyor ve mutlu mesut bir şekilde sosyalist sosyalist yaşamağa devam ediyorsunuz. Gülünesi bir durum.

Devlet iktidarı ele geçirmekten çok sosyal bir devrim yapma düşünü kuran Rosa Luxemburg 1917 Rus devriminden ve bolşeviklerin iktidara gelmesinden sonra bile varolan tutumunu değiştirmedi.

“Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin programında soruna çözüm olarak önerdiği dokuz madde, genel ve klişe karakteriyle bu yolun Marksçı sosyalizme ne kadar yabancı düştüğünü gösteriyor. Bütün ülkeler ve zamanlar için geçerli olan bir ‘ulusların hakları’ düşüncesi, ‘insan hakları’ ve ‘yurttaş hakları’ tipi klişelerden daha az metafizik değildir. Bilimsel sosyalizmin ayağını bastığı zemin olan diyalektik materyalizm, bu tip ‘ebedi’ formüllerle ilişkisini sonsuza kadar kesti.” (1)

“Tek bir sözcükle, ‘ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’ formülü, esasında ulusal soruna politik ve problematik bir çözüm yolu sunmazken, sadece sorunu savuşturmanınbir aracı olarak ortaya çıkıyor.” (14)

“Sınıflı toplumun kaba gerçekliğinin ortasında, sınıf çatışması en uç noktaya ulaşacak kadar keskinleştiğinde, kendi kaderini tayin hakkı burjuva sınıf iktidarının bir aracına dönüştürülüyor. Bolşevikler kendilerinin ve devrimin gördüğü zarardan yola çıkarak kapitalizmin hakimiyetinde ulusların kendi kaderlerini tayin etmesinin söz konusu olmadığını öğrenmeliydiler.” (16) .”[Rosa Luxemburg, Ulusal Sorun ]

“Kapitalizmin tarihsel yönelimleri”ne yapılan aşırı vurgu şurada görülebilir: “(…) bütün etnik grupların veya tanınmayan başka ulusların ‘kendi kaderini tayin’i, modern toplumların tarihsel gelişimindeki eğilim dolayısıyla bir ütopyadır.” [Bkz. Luxemburg, Rosa, “The Rights of Nations to.. ]

Sonuç

Ulus kimliğini kabul edenler modernizmin ulus devlet projesinin bir parçası olmayı kabul etmiş demektirler. Ulus endüstriyel uygarlığın ihtiyaçları doğrultusunda yaratılmış bir mit olduğundan o miti kabullenmekle onu reddetme arasında nerede duracağınız konusu o endüstriyel uygarlığın ne kadar mağduru olduğunuz sorusuyla da bağlıdır.

“Öz kimlik´ler arayanlar bunu yaparken, bu kimlikleri insan davranışının temel yasası haline getirdiklerini faketmeliler” diyen M.Foucault, yeni bir etiğin nerede temellendirilebileceğini tartışırken muhalif bir öznelliğin zorunlu olarak kimlik ve onun getirdiği aynılaştırıcı aidiyet ilişkileri üzerinden değil farklılaşma, yaratma ve yenilik üzerinden tesis edilebileceğini söylüyor. Yani her kimliksel aidiyet bireyin kendine ait başka şeylerden vazgeçmesi anlamına gelir. Ulusal aidiyet ise küreselleşmenin bir alt aşaması olarak yerel dillerin, kültürlerin, asimile edilmesinin otantik yaşam tarzlarının önce ülkesel ve giderek de küresel ölçekte standartize edilerek ortalama küresel tüketim kültürün tahakkümünün zafere ulaşmasının en önemli araçlarından biridir. O kadar ki kendisine “sistem karşıtı”, “sosyalist”, “devrimci”, “müslüman” hatta “anarşist” diyen pek çoğunun bile farkında olmadan bu akıntıya kapıldığını ve ulusal aidiyetlerin “sivil yurttaşlık”, “laik duyarlılıklar” “demokratik talep inisiyatifleri” “ezilen ulus kimliği” vb. görece sempatik kimlikler üzerinden içselleştirildiğini de özellikle belirtmek gerekiyor.

B. Eraslan

Visits: 53

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz