“Bazı soykırımlar acıdır. Bazı sürgünlerin hikâyeleri dayanılmazdır. Bazıları ise yok mudur yani? Gerçekler çarpıtılınca yok mu olur? Neden taraf olmak zorunda hisseder insan kendini? Tüm bu acıları yaratan kim? Devletleri suçlamaktan neden bu kadar korkuluyor?”
Epeyce kişi bir araya geldik ve bir belgeseli izledik. Film, Filistin’de Nakba’dan önce hayatın nasıl olduğunu, Nakba gününü ve hemen sonrasını tanıklıklarla anlatıyordu. Önceden Filistin’de her şey yolundaymış. Karma kültür, renklilik, barış, huzur, eğlence, geniş evler, kocaman teraslar, denize, çöle yapılan geziler… Sonra dengeler değişmiş.
Belgesel bana hem Filistinlileri, hem Yahudileri, hem Suriyelileri, hem de Ermenileri düşündürttü. Birçok insanın kader birliği var aslında. Birçok halk benzer şeyler yaşadı, hala da yaşıyor. Hep birileri evini terk etmek zorunda kalıyor ve sonrasında ya başka birileri o eve yerleşiyor, ya da her şey yok ediliyor.
Sizin etrafınızda Filistin meselesi yüreğini dağlarken Ermenilere ne olduğu üzerine hiç düşünmeyen insanlar var mı? Benim var. Zorla yerinden etme, soykırım, cinayet, ihanet, acımasızlık, vicdansızlık yüklü birçok olay varken bunları birebir yaşamışken veya bilirken, bunlara ayrım yaparak hassasiyet gösteren, dönüp de başka bir acıyı, hem de çok benzerini anlamayanları anlayamıyorum. Birbirine çok yakın, hatta neredeyse aynı dramlar nasıl birbirine bu kadar yabancı düşebilir? Acılar nasıl ayrıştırılabilir? Gurbet bile çok zorken, gurbette olanlar bile mazlum bulunurken, başka bir şehirde üniversite okuyan bir gence ya da gün sayan bir askere iç burukluğu ile bakılırken, bilmedikleri coğrafyalara, nereye çıkacağı bilinmeyen yollara girmiş mültecilere karşı nasıl acımasız olunabilir? Filistinlilerle birlikte oturup ağlayan, sonra oradan çıkıp harap olmuş bir kilisenin önünden geçerken o kiliseyi fark etmeyen, dilenen Suriyelilere küfreden ne çok insan var.
Bazı soykırımlar acıdır. Bazı sürgünlerin hikâyeleri dayanılmazdır. Bazıları ise yok mudur yani? Gerçekler çarpıtılınca yok mu olur? Neden taraf olmak zorunda hisseder insan kendini? Tüm bu acıları yaratan kim? Devletleri suçlamaktan neden bu kadar korkuluyor? Devleti suçlarsak canı mı acıyor, yüreği mi kanıyor, onuru mu inciniyor? İnsan her acıyı yüreğinde hissedebilir. Ayrım yaparak bazı acıları hissediyor, diğerlerine ama diyerek başlayan türlü cümlelerle başlıyorsa, zaten her şeyi bir tarafa bırakıp kendi için yas tutmalıdır.
Film bittikten sonra üzerinde konuştuk. Sohbet bir soruya geldi dayandı. Belgeselde Avrupalı bir doktorun mektupları ve çocuklarının anıları üzerinden anlatılıyordu olaylar. İşte bu doktorun Filistinli bir komşusu var. Nakba günü Filistinli aile Yafa’yı terk etmeden önce evin anahtarlarını bu doktora veriyor.
Aile diğer Filistinliler gibi bir kaç ay sonra geri döneceğini düşünerek oradan ayrılıyor. Elbette o dönüş hiç gerçekleşmiyor. Filistinli ailenin evine daha sonra bir Yahudi aile yerleşiyor. Şöyle bir soru üzerinde epeyce konuştuk. Peki, bu tehcirler, soykırımlar kabul edilse, özür dilense, o Filistinli ailenin hala yaşayan fertleri evlerine dönebilecek mi? Oranın artık yeni bir sahibi var, orada yeni hayatlar kurulmuş. Şu durumda evine, toprağına, oradaki eski hayatına kavuşamaz mı? Kavuştuğunu varsayalım bu kez de orada en son yaşayan insanlar ne olacak, ne hissedecek, nereye gidecek? İşgal eden veya ettiren belki toprağa karıştı, onların günahları yeni neslin sürülmesine sebep olursa, “n’apalım atalarınız kötülük etmiş, bedelini siz ödeyeceksiniz” demek de, bir zulüm değil midir?
Çok mühim bir ayrıntı mı bu, önemsiz mi bilemiyorum. Ama bunun üzerine uzun uzun konuşuldu. Ermenistan’dan gelip Türkiye’de yüksek lisans yapan bir arkadaş, sınırların kaldırılması gerektiğinden bahsetmişti. Tam benim düşündüğüm şey. Sınırlar olmasa ve oranın kime ait olduğunun bir önemi kalmasa mültecilik olur muydu? Elbette bu biraz ütopik geliyor herkese. Hatta öyle olduğu, pratikte bir karşılığı olmadığı da söylendi. Mevcut düzende bu olmayacaksa bunu konuşmaya ne gerek vardı?
Ermeni arkadaş evi başkaları tarafından işgal edilmiş olan arkadaşın Yafa’daki evine nasıl kavuşacağını çözmüştü aslında. Bunun tek bir cevabı var. Dünyanın kimseye ait olmadığını, vatanın, toprağın mülkiyetin anlamsızlığını idrak ettiğimiz zaman, hep beraber ve birbirimize özenli, mesafeleri koruyarak, yargılamadan yaklaştığımız zaman, bunun önemini anladığımız zaman yani, erdemli insanlara dönüştüğümüz zaman, birbirimize verdiğimiz acının farkına vardığımız zaman, zaten her şey çözülecek. O, Yahudi aile, evi eski sahiplerine açacak, gönüllüce geri verecek. O, ilk sahibi, de diyecek ki belki “Bu dünyada hiç bir şeyin sahibi değiliz. Her şey hepimizin. Hadi gel beraber oturalım.” Kimse bir şeyin sahibi olmayacak. Sınırlar kalkınca sınırı aşmak gibi bir şeyden bahsedilmeyecek. Ya hep beraber mülteci olacağız ya da hiç birimiz mülteci olmayacağız.
İnsan düşüncesi sınırsız; hayaller de. Mevcut çözümlerin hiç biri işe yaramıyor. Bu düzende çözüm yok, hep birilerinin can acısı var. Ütopik bulunan, hayalleri gerçek kılmak tek çözüm. Manasız olan bunları dile getirmek değil, “Pratikte bir geçerliliği yok” demek daha manasız. Daha çok söylenmeliler. Daha çok kişi tarafından söylenmeliler. Bu imkânsız olanın peşinden koşmak mı? Onu imkânsız kılan nedir? Küp formuna dönmüş beyinlerimiz yüzünden olmasın sakın?
Düşüncelerimize ve hayallerimize sınır koyarsak özgürlükten nasıl bahsedebiliriz?
O halde hayalleri dile getire getire, hayal kura kura o köşeleri yuvarlaklaştırabiliriz; yaratabiliriz. Önce kendi kafamızdaki sınırları kaldırmak iyi bir başlangıç…
“kutlayanım var ağlayanım da
bak sana bayram bana bomba
kutlayamazsan ağla yanımda
ruhumu al da yüzleş aklınla “
(nakba adlı şarkıdan alıntı/mor ve ötesi)
Nurşin Altunay
Views: 37